Bu röportajda Prof. Dr. Orhan Çeker, İslâm modernizmi, hadis karşıtlığı ve içtihad anlayışı etrafında şekillenen güncel tartışmalara dair görüşlerini aktarıyor. Reform söylemlerinin arka planını sorgulayan Çeker, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünün dışına çıkan yorumların dinî yapıyı zedelediğini belirtiyor.


Prof. Dr. Orhan Çeker Kimdir?

Prof. Dr. Orhan Çeker, 1953 yılında Ankara'nın Haymana ilçesinde doğmuş, Türk ilahiyatçı ve akademisyendir. İslam hukuku alanında uzmanlaşmış ve uzun yıllar akademik kariyerini bu alanda sürdürmüştür. Orhan Çeker, 1972 yılında Yozgat İmam Hatip Okulu'ndan mezun olduktan sonra, 1976'da Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nü bitirmiştir. 1980 yılında Bağdat Mustansıriye Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili Enstitüsü'nde eğitimini tamamlamıştır. Aynı yıl, beş ay süreyle Batman Kız Lisesi'nde öğretmenlik yapmıştır. 1977'de Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nde fıkıh asistanı olarak akademik kariyerine başlamıştır. 1981 yılında "İslam Hukukunda Akitler" adlı teziyle fıkıh öğretim üyesi olmuştur. Yüksek İslam Enstitülerinin İlahiyat Fakültelerine dönüştürülmesinin ardından, 1986'da doktor, 1988'de "İslam Hukukunda Çocuk" adlı çalışmasıyla doçent, 1996'da ise "Fıkıh'ta Hasta" adlı eseriyle profesör unvanını almıştır. 2022 yılında Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi'nden emekli olmuştur.


İslâm modernistlerini, referans aldıkları dış kaynaklarıyla beraber değerlendirir misiniz?

Her şeyden önce 'reform' kelimesinin, lügatte yeniden şekil verme, özelde de dine yeniden şekil verme anlamında olduğunu hatırlatalım. Reformistler malumunuzdur ki Hristiyanların kendi dinlerinde yaptıklarını bizim de İslâm hakkında yapmamızı isteyen anlayıştaki kişilerdir. Bu fikrin kaynağı bildiğiniz gibi Batılılardır. Onlar kendi bozuk dinlerini güya düzeltmek ve ona yeniden şekil vermek için reform yaptılar. Fakat bozuk olanı daha da bozdular, hak çizgiye bir türlü getiremediler. Üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi protestanlığın kurucusu Marten Luther çok uğraşmış, kiliseyi adeta sallamış, ne yazık ki tevhide ramak kalmışken hakkı bulamamıştır. Üstad, o zamanki “bizim davetçilerin yakasına yapışıp hesap sorasım geliyor” derken çok haklıydı. Çünkü Luther, tevhide bu kadar yaklaşmışken niçin bizim tebliğciler, kendisini hakka davet edip tevhidî çizgiye gelmesine yardımcı olmadılar. Avrupalılar kendi dinlerinde yaptıklarını bizim de İslâm hakkında yapmamızı istiyorlar. Bizim yerliler de onların hEvasına ve üflemesine kemal-ı ubudiyetle uyarak İslâm'ı 'reforme' etmek yani heva ve heveslerine münasip şekilde yeniden şekillendirmek hevesindeler. Bu tavır bizimkilerin, Batılılar karşısındaki aşağılık komplekslerinin yansımasıdır. Hüsn-i zanla yapılacak yorum bu olabilir. Bunların niyeti zaten dini tahrif etmek yani hainlik yapmak ise din dairesinin dışına çıktılar demektir. Bizimkiler şunu hiç unutmasınlar ki Batılılar bozulmuş olan dinlerini reforme ettiler. Bizim dinimiz hem bozulmamıştı hem de yenilenmeye ihtiyacı yoktu. Bu bakımdan İslâmî reform mümkün değildir. İlla ki reform yapalım diyenler bilsinler ki İslâm’ı aslında bozmak istiyorlar.

Reformistler makasıd anlayışını öne çıkartıp fıkıh usulünü önemsizleştiriyorlar, bunun için neler söylemek istersiniz?

Gerek yerli gerek yabancı reformistler, İslâm’ı bozabilmeleri için kendilerince 'akıllı' bir yol bulmuşlar. Makasıd, zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi gerektiği (ezmanın teğayyürü ile ahkamın teğayyürü meselesi), örfün etkisi, hadislerin geçersizliği, mezhebin bidat oluşu gibi konuları hareket noktası olarak seçerler. Bunları da bilerek veya gafletlerinden yanlış yerde kullanırlar. Adı geçen ifadeler, yerine göre hak bile olsa bunlarla 'batıl'ı kastederler, saparlar ve saptırırlar. Adı geçen ifadeleri kullandıklarında ikna edici konuşsalar bile, bilin ki ciddi ciddi yalan söylüyorlar. İslâm alimleri, İslâm’ı sağlam nakletmek ve sağlam yaşamak için iki ilim icad etmişlerdir. Hadis usulü ve fıkıh usulü. Bu iki ilim başka hiçbir ümmette yoktur. Hadis usulü ile Resûlullah'ın sözlerini sağlam naklettiler, fıkıh usulü ile de murad-ı ilahîyi doğru tespit edip onunla amel ettiler. Dolayısıyla ümmetin alimlerine ne kadar hürmet edersek edelim az kalır. Halis maksatla ortaya konan bu ilimler, reformistler tarafından istismar edilerek şerde kullanılmaktadır. Allah bizimkilere feraset ikram eylesin.

“Doktora seviyesinde ilahiyat eğitimi olan herkesin içtihad yapabileceği” fetvası için ne dersiniz? Neden böyle bir anlayış lanse edilmeye çalışılıyor? İlahiyat öğrencilerine kendilerini müçtehit olarak görmeleri niçin öğütleniyor?

Hiç kimse, “Doktora yaptım, müctehid oldum, içtihad ederim” hevesine kapılmasın. Ömrüm üniversitede geçti; hazırlanan tezlerin seviyesini çok iyi biliyorum. Hakkını verenlerin hakkını yemeyeyim ama doktora tezi ile içtihad etme ifadelerinin yan yana gelmesi için daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor. Bu vesileyle isterseniz sosyal bir deney yapın: Rastgele bir ilahiyat fakültesi seçin, son sınıfa girin, “Birer kâğıt çıkarın” deyin ve mesela namazın vaciplerini yazmalarını isteyin. Net olarak iddia ediyorum: Tek bir tam cevap alamayacaksınız. Ne ilginçtir ki bu gençlerden bile içtihad etmeleri isteniyor. Bu istek, "İslâm’ı bozun" demekle eş anlamlıdır. Maalesef ki “İçtihad edin” sözü, artık bu anlama geliyor ve bu sonucu veriyor.

Modernist zihniyeti paylaşanların faizi meşrulaştırma, sınırları genişleterek akd-i fasid kavramını ortadan kaldırmaları hakkında ne dersiniz?

Maalesef faiz konusu da reformistlerin istismar ettikleri alanlardan biridir. Bu konuda hem iyi niyetli hem de fasit niyetli birçok yorum mevcuttur. Fasit olanlar, aynen reform hevesiyle gayret göstermektedir. Hâlbuki faiz, en şiddetli ifadelerle, “Allah ve Resûlü’ne savaş açmak” şeklinde tanımlanarak haram kılınmıştır. İslâm’ın faiz anlayışı nasılsa, o anlayış mutlaka haram kabul edilmeli; çeşitli bahanelerle kapitalist faiz sistemine zemin hazırlanmamalıdır. Aynı şekilde kadın ve aile yapısı ile miras hükümleri de dillerine doladıkları diğer alanlardır. Şeytanın dostları ise onlara durmadan “vahyedip” durmaktadır.

İslâm modernistlerinin türlü suretlere bürünerek öne çıkarttığı dinler arası diyalog meselesinden kısaca bahseder misiniz?

Diyalog söylemi, Hristiyanlığın önündeki İslâm engelini bertaraf etmek maksadıyla ortaya atılmıştır. Zira Hristiyanlığın yayılma çabaları karşısındaki en ciddi ve neredeyse tek engel İslâm’dır. İslâm'ın bulunduğu yerde Hristiyanlık varlık gösterememektedir. İşte bu engeli ortadan kaldırmak için “dinler arası diyalog” adı altında bir fitne icat ettiler. Onlara göre Kur’ân ve Sünnet’te yer alan, Hristiyanlık karşıtı ayet ve hadisler geri plana itilmelidir. Ehl-i kitap zaten cennete girer; onların Peygamber Efendimiz’e tâbi olma zorunlulukları yoktur. Din arayışındaki insanlara İslâm adres gösterilmeyecek… Daha neler neler! Ne yazık ki bazı önemli şahsiyetler ve birçok resmî kurum da bu safsatalara destek verdi ve aynı söylemleri tekrar eder hâle geldi. Hâlbuki tüm bunlar 1990’lı yıllarda açık açık dile getirilmişti. Ama destek veren çevreler, bu bâtılın karşısında tek bir laf etmeye bile yanaşmadı. Çok yazık…

Yahudi ve Hıristiyanların şirke girmemek ve salih amel işlemek şartıyla cennete gireceğini iddia edenler var. Sürekli olarak kafirin lehine olacak, onların gözüne güzel görünecek şekilde dini tahrip edici bu tip söylemlerin gündemde tutulmak istenmesi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Aynen az önce anlattığım gibi. Gülünç safsata halleri böyle idi.

Hadis-i Şeriflerin sürekli olarak tartışmaya açılmasının gayesi nedir?

Hadis düşmanlığı harekâtı, İslâm’ı tahrif etme projesinin en tehlikeli ve en ciddi başlıklarından biridir. Hadis ilmiyle ilgili herhangi bir ilmî eksiklik bulunmamasına, sahih ile uydurma hadislerin açık bir şekilde ayrılmış olmasına rağmen, hadis karşıtlığı üzerinden yürütülen fitne hareketi ne yazık ki bugün ciddi mesafeler almış durumdadır. Bunun arkasındaki asıl neden, İslâm’ı bozma niyetidir; şeytanî bir teşebbüstür bu.

Hadisler devre dışı bırakıldığında, İslâm’ın özü zedelenir. Çünkü İslâm’ı koruyan şey yalnızca Kur’ân değildir; Kur’ân ve Sünnet birlikte bir bütündür. Kur’ân Müslümana ne yapması gerektiğini bildirir, hadisler ise nasıl yapacağını öğretir. Eğer bir Müslüman amelin şeklini Resûlullah’tan öğrenmezse, kendi aklınca birtakım uydurma uygulamalar geliştirir ki bu da dini tahrif eder.

Kur’ân, Resûlullah’ın görevlerini açıkça belirtir: O, ayetleri okur, kitabı öğretir, hikmeti aktarır ve ümmeti tezkiye eder. Bu ifadeler Bakara, Âl-i İmrân ve Cuma surelerinde açıkça yer alır. Yani Resûlullah sadece bir postacı değil, doğrudan haram ve helal koyma yetkisine sahip bir elçidir. Bu da A’râf Suresi’nde açıkça ifade edilmiştir.

Ancak bazı fitne odakları, salavât getirmeyi dahi “şirk” ve “yalakalık” olarak tanımlayacak kadar ileri gitmiş, bu tavırlarıyla Ahzâb Suresi’nin 56. ayetini alenen inkâr etmişlerdir. Neûzu billâh. Hadislere ve dolayısıyla Resûlullah’a düşmanlık eden bu kimseler, onun görevlerini reddederek aslında İslâm’ın dışına çıkmaktadırlar. Bu sapkınlıklarını ve bâtıl görüşlerini çürüten, Kur’ân’da pek çok ayet bulunmaktadır.

Hazreti Muaviye’den yola çıkarak sürekli olarak sahabelere dil uzatanların gayesi nedir?

Tabii ki öyle yapacaklar. İslâm’ı bozma işlemlerinin kâmilen olması için, bize İslâm’ı eksiksiz nakleden sahâbeyi kapı dışarı edeceklerdir. Sahâbeyi reddetme konusunda Hz. Muâviye hedef isimlerdendir.

Reformistler, Müslümanların mutlaka ama mutlaka taşıması gereken İslâmî devlet ideali ve iddiasını neden görmezden geliyorlar? Müslümanlara düşen İslâmî bir rejim tesis edip, geri kalan herkese yer göstermek midir yoksa statükodan yana olup, İslâm’a ve Müslümanlara yer göstermeye kalkmak mıdır?

Din düşmanlarının bir korkusu da “İslâm devleti” korkusudur. Bunun olmadığını ispat için yırtınırcasına çalışacaklardır. Bunlara bir soru soralım: Adaleti ile meşhur Hz. Ömer’in devleti, İslâm devleti miydi, gâvur devleti miydi! Sözü boşuna uzatmayalım. Allah hiç kimseyi saptırmasın. Hz. Ebû Bekir, Âl-i İmrân 8-9’u kunut duası olarak okuyormuş. Biz çok dua edelim. Dua ve selâm ile.

Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025