İslâm ulûhiyeti merkeze alır; modern seküler düzen ise hümanistçe "Ben"i merkeze koyar. İslâm örnek, ölçü ve model olarak Nebi'yi ve nübüvveti merkeze alır; seküler model ise hevâ ve hevesi esas alır. İslâm, dünya hayatını bir imtihan yurdu olarak görürken, gerçek vatanın ebedî cennetler olduğunu bildirir; modern seküler çağ ise dünya hayatını tek gerçek olarak sunar.

Muhammed Şevket Gökşan kimdir?

1975 yılında Bingöl Adaklı Sevkar köyünde doğan Muhammed Şevket Gökşan, 1985 yılında ailesiyle İstanbul’a göç etti. 1992’de Fatih’te medrese eğitimine başlayarak Sarf, Nahiv, Mantık, Belağat gibi alet ilimleri ve fıkıh, tefsir, akaid, hadis, usûl gibi şer’i ilimlerde eğitim aldı. Klasik şark medreseleri usulüyle eğitim görerek icazet alan Gökşan, 2002 yılında Erzurum’da ilim ve hizmet faaliyetlerine başladı. Erzurum merkezde bugüne kadar 14 talebeye icazet verdi. Medresesinde ibtida, hafızlık ve klasik medrese müfredatına uygun eğitimler vermekte, ayrıca akademisyen ve öğretmenlere özel dersler sunmaktadır. 2007-2011 yıllarında Pusula Gazetesi’nde, 2014’ten itibaren ise Milat Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı. Aynı dönemde Türkiye’nin birçok şehrinde üniversite ve sivil toplum kuruluşlarında konferans, seminer ve panellere katıldı. Hanımlara ve erkeklere yönelik “Aile Mektebi” seminerleri düzenledi. Kurucusu olduğu ve halen Onursal Başkanlığı’nı yürüttüğü Vuslat Vakfı’nda, 15 yılı aşkın süredir “İslami Kişiliğin İnşası” başlığı altında düzenli dersler vermektedir. Evli ve üç çocuk babası olan Muhammed Şevket Gökşan, Erzurum’da mukim olarak ilim ve hizmet çalışmalarına devam etmektedir.

Bugünün dünyasında dijital mecralardan popüler kültüre, eğitim sisteminden gündelik hayata kadar her şeyin sekülerleştiği bir ortamda, Müslüman bir genç kendi hayatını İslâm'a göre nasıl ilzam etmelidir?

Karşımızda sahte bir cenneti yegâne hakikat diye dayatan bir sistem bulunmaktadır. Bu vaka karşısında maalesef hedef kitle olarak İslâm'ın çocuklarının "patır patır" düştüğünü müşahede ediyoruz. Peki, bu sahte seraptan bizi uyandıracak ve sağlam bir zemin üzerinde yürümemizi sağlayacak hakikat nedir? Resûlullah Efendimizin mutlak önderliği ve örnekliği, her konuda olduğu gibi bu meselede de bizim rehberimizdir. Efendimizin bi'set hayatına bütüncül bir nazarla baktığımızda üç ana evre karşımıza çıkmaktadır:

Birinci Evre Hira Dönemi: Bu evre, kişinin kendini bulma sürecidir. Merak edip arama, bilme, bulma ve olma süreçlerinin tahkiki son derece önemlidir. Kendilik bilinci oluşmamış her kişi yaşamaz, bilakis "mış gibi" yaşar. Yani yaşıyormuş gibi davranır; adeta rüzgârın önündeki yaprak gibi savrulur, bukalemun gibi renkten renge girer ve mankurtlaşır. Kendisini değil, başkalarını yansıtır. İşte bu sebeple kendilik bilinci son derece ehemmiyet arz etmektedir.

İkinci Evre Mekke Dönemi (Temel Paradigmanın Yerleşmesi): Mekke döneminde nâzil olan Mekkî âyetler bize işin aslını ve esasını vermektedir. Tam da burası, aslında zehri yuttuğumuz yerdir. Diğer bir açıdan, burası bizim yitik dünyamızdır. Üstat Necip Fazıl'ın "ceketimizin astarında kaybettiğimiz güneş" olarak tarif ettiği hakikat tam da buradadır. Yani Müslüman'ı Müslüman yapan temel paradigma diyebileceğimiz ontolojik hakikatimiz burada şekillenmektedir. Biz diyeceğimiz bir vakıadan bahsedilecekse, bunun yegâne zeminini ontolojik hakikatlerimiz teşkil eder. Bir Müslümanın ontolojik hakikati ise Mekkî âyetlerde ve Mekke döneminin ana fikriyatında mündemiçtir. Bunu "İslâm'ın amentü esaslarına sahip olmak" olarak ifade edebiliriz.

Konuyu biraz daha somutlaştıracak olursak: Seküler modern sistem, düzen ve din, bütün sapkınlık ve iğvalarını tam da bu nokta üzerine bina etmektedir. Burası, biz Müslümanların İslâm binasını inşa edeceğimiz arazi ve temel noktasıdır. Düştüğümüz yerden kalkacağımız hakikatin başlangıç noktası da burasıdır. İslâm'ın amentü esaslarına sahip olmak, öncül ve öncelikli mesuliyetimiz olmalıdır. İslâmî hareketlerin "patır patır" dökülmesinin arka planındaki en mühim sebeplerden biri de bu noktanın ihmal edilmesidir. Burası, insanın geri kalan bütün davranış biçimlerine kendi rengini ve şeklini veren hakikat noktasıdır.

Peki, Mekkî âyetlerin genel anlamda ifade ettiği İslâm’ın amentüsü, temel paradigmaları nedir?

İslâm ulûhiyeti merkeze alır; modern seküler düzen ise hümanistçe "Ben"i merkeze koyar. İslâm örnek, ölçü ve model olarak Nebi'yi ve nübüvveti merkeze alır; seküler model ise hevâ ve hevesi esas alır. İslâm, dünya hayatını bir imtihan yurdu olarak görürken, gerçek vatanın ebedî cennetler olduğunu bildirir; modern seküler çağ ise dünya hayatını tek gerçek olarak sunar ve dünyayı cennete çevirme kavgası verir. Bu bahsettiğimiz İslâm’ın amentüsüne sahip olmak demek, “el âlem ne der?” demek yerine “el-Alîm olan Allah ne der?”i hayatın merkezine almak demektir. İşte bu nokta, Müslümanca bir hayatın sigortası mesabesindedir. Bu hakikat tahkim edilmediği müddetçe, kişinin amelleri Müslümanca ritüeller ihtiva etse bile, küfür ehlinin maşası ve distribütörü olmaktan kurtulamaz.

Özetle ifade edecek olursak: İslâm'ın amentüsüne sahip olmak, bütün bir hayatımızda İslâmî paradigmalarla düşünmemizi, Müslümanca bir varoluşu, duruşu ve şuuru kazanmamızı sağlar. Unutmamak gerekir ki burası İslâm binasının temelidir. Ne yazık ki bugün biz Müslümanlar İslâm binamızı bataklık üzerine kurmuş durumdayız. Binalarını bataklık üzerine kurmuş Müslümanlar, bu binaların katlarındaki iç duvarların yamukluğundan, duvarların çatlamasından, pencerelerin kırılmasından bahsediyorlar. Halbuki öncelikle binamızın temelini görmemiz ve temeli sağlam bir zemin üzerine kurmakla işe başlamamız gerekir.
İşte burası bizim düştüğümüz ve bizi zillete mahkûm eden temel nokta olduğu kanaatindeyiz.
Efendimizin "Bu ümmetin başını ne doğrulttuysa, sonunu da o doğrultacaktır" fermanı ve kendi fiilî uygulamaları bize bu hakikati öğretmektedir.

Üçüncü Evre: Medine Dönemi (Medeniyet İnşası): Yukarıda zikrettiğimiz sağlam temeli oluşturduğumuzda, artık bunun üzerine İslâm binasını inşa etmemiz mümkün hale gelecektir. Vahşileri yahşi, bedevîleri medenî kılan ve Yesripleri (hüzün diyarı) medeniyetin merkezi Medine yapan dönem; ilimde, sanatta, sosyal hayatta ve hayatın tüm alanlarında insanlığa rahmet olacak bir medeniyet inşası dönemidir.

Deizm, ateizm, agnostisizm ve benzeri bâtıl fikirlerin özellikle gençleri hedef aldığı bir dönemde; Müslüman gençliğin kendisini koruyabilmesi için nasıl bir ilmî ve ahlâkî zemin oluşturulmalıdır?

Şu hakikati asla unutmamalıyız: İman bir hidayet ve ilâhî lütuftur. Bizler hiçbir kimseye hidayet veremeyiz. Bizlere düşen sadece bu hidayetin sebeplerine sarılmak, hakikatleri ortaya koymak ve vesileleri hem örnekliğimizle hem de söylemlerimizle sunmaktır.

Bir genç açısından ilmi ve ahlâkî zeminle ilgili unutulmaması gereken nokta şudur: Hayat bir bütündür. Zaman bir bütündür ve din de bir bütündür. Bu bütünler tecezzi (parçalanma) kabul etmedikleri gibi boşluk da kabul etmezler. Bu sebeple Müslüman bir gencin hayatında üç temel alanda boşluğa asla müsaade etmemesi icap eder. Bunları akılda kalıcı olması için "3 Z" formülüyle kodlayabiliriz:

Zaman: Boşa harcanmamalı, her anı ibadet şuuruyla, malayani (dünya ve ahirete faydası olmayan) şeylerden uzak ve programlı bir şekilde değerlendirilmelidir.

Zihin: Batıl fikirlerle kirletilmemeli, hakikatlerle donatılmalıdır.

Zamir (Vicdan): Daima hakikate açık olmalı, Allah’ın zikrinden bir an bile hâli (boş) bırakılmamalıdır. Buradaki zikirden kastettiğimiz sadece dil ile yapılan zikir değildir. O da olmalı; ama sadece o değil. Allah’ın metlüv (okunan Kur'an ve Kur'anî ilimler) ve mer’i (gözlemlenen kâinat) ayetlerinin okunması da bir zikir çeşidi olduğu unutulmamalıdır.

Bu üçlü sacayağı, bizlerde sağlam bir irade kuvvetinin yanı sıra Müslümanca bir şahsiyet inşasına vesile olacaktır.

Bir diğer ehemmiyetli husus ise şudur: Müslüman bir gencin, gerek iman gerekse amel noktasında "hesabı verilir" bir hayat sürmesi elzemdir. Yani Allah'ın bahşettiği en büyük nimet olan aklını kullanarak hayatı iman nazarıyla tefekkür etmelidir.

Hz. Ömer (r.a) bir gün tâbiînden gençlere Müslüman olmadan önceki hayatından bahseder. Der ki: “Biz bir sefere çıkacağımız zaman helvadan putlar yapar ve yolculuk süresince bu putlara tapardık. Yolculuk hali ya, eğer ihtiyaç duyarsak bu putları alır yerdik.” Oradaki gençlerden biri “Ya Emirü’l-Müminin, sizin aklınız yok muydu?” der. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle cevap verir: “Aklımız vardı ama hidayetimiz (imani, Kur'anî bakışımız) yoktu.”

Bu hakikat, iman ve İsl^m gözlüğü ile bakılmadığında insanların ne kadar basit bir cehalet içinde olabileceklerini göstermesi bakımından manidardır. Unutmamak gerekir ki, sahabe nesli ile seküler modern kuşak arasındaki en büyük farklardan biri ve Müslümanın Müslümanlığını ortaya koyan husus işte tam da budur.

Hesabı verilmiş bir hayata manidar bir örneği Abdullah bin Ömer (r.a.) anlatır: Bir gün Resulullah (s.a.v.), sağında Hz. Ebubekir (r.a.), solunda Hz. Ömer (r.a.) olduğu halde yürüyordu. Ellerini tuttu. Hz. Ömer (r.a.), elinin Resulullah’ın (s.a.v.) elinde olmasından büyük bir heyecan duydu. Efendimiz (s.a.v.) ona:

"Ey Ömer! Beni çok mu seviyorsun?" diye sordu.
Hz. Ömer (r.a.): "Evet, vallahi çok seviyorum!" dedi.
Efendimiz (s.a.v.): "Anne babandan, çoluk çocuğundan, malından mülkünden de mi çok?" diye tekrarladı.
Hz. Ömer (r.a.) her defasında "Vallahi, daha çok seviyorum!" dedi.
Ancak "Nefsinden de mi çok?" sorusuna duraksayıp "Hayır." dedi.
Efendimiz (s.a.v.): "Olmadı ey Ömer!" buyurdu ve ellerini bıraktı.

Hz. Ömer (r.a.) eve dönüp bir süre düşündü. Sonra Mescid-i Nebevî’ye koştu ve:

"Ya Resulallah! Vallahi seni nefsimden de çok seviyorum!" dedi.
Efendimiz (s.a.v.): "Şimdi oldu!" buyurdu.

Babasına bunu soran Abdullah bin Ömer’e (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi:
"Oğlum, daha önce muhasebe yaparak cevap vermemiştim. Eve gidip düşündüm; anladım ki Resulullah’ı (s.a.v.) nefsimden de çok seviyorum. Bu yüzden hemen gelip bunu söyledim."

Hesabı verilmiş bir hayat, aidiyet iddia ettiğimiz hakikatlerin tıpkı karanlık mekânlardaki yanlışlıkları bertaraf eden ışık gibi fonksiyon görmesini sağlar. Unutmayalım ki, karanlığı konuşmakla veya ona küfretmekle yok edemeyiz. Onu ancak mum yakarak bertaraf edebiliriz. İşte hesabı verilmiş bir hayat, hem hayatımıza anlam, değer ve özgül bir ağırlık katacak, hem de sapkın düşünceleri kökünden söküp atacaktır.

Modern çağın 'özgürlük' ve 'bireysellik' anlayışıyla, İslâm'ın cemiyetçi ve kulluk merkezli bakışı arasında bir genç nasıl bir denge inşa etmelidir?

Öncelikle şu temel hakikati idrak etmeliyiz: Aidiyet iddiasında bulunduğumuz din (İslâm) cemaat ve ümmet dinidir. Zira İslâm dini ümmetini şu sacayakları üzerine bina eder: İslâmî değerlerle şekillenmiş şahsiyet → bu şahsiyetlerden teşekkül etmiş aile → bu ailelerden oluşmuş cemaat → bu cemaatlerin birleşimiyle meydana gelmiş ümmet. Buna mukabil modernite, toplumunu şu şekilde inşa eder: benleri ile öne çıkmış birey → bu bireylerin teşekkül ettirdiği birim → bu birimlerin gereksinimi olan kurum → bu kurumların birleşimiyle meydana gelen toplum.

Unutmamak gerekir ki, modern toplumda herkes kendisi için yaşarken, Peygamber modelliğindeki İslâm toplumunda herkes birbiri için yaşar. Yine İslâm'ın birçok ahkâmının ancak toplu halde ve ümmet şuuruyla icra edilebilmesi, cemaat ve cemiyet ehli olmanın bir tercih değil, zaruret olduğunu gösterir. İkinci olarak şunu belirtmeliyiz: Cemaat ve cemiyet ehli olmak, müstakim kalmanın garantisidir. Malumdur ki, müstakim olmak başka, müstakim kalmak başka, müstakim ölmek ise çok daha yüksek bir mertebedir. Büyüklerden birine bir genç, "Efendim, istikametimi nasıl muhafaza edebilirim?" diye sorar. O da şöyle cevap verir: "Salihlerle beraber ol! İnsanlar her vakit kötü olmaz. Bozuk saat bile ara ara doğruyu gösterir. Sürekli doğruluk halinde kalmak için salihlerle beraber olmak şarttır.
İstikamet derdinde olan insan, elindeki mumla aydınlanmaya çalışan kişiye benzer.
Bir mum tek başına yandığında en ufak bir rüzgârda söner ve karanlığa mahkûm olursun. Lakin birçok mumla bir arada olursan, rüzgârda biri sönse bile diğerlerinden aydınlanırsın."

Son olarak şu hakikati ifade edelim: Cemiyet ehli olmak, İslâm'ı coşkuyla yaşayabilmenin yegâne alan ve meydanıdır. İslâm'ı yaşamanın heyecanı ve lezzeti ancak ümmet ailesi içinde tadılabilir. Aksi takdirde insan, gayr-ı sahalarda garip ve gurbette kalmışçasına yalnızlığa mahkûm olur.

Bununla beraber cemiyetçi ve kulluk merkezli bir bakış açısı için mutlaka nitelikli okumalar yapılmalıdır. Okuma derken dikkat edilmesi gereken bazı hususları da ifade etmek isterim:
Özellikle her Müslüman gencin mutlaka okumasını tavsiye ettiğim bazı şahsiyetler: Necip Fazıl Kısakürek, Salih Mirzabeyoğlu, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Rasim Özdenören, Sezai Karakoç vb. Bu zatlar bir Müslüman gencin adeta çeyizi olmalıdır. Ancak okumaları usulünce yapmak esastır. Bu bağlamda:

  1. Öncelikle zarurî akidevî bilgiler ve ilmihal bilgisi edinilmelidir.
  2. Her alanla ilgili bilgi, o alanın mütehassıslarından ve üstatlarından alınmalıdır. (Fıkıh siyerden, hadis tefsirden öğrenilmemelidir.)
  3. Günlük Kur'an virdi ve Efendimiz’in (s.a.v.) hadislerinden bir miktar okumayı ihmal etmemelidir.
  4. Çok kitap okumak yerine, olması gereken kitapları çok okumayı prensip edinmelidir.
  5. Okumalar esnasında not almayı ve yorum yapmayı terk etmemelidir.
  6. Mutlaka bir rehber kontrolünde okumalar sürdürülmelidir.

Bugünün gençleri için bir rehber eksikliği sorunu öne çıkıyor. Size göre Müslüman bir gencin örnek alması gereken şahsiyetlerin özellikleri ne olmalıdır?

Öncelikle ifade ettiğiniz rehber ve örnek şahsiyet meselesi hayatî ehemmiyet taşıyan noktalardan biridir. Şöyle bir bakalım: Cenâb-ı Hak, "Eğer beni seviyorsanız, Peygamberime ittiba edin" (Âl-i İmrân 31) buyurur. İttiba; tabi olmak, uymak ve ardınca yürümek demektir ki, bu da görmeyi gerekli kılar. Ancak şu realiteyle yüzleşmeliyiz: Peygamber (s.a.v.) ile aramızda 1400 küsur yıllık bir zaman dilimi bulunmaktadır. O'nu görme imkânımız yoktur.
İşte tam bu noktada, bizi köklerimizle buluşturacak, aramızdaki bağı kuracak model şahsiyetler, Peygamber vârisi âlimler ve önderlerdir. Bunu şöyle bir temsille açıklayabiliriz: Bir şehre su taşıyan borular vardır. Barajdan şehre suyu ileten bu borulardan biri koptuğunda, şehre su ulaşmaz. İşte bizi, Allah'ın sevdiği ve mağfiret edip cennetlerine koymayı vaad ettiği kişilerin arasına almasına vesile olacak haslet ittibadır. Bu ittiba ise aynı zamanda bizi iman kaynağımıza bağlayan borular mesabesinde olan model ve örnek şahsiyetlerdir.

Küfür, bizim üzerimizde her türlü oyunu oynayabilmek için ilk hamlede İslâm ümmetinin iman kaynağıyla bağını sağlayan ulemayı, önder ve liderleri tahkir edip zayıf düşürmeye çalışmıştır. İşin başında sarhoş Allahsızları artist, içkici, eroinmanları sanatçı diye nesillerimizin karşısına örnek ve model olarak çıkardılar. Bunların eliyle oluşturdukları sinema, tiyatro ve benzeri bütün araçlarla Müslümanların salih âlimlerle bağlarını koparmaya yöneldiler. Ardından kendi tezgâhında her duruma müsait bukalemun şahsiyetleri din adamı veya dindarlar diye ümmetin önüne sundular.
Onun için küfrün bile ehemmiyet ve önemini kavradığı bu asli umdemizi bizim de çok iyi kavramamız gerekmektedir.

İkinci olarak daha spesifik bir çerçevede, Müslüman gencin model alacağı şahsiyetlerde şu özellikler aranmalı diye düşünüyoruz:

-Hayata iman ve cihat düsturuyla bakan “âlim ve mücahit” kimliğine sahip şahsiyetler olmalı.

-Tebliğden önce temsili önceleyen, davasını şahsında yaşayan kişilik sahibi olmalı. Ki bu özellik başta Efendimiz (s.a.v.) ve ümmetin selef-i salihîn dediğimiz sahabe, tâbiîn ve etbâ’ut-tâbiîn kuşaklarının ve tarih boyunca iz bırakmış ümmetin model ve önderlerinin karakteristik özelliğidir.

-"Zaman bana, mekân bana emanet" şuuruna sahip olmalı. Yani yaşadığı çağı, çağın dilini, hastalıklarını ve iman nazarı ile bu hastalıkların çarelerini bilen derin bir ufka sahip olmalıdır. Buna "derviş olmak" da diyebiliriz. Malumunuz olduğu üzere dervişin pek çok tanımı vardır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı ise "ibnü'l-vakt", yani "zamanın çocuğu" olmasıdır. Dikkat ediniz: "zamane" değil, "zamanın çocuğu"...

Malum olduğu üzere Hz. Ali (r.a.) babalara hitaben, "Çocuklarınızı kendi zamanlarına göre yetiştirin." buyurmuştur. Baba ile evlat arasında 20 yaş fark olsa bile, babalara 20 yıl öncesinin gerçekleriyle değil, bugünün şartlarına göre terbiye vermelerinin esas olduğunu hatırlatır. Vakıa, şeytan bile insanları iğva ederken 10 yıl önce kullandığı metodları 10 yıl sonra kullanmıyor, kendini yeniliyor. Demek ki zamanı tanımak, lider olmak için de, genel anlamda biz Müslümanlar için de hayatî bir meseledir.

Fikirsiz bir gençlik, nesilsiz bir gelecek demektir. Müslüman bir gence sizce hangi fikir, hangi dava, hangi ideal verilmelidir? Üstad Necip Fazıl'ın ifadesiyle "kim var?" denildiğinde sağına soluna bakmadan "ben varım!" diyebilen bir nesil sizce nasıl yetişir?

Öncelikle şu hakikatin altını çizelim: "İdeolojik bilinç" ve "fikrî şuur", Müslüman kalmanın ve Müslüman ölebilmenin olmazsa olmazıdır. İnsan, ideolojik bilince sahip olmadığı ve bunu kuşanmadığı zaman, hangi vasıfta olursa olsun, küfrün maşası olmaktan kurtulamaz.

Alnı secdeli kâfirlerden olmamanın temel şartı, İslâm mefkûresine ve fikriyatına sahip olmaktan geçer. Bu bağlamda Darü'l-Erkam, Suffe Medresesi ve bugün Gazze Okulu gibi cihat mekteplerinde yetişen bir şuur gereklidir.

Bu şuur, imanın öfkesini sürekli besleyen, yeryüzündeki kavganın iman-küfür kavgası olduğunu idrak eden, bulunduğu her yeri bir kale burcu ve cephe olarak gören ve her nerede olursa olsun iman mücadelesinin hakkını en mükemmel şekilde vermeyi şiar edinen bir anlayıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, "hayat iman ve cihattır" şuurunu kuşanmakla ancak bu şuur yetişir diyebiliriz.

Teşekkür ederiz hocam.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 39. Sayı Mayıs 2025