Enes Arslan ile yaptığımız bu röportajda, gençlerin dinden değil, dini anlatan üsluptan ve sözde hocalardan uzaklaştığı vurgulandı. İslâm’ın kaybolan tebliğ dilinden, sahabe örnekliğinin hayatımıza etkisine kadar geniş bir çerçeve çizildi. Arslan, özellikle sahabe sevgisinin kişilik inşasındaki rolünü ve Gazze’deki direnişi bu çağın sahabî ruhu olarak değerlendirdi. İçtimaî manadaki çürümeden çıkışın anahtarı olarak da Kur'an ve sünnete sımsıkı bağlılığı hatırlattı. Samimi ve içten cevaplarıyla dikkat çeken bu söyleşiyi okuyucularımıza sunuyoruz.
Enes Arslan kimdir?
1990 yılında Elazığ’da doğdu. Çeşitli üniversite bölümleri bitirdikten sonra halihazırda AUZEF üzerinden İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünü okumaya devam etmektedir. Elazığ Belediyesi’nde çalışan Enes Arslan evli ve iki çocuk babasıdır. Uzun bir süredir siyer ve sahabeler üzerine çalışmalar yapan hocalardan ders alıp çeşitli STK, vakıf ve kurumlarda ders ve sohbetler veren Enes Arslan ayrıca TV programlarının sunuculuğunu yapmaktadır.
Bir Müslüman, sahabeye nasıl bakmalıdır?
Buna dinî açıdan binlerce cilde tekabül edecek cevaplar vermek mümkündür. Kendi açımdan değerlendirirsem, sahabîye şöyle bakıyorum: Allah Resulü'nün arkadaşı, yoldaşı, sırdaşı, talebeleri ve Allah Resulü'nün eliyle o Nebevî potada yoğrulmuş yeryüzünün en kutlu insanları... Özellikle "yeryüzünün en kutlu insanları" olmalarının altını çiziyorum. Cenab-ı Allah'ın ifadesiyle, Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olma mükâfatına erişmişlerdir.
Bu sebeple bir Müslüman'ın sahabîye bakışı, kendinden ve canından daha aziz bilmesi gereken bir topluluk olarak olmalıdır. Çünkü sahabîye karşı bakışımız, bizim kalite ve karakterimizi açıkça ortaya koyar. Ashab-ı Kiram'a yönelik sakat bir bakış açısı, gönlümüzdeki sakatlığın tezahürü olur. Ashab-ı Kiram'a karşı gönlümüzde duyduğumuz muhabbet, aslında Allah Resulü'ne duyduğumuz muhabbettir. Bu yüzden, sahabîyi kendi canımızdan, değerlerimizden ve ailemizden daha aziz bilmemiz ve öyle bir bakış açısıyla yaşamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde idrak etmeye ve yaşamaya gayret ediyoruz.
Sahabîlerin hayat tarzına bakınca günümüze nasıl ışık tutmaları gerektiğini görebiliyoruz. Bilhassa Müslüman gençlerin erken yaşta sahabî hayatı ve siyere vakıf olması, hayat serüvenlerinde çok daha doğru ve müstakim bir yol kat etmelerine yardımcı olmaz mı? Sahabîler ve siyerin ehemmiyeti hususunda neler söylemek istersiniz?
Hangi sahabînin elinden tutarsanız tutun fark etmiyor. İlk aklınıza gelen sahabîden, derece bakımından en altta bulunan sahabîye kadar hepsi böyledir. Mesela derecesi en âlî olan sahabî olarak Hz. Ebubekir zikredilir. Elhak bu böyledir. En alt tabakada zikredilen isim de Hz. Vahşî'dir. Rivayetlerde 124.000 sahabî olduğu bilgisi vardır. Bu sahabîlerin herhangi birinin elinden tuttuğunuz anda, emin olun ki yaşantınız 180 derece değişecektir.
Sebebi şudur: Ashâb-ı kirâmı, Allah Resûlü'nün Nebevî potasında yetişmiş bir topluluk olarak görmemiz gerekir. Bu insanlardan alabileceğimiz çok ciddi örneklikler vardır. Misal olarak savaş ahlakını ve hukukunu Allah Resûlü'nün öğretisiyle Ashâb-ı kirâm üzerinden öğreniriz. Evlilik hayatının nasıl olması gerektiğini, çocuklara nasıl bakılacağını ve nasıl davranılacağını da yine Allah Resûlü'nün öğretisiyle Ashâb-ı kirâm'dan öğreniriz. Ashâb-ı kirâma ehemmiyetli bir şekilde bakıp onların bize öğrettiklerini gönlümüze tam anlamıyla yerleştirdiğimizde, hayatımız ciddi manada bir değişime uğrayacaktır.
Sadece bir örnek vereyim: Ben evliyim, siz henüz bekârsınız; ama evli kardeşlerimize de bir yol göstermiş olalım. Ashâb-ı kirâmın eliyle evliliği şöyle bir tarttığımızda şunu görüyoruz: Bir sahabî evliliğinde çok ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Diğer sahabîler ona şöyle der: "Ya Allah aşkına boşa, sen de rahat et." Ancak o sahabî şöyle cevap verir: "Hayır. Ben dünyada bir şekilde bu hanımefendiyle evlendim. Bu evlilik benim imtihanımdır. Ben bunu çekmekle mükellefim ve çekeceğim." Bu bir ufuktur. Sıkıntılı bir evlilik olmasına rağmen o evliliği bir imtihan olarak görmeyi Ashâb-ı kirâm üzerinden öğreniyoruz.
Bir başka örnek de şudur: Ebû Derda ölüm döşeğinde Ümmü Derda'ya, "Benden razı mısın?" diye sorar. Ümmü Derda, "Vallahi ben senden razıyım." der. Ebû Derda da şöyle der: "O zaman ben öldükten sonra benden sonra evlenme! Biz dünyada beraber olduğumuz gibi ahirette de birlikte olalım." Bunun üzerine Ümmü Derda ellerini açarak dua eder: "Ya Rabbi! Dünya hayatında Ebû Derda beni senden istedi, sen nasip eyledin. Ahiret hayatında da Ebû Derda'yı senden istiyorum, sen bana nasip eyle!"
Olumlu veya olumsuz her türlü örneği Ashâb-ı kirâm üzerinden öğreniyoruz. Çünkü onlar bu yaşantının temelini Allah Resûlü'nden öğrenmişlerdir. Hayatımızın sırat-ı müstakîm üzere şekillenmesi hususunda onların sözleri ve yaşayışları en temel rehberdir.
O yüzden Ashâb-ı kirâm ile olan ilişkimizi ve onlara duyduğumuz ehemmiyeti çok kıymetli görmek zorundayız. Bu ehemmiyet, hayatımızın istikamet üzere olmasını kolaylaştıracaktır. Ashâb-ı kirâmın elinden tutmak, bu ehemmiyete tam manasıyla sarılmak demektir. Dünya hayatı bir imtihandır ve bu imtihanı hakkıyla verip ahirette cenneti ihlâs ile kazanabilmek için Ashâb-ı kirâmın önemi büyüktür. Bu ehemmiyete sarıldığımız anda ahiret hayatımız da kolaylaşacaktır.
En sevdiğiniz sahabeyi ve Ashab-ı Kiram zamanında en çok hoşunuza giden hadiseyi sebebiyle beraber anlatır mısınız?
Bu soruyu gençlere sıkça sorarım. "En sevdiğiniz sahabî kimdir?" sorusuna verilen cevap, karakterlerini de yansıtır. Hangi sahabîyi seviyorsanız, mizacınız da ona yakındır. Mesela Hz. Ebubekir'i sevenlerde sadelik, sadakat, teslimiyet öne çıkar. Hz. Ömer'i sevenlerde ise celallilik ve adalet duygusu baskındır. Bu soru üzerinden insanları tanımak mümkündür.
Bana gelince, iki isim dikkatimi çeker: Hz. Ebubekir ve Huzeyfetü’l-Yemânî. Huzeyfetü’l-Yemânî'ye karşı özel bir bağlılığım var, sebebini tam bilemesem de anlatmaktan büyük keyif alıyorum. Ancak gönlümde en önde Hz. Ebubekir gelir. Hz. Ebubekir'i şöyle tarif ederim: Allah Resûlü'ne birçok mucize verilmiştir, bunların en büyüğü Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân’ın mucizesi sahabîlerdir; sahabîlerin en büyük mucizesi ise Hz. Ebubekir'dir. Ayrıca aile büyüklerimizden gelen Hz. Ebubekir'e olan intisap da bu muhabbeti kuvvetlendirmiştir.
Hz. Ebubekir’in beni en çok etkileyen özelliklerinden biri Allah Resûlü'ne olan tam teslimiyetidir. Bir olayda Allah Resûlü, bir adamın hayvanına vurmasını ve hayvanın dile gelip sahibine, "Allah beni sana zulmetmen için göndermedi." demesini anlatır. Ashâb-ı kirâm şaşkınlıkla birbirine bakınca, Allah Resûlü, "İnanmadınız mı?" der. Ashâb-ı kirâm, "Vallahi Ebubekir de, Ömer de inandı." der. Oysa Ebubekir ve Ömer o mecliste yoktular. Tebük Gazvesi öncesinde Hz. Ebubekir, bütün malını getirip Allah Resûlü'ne verir. "Ey Ebubekir, kendine ne bıraktın?" sorusuna "Allah ve Resûlünün sevgisini." cevabını verir. Bu, aşkın zirve noktasıdır.
Bir başka olayda ise Mekke döneminde inen bir ayetin işaretiyle, Allah geçmiş ümmetlerde canlarını feda edenleri anlatınca, Hz. Ebubekir, "Ya Resûlallah, vallahi sen canımı isteseydin verirdim." der. Allah Resûlü de, "Biliyorum ey Ebubekir, isteseydim verirdin." buyurur. Bu söz, Hz. Ebubekir’in teslimiyetinin ispatıdır.
Bu sebeple Hz. Ebubekir bende çok özeldir. Elbette diğer sahabîlerden de Habbâb bin Eret’ten, Abdullah bin Mes'ud'a; Hz. Âişe validemizden, Hz. Hatice validemize kadar alınacak nice dersler vardır. Ancak Hz. Ebubekir ve Huzeyfetü’l-Yemânî gönlümde çok daha derin bir yere sahiptir.
Salih Mirzabeyoğlu'nun “Sahabîlerin Rolü ve Manası” kitabını inceleyebildiniz mi?
Kitabı henüz okuma fırsatım olmadı fakat yakın zamanda okuyacağım. Sahabe üzerine yazılmış en güzel ve kıymetli eserlerinden birisi olduğuna gönlüm mutmaindir. Daha önceden Kumandan’ın okumuş olduğum bir kitabına münhasıran bu ifadeyi kullandım. “Parakuta” kitabı, benim para üzerine şu vakte kadar okumuş olduğum en kıymetli eserlerden biri, hatta en iddialı eser diyebilirim. Bunu da bir okur kültürüyle, babası kütüphaneci olan, çocukluğumdan beri kitaplarla haşır neşir olan bir kardeşiniz olarak söylüyorum; hakikaten Salih Mirzabeyoğlu'nun bu konudaki kalemi, fikri, mücadelesi bizlere de yol gösteriyor. Rabbim kendisinden ebeden ve ezelen razı olsun. Allah kendisini yeryüzünde en çok sevdiği Peygamberimiz Efendimize ve akabinde Ashab-ı Kiram'a da yoldaş eylesin.
Toplumumuzda ahlâkî yozlaşma ve içtimaî çürüme bize vahim bir manzara bırakmış durumda. Cahiliye devrinden sonra Peygamberimize nübüvvet gelmesi ve sahabîlerin hayatlarından ilhamla, bu felaketten nasıl çıkılabileceğini düşünüyorsunuz?
Bunun benim nazarımda tek cevabı var: Allah Resûlü'nün kutlu hayatına sarılarak bu bozulmadan net bir şekilde kurtulabiliriz. Allah Resûlü'nün hayatı, fert olarak şahsiyet, toplum olarak medeniyet kazandırır. O hayatın meseleler karşısındaki bakışını, çözüm yollarını ve Ashâb-ı kirâmı nasıl yetiştirdiğini zerre kadar incelersek, bugün de aynı etkiyi Allah'ın izniyle görebiliriz.
Sahabîlerin cahiliye dönemine şahitliklerinden bir örnek: Hz. Ömer şöyle der: “Cahiliye döneminden iki şeyi hatırlarım; birine gülerim, birine ağlarım. Helvadan put yapar, acıkınca yerdik; buna gülerim. Kız çocukları diri diri gömülürdü; bunu hatırladıkça ağlarım.”
Hz. Ömer burada toplumun durumunu tasvir eder, şahsi bir günahı anlatmaz. Zaten Hz. Hafsa validemiz onun kızıdır ve Allah Resûlü'ne zevce olmuştur.
Bir başka örnek: Mescid-i Saadet'te Allah Resûlü'nü beklerken küçük abdestini mescidin ortasına yapan bedevî. O kadar temel bir adabı bilmeyen bir toplumdan bahsediyoruz. Miras, aile, insanlık ve ahlak hukuku yok olmuştu. İşte bu ortamda Allah Resûlü, Necip Fazıl'ın deyimiyle, "Durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokaktır!" dercesine toplumun gidişatını durdurdu ve Ashâb-ı kirâm gibi muazzez bir nesil inşa etti.
Bir örnek de Ebu Ubeyde bin Cerrah üzerinden verelim: Suriye'de fetih sonrası Müslümanlar cizye alarak gayrimüslimleri koruma altına almıştı. Ancak Rum ordusunun tehdidiyle, koruyamayacaklarını anlayınca Ebu Ubeyde, bütün gayrimüslimlere ödedikleri cizyeyi iade etti. Normalde savaş bahanesiyle cizye gasp edilebilirdi, fakat Allah Resûlü'nün terbiyesinden geçmiş bu nesil, düşman karşısında bile adaleti elden bırakmadı.
Bugün bazı çevreler İslam'ın kadına değer vermediğini iddia ediyor. Oysa Allah Resûlü, kadının yok sayıldığı bir toplumdan kadınları baş tacı eden bir toplum inşa etti. Örneğin, Resûlullah, kızı Hz. Fatıma içeri girdiğinde ayağa kalkar, ona "Babasının annesi" derdi. Eşi Hz. Âişe’ye, "Cennette seninle beraber olacağım için ölüm bana güzeldir." buyururdu. Veda Hutbesi'nde, "Sizin en hayırlınız, hanımlarına en iyi davranandır." diyerek kadın haklarını en üst seviyeye çıkarmıştır. Bu birkaç örnek bile gösterir ki; toplumumuzu yeniden inşa etmek için Kur'an'a hakkıyla sarılmak ve Allah Resûlü'nün hayatını örnek almak zorundayız.
Son bir örnek: Allah Resûlü'nün vefatından kısa süre sonra, Ebu Hüreyre Medine çarşısında, “Allah Resûlü'nün mescidinde miras taksim ediliyor, gidin payınızı alın!” der. Sahabîler gidip namaz, Kur'an, helal-haram sohbeti, Resûlullah'ın hayatını anlatan dersler görürler. Ebu Hüreyre, "İşte Allah Resûlü'nün mirası budur!" der.
Bugün cemiyetimizi ihya etmek istiyorsak, Allah Resûlü'nün mirasına ve Ashâb-ı kirâmın örnekliğine sımsıkı sarılmak mecburiyetindeyiz. Bunu uygulayacak bir sistem, bir dünya görüşü gerekli. Cenab-ı Allah bizlere bunu nasip eylesin.
Son yıllarda Müslüman ebeveynlerden yetişen çocukların deizme, ateizme, agnostizme ve hatta İslam düşmanlığına kaymasının sebebi nedir? Bu gençler nasıl tekrar özüne dönebilir?
Buna uzun uzun cevap verilebilir. Ancak burada iğneyi de çuvaldızı da önce kendimize batırmamız gerektiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı araştırmada, toplumda deizm, ateizm gibi fikirlerin sanıldığı kadar yaygın olmadığı ifade edilmişti. Sonrasında bu açıklamaya ciddi tepkiler geldi. Ancak ben sahada gençlerle birebir yaptığım sohbetlerde bu tespitin doğru olduğunu gözlemledim.
Evet, gençlerde fikrî bir bunalım var. Fakat bu doğrudan deizm ya da ateizm şeklinde değil.
Genç bir soru sorduğunda önce "deizme meyilli" diyorum, soruyu açtıkça "ateizme kayıyor" diyorum, sonunda ehli sünnet temalı bir ifade ile bitiriyor. Gençlerde asıl problem, neye inandıklarını tam olarak bilmemeleri.
Birçok genç "Allah'a inanıyorum." diyor, fakat Şeriat, Resûlullah'ın hayatı ve İslam'ın getirdiği güzellikler sorulduğunda "Allah var ama gerisi yok." diyebiliyor. İnancın adını, temelini dahi bilmiyorlar. Bazısı kendini artist sanıyor ama sorguladığınızda inançla bağı tamamen kopmuş değil.
Bu karışıklığın bir sebebi de biziz. Hocalarımız, sahnede veya kürsüde güzel konuşuyor; ancak anlattıklarıyla yaşadıkları uyumlu olmayınca gençler bu çelişkiyi görüyor ve hem hocalardan hem dinden soğuyorlar. Vaazlarda İslam'ın güzellikleri anlatılıyor, fakat sahneden inince bunların izini bulamayan genç, "Nerede iman, nerede tavsiye ettikleriniz?" diye sorguluyor. Aslında sorun, İslam’ı tam manasıyla yaşayamayan Müslümanlarda. Ve bu hocalar asıl anlatılacak meseleleri kaçırıyorlar. Kısacası gençlerde iman sorunu değil, rol model sorunu var. Anlatılan İslam ile yaşanan İslam farklı olunca gençler inançsızlığa sürükleniyor. Evet, sıkıntı büyük. Bu gençlik, eğitim-öğretimden başlayarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesinden günümüze kadar geçen yaklaşık 100 yıllık süreçte her yönden yara aldı. Çevresinden, ailesinden, okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden, gittiği tiyatrolardan darbe aldı. Bu kadar yara almış bir genç, farklı fikir akımlarına ve fraksiyonlara kaymış olabilir. Bir bunalım çağından geçiyor olabilir. Bunu kabul ediyorum. Fakat bu girdaptan gençleri çıkaracak tek kaynak yine İslam'dır. Bunun örnekleri de vardır. En bariz örneklerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir. Geçirdiği buhranlı dönemden İslam'la, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'nin eliyle kurtulmuştur. Nurettin Topçu da aynı şekilde, Abdülaziz Bekkinê Hazretleri'nin eliyle toparlanmıştır. O yüzden günümüz için de tekrar etmek lazım: Söylemlerimizle eylemlerimizi bir tutacağız. İslam'ın ve Kur'an'ın o nahif diline sarılacağız. Güncel dil başka, savaş dili başka. Gençliği kurtaracak olan ise doğru bir güncel dildir.
Bugün ciddi problemlerimiz, büyük dertlerimiz var. Gazze kanayan yaramız. Doğu Türkistan, Bangladeş, Sudan, Yemen... Ümmet coğrafyasının dört bir yanında çok büyük acılar var. Bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu Allah Resûlü'nün hayatına ve Kur'an'a sımsıkı sarılmaktan geçer. Kur'an'a ve Resûlullah'ın sünnetine hakkıyla tutunan kurtuluşa rahatlıkla erişir.
Özellikle Gazze meselesinde yapılması gereken açıktır: Allah Resûlü Medine'ye geçtiğinde Yahudilerle nasıl bir strateji uyguladı, nasıl bir yöntem izledi? Bunu doğru okuyabilirsek, bugün Yahudi meselesi de Gazze meselesi de çözülür. Çünkü Allah Resûlü hayatında bütün bu uygulamaları ortaya koydu. Bu yüzden "Allah Resûlü bugün olsaydı ne yapardı?" sorusu yanlış bir sorudur. Çünkü o, yapılması gereken her şeyi yapmış, söylenmesi gereken her şeyi söylemiştir. Bizim bugün yapmamız gereken şey, onun hayatına bakarak doğru adımlar atmak, doğru hareket metodları geliştirmektir. Allah Resûlü'nün istikametine sarılalım, Kur'an’a hakkıyla teslim olalım, Ashâb-ı Kirâm'ın izinden gidelim. Cenab-ı Allah vallahi bize hiç ummadığımız yerlerden çok muazzam çıkış yolları açacaktır.
Gazze halkına ve Gazze mücahitlerine baktığımızda o ruhu görüyor muyuz?
21. yüzyılda sahabî olma ihtimali yok. Ancak sahabîleri andıranlar var diyebiliriz. Allah Resûlü zamanında Ashab-ı Kiram, "Ya Resûlallah, kardeşlerin kimdir?" diye sorduğunda, Allah Resûlü şöyle buyurdu: "Beni görmeden iman eden, bana teslim olan, bana itaat eden ve beni sevenlerdir." Ashab-ı Kiram, "Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" deyince, "Siz benim ashabımsınız." buyurdu. İşte bu tarifin bugünkü muhatapları kimdir derseniz, ben derim ki: Gazze'deki kardeşlerimizdir. Allah Resûlü'nün "kardeşlerim" dediği vasfa onlar ulaşmıştır.
Onlar destan yazıyorlar ve bizler de onların mücadelesinden kendi hayatımıza örnekler almak zorundayız.
Onlar Allah Resûlü'nün kardeşleri. Biz de bu yolda mücadele eden bir topluluğuz. Ashab-ı Kiram'ın savaş ahlakını Ebu Ubeyde bin Cerrah'ın örnekliğinde görüyoruz. Bugün Gazze’de de aynı ahlâkı görmekteyiz. Bir esir takasıyla, savaş hukukunun nasıl olması gerektiğini, Allah’a teslimiyetin nasıl yaşandığını Gazzeli mücahitlerden öğrendik. Üç yaşındaki çocuktan doksan yaşındaki amcaya kadar hepsinde teslimiyet ve Resûl'e bağlılık var. Kendi adıma, sahabe sevgisinin büyüklüğünü geçmişte sorguladığım zamanlar oldu. Ancak Gazzeli kardeşlerin bu çağda yazdığı destanları görünce, Ashab-ı Kiram'ın sevgisinin kat kat daha büyük olduğunu anladım. Evet, günümüzde Ashab-ı Kiram yok. Ama Allah Resûlü'nün "kardeşlerim" dediği insanlar yaşıyor ve onlar Gazze'dedir. Bu kardeşlerimiz Allah Resûlü'nün tarifine münhasır olarak mücadele ediyorlar. Ashab-ı Kiram nasıl Allah Resûlü tarafından Nebevî potada yetiştirildiyse, Gazzeli mücahitler de o öğretilerle yetişmişlerdir. Üç yaşındaki bir çocuk "Hasbünallahu ve ni'mel vekil" diyorsa, bu Mekke döneminin sabrını, teslimiyetini gösteriyor.
Bugün Gazze Mekke sürecini yaşıyor. Yakında, inşallah, Medine sürecini de yaşayacaklar. Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i aşacaklar ve sonunda Allah onlara Gazze’nin ve Kudüs’ün fethini nasip edecek. Biz belki o günleri göremeyeceğiz, ama o sadakatli topluluk Allah'ın izniyle zaferle şereflenecek. Bugün onların hayatında Ashab-ı Kiram’ın izlerini görüyoruz. Allah, bizleri onlara da layık topluluklar etsin.
Amin, teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 39. Sayı Mayıs 2025