Muzaffer Doğan kimdir?
1954 yılında Nevşehir’de doğdu. Nevşehir Lisesi’ni bitirdikten sonra Erzurum İslâmî İlimler Fakültesi’ne girdi. Ancak bir süre tutuklu kalması sebebiyle eğitimini yarıda bırakıp Gazi Eğitim Enstitüsü’nü tamamladı. Ardından Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans eğitimini aldı. Bir süre Nevşehir Belediyesi’nde çalıştı. Hak-İş Konfederasyonu’nda idare amirliği yaptı. İstanbul’da çeşitli liselerde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği görevinde bulundu. Lise yıllarından itibaren siyasi ve kültürel faaliyetlerde aktif rol aldı. Ülkü Ocakları, Millî Türk Talebe Birliği ve Akıncılar Derneği’nde şube başkanlıkları yaptı. Nevşehir Kurugöl kasabasında ve İstanbul Bahçelievler’de Refah Partisi’nden belediye başkanlığı yaptı. Birlik Vakfı Genel Merkezi Öğretmenler Kulübü Başkanlığı ve Eğitimciler Birliği İstanbul Şube Başkanlığı görevlerini yürüttü. Necip Fazıl Kısakürek Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucuları arasında yer aldı. Ayrıca Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şube Başkanlığı yaptı. Nevşehir’de “Genç Adam” isimli haftalık bir gazete çıkardı. Milli Gazete, Yeni Devir, Vakit, Diriliş Postası gibi gazetelerde; Cuma, Yedi İklim, Türk Edebiyatı ve Ay Vakti dergilerinde edebî ve siyasî yazılar kaleme aldı. “Sakın Laiklere Refah Partisi’nden Belediye Başkanı Olduğumu Söylemeyin!”, “Hz. Ömer” ve “Necip Fazıl Kısakürek: Buz Dağını Eriten Deha” isimli kitapları vardır. Necip Fazıl üzerine “Necip Fazıl Konuşmaları” ve “Büyük Doğu Okumaları” başlıklı yüzlerce program düzenlemiştir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Yazmış olduğunuz “Hasreti Ömer” eseri üzerine neler söylemek istersiniz? Bu eser neyi anlatıyor ve ismini niçin Hasreti Ömer olarak seçtiniz? Eseri kaleme alırken hangi kaynaklardan, manevi iklimlerden beslendiniz?
Bu eser, yaklaşık 30 yıl önce bir yayınevinin talebi üzerine kaleme alınmıştı. 5000 kadar basıldığını söylemiştiler. Zamanla eseri yeniden ele alma isteğim doğdu. Bir yayınevi fırsat verdi, eserin adını değiştirdim. Kitabı talep eden Okur Yayınları; ilim, sanat, kültür, roman, hikâye, deneme ve biyografi gibi alanlarda yayın yapan bir yayınevi. Benim kitabıma da biyografi alanında talip oldular. İçime bir his düştü, adeta rüya gibi bir hal yaşadım. Dedim ki: Türkiye’de her köşe başında ezanlar okunuyor, camiler cuma günleri dolup taşıyor ama İslâm'ın ruhu, devleti, adaleti yok. İslâm ahkâmı hâkim değil. Herkes “Müslüman’ım” diyor ama İslâm'ın gerçek manası eksik. Dünyada da büyük bir adalet ihtiyacı var. Bunu hissettim, gördüm. Bu duygularla eserin adını "Hasreti Ömer" yaptım. Hazret-i Ömer’deki "Z" harfini kaldırıp "S" koydum; böylece bir anlam derinliği katmak istedim. Yayıncı da kapakta adalet terazisi kullandı.
Kitabın adı “Hazret-i Ömer” değil, “Hasreti Ömer”dir. Yani onun kaşına gözüne değil, adaletine duyulan bir hasrettir. Kaş göz herkeste olur; diktatörlerde de olur. Bizim hasretimiz adaletedir. "Hasreti Ömer" kim? Elbette Hz. Ömer, Resûlullah’ın yakın dostu. Mekke’de İslâm’a girdi, Medine’ye hicret etti. Orada Resulullah bir devlet kurdu, adaleti temel prensip yaptı. Resulullah’ın vefatından sonra Hz. Ebubekir halife oldu ve yaklaşık iki yıl zor şartlar altında hilafet görevini sürdürdü. Ardından Hz. Ömer halife oldu. On buçuk yıl devlet başkanlığı yaptı. İslâm Devleti onun zamanında 4 milyon km²'ye ulaştı. İslâm artık Asya’da ve dünyanın başka bölgelerinde hissedilir hale geldi. Hz. Ömer denince akla ilk gelen kavram, adalet oldu. Bugün bile dünyanın dört bir yanında -ister Müslüman ister gayrimüslim ülkelerde olsun- “Hazret-i Ömer” denildiğinde, mürekkep yalamış herkesin aklına önce adalet geliyor. Adaletin uygulandığına dair, adaletle anılmasını sağlayan ve bu süreçte geçtiği evreleri gösteren bazı tablolar yer verdim. Eseri bitirirken, faydalandığım kaynaklardan da bahsedeceğim. Bu kitabı bir roman olarak yazmadım. Bu bir ilmî eserdir. Kendi adıma birtakım kaynaklardan faydalandım ve kısaca bunları arz etmek isterim: Ahmet Cevdet Paşa, Abdülhamid döneminin büyük devlet ricalindendir ve önemli eserler bırakmıştır. En başta faydalandığım “Kısas-ı Enbiya, Tevarih-i Hulefa” gibi eserleri vardır. Ahmet Özel’in “İslâm hukukunda ülke kavramı” kitabı, Ali Himmet Berki’nin “Hatem’ül Enbiya” kitabı, Belazuri’nin latinize edilmiş “Fituhul-Buldan, Ensâbül-Eşrâf” kitapları, İmam Buhari’nin “Camiü’s-Sahih”i, Elmalılı Hamdi Yazır’ın kitapları, Eyüp Sabri Paşa’nın “Miratül-Harem”, Ebu Yusuf’un “Mirat’ül Harac”, Heyet tarafından hazırlanan “Sahabiler Ansiklopedisi” gibi önemli eserler de faydalandığım kaynaklar arasında yer alıyor. Biyografik bir eser olduğu için, Necip Fazıl Kısakürek’in “Çöle İnen Nur” adlı eserine de değinmek isterim. O, Resulullah Efendimizin hayatını son yıllarda aşkla vecdle anlatan en mükemmel eser olarak bana göre öne çıkıyor. Çöle İnen Nur'un alt başlığı, "Çöle ve Bütün Zaman ve Mekâna İnen Nur" insanı adeta Mekke ve Medine’ye, Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’in dönemine götürüyor. Ayrıca Necip Fazıl, Peygamberimizin hayatını anlatan 63 Levha adlı şiir kitabında, 40. şiirinde Hz. Ömer’i ele alır. Hz. Ömer'in Müslüman oluşu, İslâm tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. O dönemde Hz. Ömer, puta tapan, çok şiddetli bir insandı. Herkes ondan korkardı. Hz. Hamza ile birlikte güç, cesaret ve kuvvet denince ilk akla gelen isimlerdendi. Bir gün, öfkeyle Resulullah’ı öldürmeye karar verir. Bu süreci Necip Fazıl'ın şiirinde anlatan "Ömer Müslüman Oldu" dizesi şöyle devam eder:
"Bir gayp zaman oldu
Ortalık duman oldu
Bildikler düşman oldu
Havuzlar umman oldu
Ömer Müslüman oldu
Sözü sözdü, gerçekti
O’nu öldürecekti”
O kim? Resulullah. Delice bir karar veriyor. Ebu Cehil kışkırtıyor, “Ya Ömer, sen Mekke’nin Kureyş’in en cesur adamısın. Görmüyor musun Muhammed’i? Gençlerimizi çeliyor, ahlaklarını bozuyor. Ne güne duruyorsun?” diyor. Ömer de delice bir karar verip haşa efendimizi öldürecek. Bu dizeler de onu anlatıyor:
“Sözü sözdü, gerçekti
O’nu öldürecekti
Ömer kılıcı çekti
Göklerden ferman oldu
Ömer Müslüman oldu.”
Hz. Ömer, Resulullah'ı öldürmeye gitmek üzereyken, yolda bir sahabe (Müslümanlığı henüz gizli) karşısına çıkar ve ona, "Öfken ne? Nereye gidiyorsun?" der. Ömer, "O dinimizi bozan Muhammed var ya onu öldüreceğim." der. Sahabe, "Senin kız kardeşin Fatma ve enişten de Müslüman olmuş," der. Hz. Ömer hemen yönünü değiştirip kız kardeşinin evine yönelir. İşte şiirde tam burası anlatılıyor:
“Ona yolda bir adam
Dedi vurmaksa meram
Senin kardeşin İslâm!
Olanlar yaman oldu
Ömer Müslüman oldu
Kızkardeşi! Hakikat!
Müslüman mısın?.. Tokat!
Kan içinde bir surat!
Sonunda pişman oldu
Ömer Müslüman oldu.
O ses, sokağa vuran
Nedir?.. İşte bak, Kur’ân!
Baktı, çarpıldı bir ân…
İçi süt liman oldu.
Ömer Müslüman oldu.
Kur’ân, esrar oluğu...
Sonsuzluğun soluğu…
Gösteren ok, kulluğu…
İnkârı iman oldu.
Ömer Müslüman oldu.”
Yani bu röportajda hiçbir şey konuşmasak, sadece bu şiiri okusak bile maksat hasıl olurdu gibi geliyor. Ama tabii Hz. Ömer’i anlatmak için sadece 200 küsur sayfalık bir kitap yetmez. Ciltlerce, hatta bir kütüphanelik eser gerekir. Fakat Müslüman feraset sahibidir. Hz. Ömer'in birkaç kıssası bile onun ne denli büyük bir şahsiyet olduğunu anlamaya yeter. Resulullah’ın tebliğ ettiği İslâm’ın, Kur’an’ın hayatı nasıl değiştirdiğini, Medine’de kurulan İslâm devletinin bütün insanlığa yayılışını; dört halife devrini, Emevî ve Abbâsî dönemlerini, ardından İslâm sancağının Selçuklular ve Osmanlılarla yeryüzüne nasıl yayıldığını düşündüğümüzde, İslâm’ın dünyaya kazandırdığı şeylerin azımsanamayacağı ortadadır. Ancak 20. yüzyıl itibarıyla İslâm sancağı yere düşürülmüştür. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri son halifedir. Ardından gelen kardeşi Vahdettin Han da resmen halifedir. Ondan sonra da sadece halife sıfatıyla Abdülmecid Efendi gelir. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte İslâm devleti ve hukuku rafa kaldırıldı. Ezan bile yasaklandı. Bu yasak, ancak 1950’lerde Menderes döneminde kaldırıldı. 1932’de, dönemin ilk cumhurbaşkanı zamanında, ezan Türkçeye çevrilerek "Tanrı uludur" şeklinde okunmaya başlandı. Bu konuda Üstad’ın bir esprisi vardır: Peyami Safa ile birlikte Sultanahmet Meydanı’ndan geçerken, camiden Türkçe ezan duyulunca, "Dostum görüyor musun? Allah öyle uludur ki adamı böyle ulutur" demiştir. Bugün Türkiye'de ezan asli haliyle okunuyor, bu elbette sevindirici. Ama mesele sadece ezanın Arapçasıyla okunması değil. Asıl mesele, İslâm hukuku nerede? Bugün Roma hukuku uygulanıyor. Batı'nın kurumları getirildi, İslâmî müesseseler kaldırıldı. Giyimden aileye, devlete, eğitime kadar tüm yapılar Batı esaslı oldu. Bugün pek çok Müslüman’a İslâm hukuku denilse, “Ne hukuku kardeşim? Git namaz kıl, oruç tut, Kur’an oku” diye karşılık veriyor. Onlara göre İslâm sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi ritüellerden ibaret. Oysa Hz. Ömer’i anlamak, İslâm’ın tamamını anlamak demektir. Ben kitapta bunu anlatmaya çalıştım.
Hz. Ömer üzerine yeterince çalışma var mı? Bu eser diğer çalışmalara da örnek teşkil etmeli mi?
1960’larda köyde büyüyen biri olarak ne Hz. Ömer’i ne Necip Fazıl’ı tanıyordum. Zamanla İslâmî kitaplarla, özellikle Üstad’ın eserleriyle tanıştım. Öğretmenlik yaptım, belediye başkanlığı görevinde bulundum; her aşamada İslâm’ın bir bütün olduğunu kavradım. İslâm sadece ferdî ibadetlerden ibaret değildir; hukuk, eğitim, sosyal düzen gibi alanları da kapsar. Ancak Cumhuriyet dönemi laik eğitim sistemi bu bütünlüğü dışlamış, İslâm’ı sadece halk inancı gibi göstermiştir. Oysa Müslüman münevverlerin yetişmesi gerekir.
Hz. Ömer’in büyüklüğü, sadece bir yönetici olmasından değil, Kur’an ve sünneti hayata geçiren bir adalet önderi olmasındandır. O bir medeniyet modelidir. Bugün onun çizgisini sürdüren liderler yok denecek kadar az. Onun hilafet anlayışı, Resulullah’tan başlayan ve Alparslan, Gazneli Mahmud, Osman Gazi, Fatih, Yavuz, Kanuni ve Abdülhamid Han’la devam eden bir zincirin parçasıdır. Bu zincirin en parlak halkalarından biri Hz. Ömer’dir. Onun 10,5 yıllık yöneticiliğinde gönderdiği emirnameler, adalet anlayışı ve yönetim tarzı bu eserde ortaya konuluyor. Dolayısıyla bu eser, sadece Hz. Ömer’i değil, bir medeniyet fikrini anlamak açısından da örnek teşkil etmelidir.
Sizce Hz. Ömer devri günümüze ne söylüyor, ne anlatıyor?
Bugün demokrasi, dünyaya ideal sistem gibi dayatılıyor. Oysa bana göre demokrasiler en kötü rejimlerden biridir. Ben bir Müslüman olarak antidemokratım. Ne demokrasiye ne cumhuriyete ne sosyalizme ihtiyacımız var. Bizim vahye dayalı bir dünya görüşümüz var. Bu bağlamda, Necip Fazıl “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde İslâm’ı ideolojilerin ötesinde bir sistem olarak tanımlar. Onun ardından gelen mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da bu fikri “Başyücelik Devleti” kavramıyla şerh eder. Necip Fazıl “Bu kitabı yazmak için yaratıldım” der. Ama birçok kişi onu sadece bir şair sanır. Oysa o çağların en büyük fikir adamlarından biridir. “Çile” şiirinde de şöyle der: “Ver cüceye onun olsun şairlik; şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.” O büyük sanatkârlık İslâm davasının çilesini çekmekte, bu uğurda bedel ödemektedir. Mirzabeyoğlu da bu çileye talip olmuş, yıllarca hücrede kalmıştır.
Hz. Ömer denince mesele sadece tarihten ibaret değildir. O, bugüne adalet, devlet ve İslâm adına çok şey söyler. Belediye başkanlığı yaptığım dönemde “önce ahlâk ve maneviyat”, “adil düzen” diyorduk. Bazıları buna itiraz etti: “Bu adalet anlayışı cumhuriyet sistemiyle çelişiyor” dediler. Evet, çelişiyor. Çünkü biz inkılapçı bir zihne sahibiz. Her Müslüman, her namaz kılan, oruç tutan, “ben Müslümanım” diyen kişi inkılapçı olmak zorundadır. İslâm’ın tamamına talip olmalıdır. Zira İslâm bölünmez bir bütündür: hukukuyla, aile yapısıyla, iktisadi anlayışıyla... Kimse Allah’ın dinini bölmeye cesaret edemez. Bölmeye kalkışan, kendini helak eder. Hz. Ömer bize adaleti öğretmiştir; hem de müşahhas (somut) olarak. Bu kitapta, o engin denizden bir maşrapayla su aldım ve dedim ki: “İslâm’ın adaleti işte budur.” Resulullah’tan sonra, Hz. Ebubekir’in ardından gelen büyük devlet adamı Ömer, ilk İslâm devletini kökleştirmiş, adaleti yaşamış ve yaşatmıştır. İslâm uygulandığında kendini gösterir; tıpkı doğan güneşin yavaş yavaş ortalığı aydınlatması gibi. Güneş nasıl hem ısıtır hem aydınlatırsa, İslâm da insanı her yönüyle ıslah eder. Dağdaki çobandan devlet başkanına kadar herkes adalet çizgisinde buluşur. Adalet, en çok da devlet başkanına yakışır. Çoban güttüğü sürüye müşfik davranmalı, hakkını yememeli, onu iyi beslemeli, işini hakkıyla yapmalıdır. Devlet başkanı da Hz. Ömer gibi kibirlenmeden halkın derdiyle dertlenmeli, acısını paylaşmalı, sevincine ortak olmalı, toplumuyla bütünleşmelidir. Bugün cumhuriyetlerde, demokrasilerde yüz türlü anlayış var. Hangi demokrasiyi esas alacaksınız? Rusya’nın mı, Fransa’nın mı, Çin’in mi, Türkiye’nin mi? Yoksa İsrail’in zalim Netanyahu demokrasisini mi? O adam bile kendine demokrat diyor. Amerika’daki manyak adam da tekrar seçildi, mazlum halkları inim inim inletiyorlar. Ben sıradan bir Müslümanım ama uykularım kaçıyor. Bombaları duymuyorum ama görüyorum. Kadın, çocuk, yaşlı demeden öldürülüyorlar. Dünyayı yönetenler sessiz. Demokrasi diyorlar, medeniyet diyorlar. Ama ortada ne adalet var ne hukuk. Eski Roma hukuku, Yunan felsefesi ve bozulmuş Hristiyanlıkla harmanladıkları bir sistem kurmuşlar. Bize de bunu 100 yıldır yutturmaya çalışıyorlar. Ne oldu? Kurtulduk mu? Mustafa Kemal’i “kurtarıcı” diye tanıttılar. Bu sebepten diyorum ki, 5816 kaldırılsın, o zaman Türkiye Cumhuriyeti’ne ne getirildiğini açık açık konuşalım. Üstad diyor ki bir şiirinde: “Bir gün bu gidişle çatlarsa yürek, dile vurdukları perçimden gelir.” Siz 5816’nın anahtarını atın kenara, kaldırın. Millet hür ve müstakil bir şekilde konuşsun. Medenice tartışalım televizyonlarda, orada burada. Kavgaya, gürültüye gerek yok. Biz “İslâm” diyelim, “adalet” diyelim, “Kur’an”, “sünnet” diyelim. Onlar da “demokrasi”, “Kemalizm”, “laiklik” desin. Tartışalım. Halk seyretsin, aydın geçinenler dinlesin. Sonunda hükme varsınlar. Böyle bir ortam var mı Türkiye’de? Yok. Daha ilkokulda, Müslüman halkın çocuğunu alıyorsun. Beş yıl boyunca çocuğun kafasına “kurtarıcı” denilen şahsı işliyorsun. Yaratıcıyı unutturuyorsun. Sıradan bir ölüye yaratıcı sıfatları yüklüyorsun. Çocuk Allah’ı, Peygamberi unutuyor. Din dersi varsa da garnitür gibi duruyor, etkisi yok. Ortaokul böyle, lise böyle... Üniversiteye gelen adama da bir şey anlatamazsın. Çünkü o artık zıpkın gibi olmuş. Ben üniversite mezunuyum, rahat konuşuyorum: Adam sıfır olup çıkıyor. Tabii müspet olanlar istisna, başımızın tacı. Sen ne verdin? Milyonlarca öğrenci senin okullarında. Türkiye 100 milyona yaklaşan nüfusa sahip. Resmî rakamlara göre 22 milyon öğrenci var. Bunlar ilkokuldan liseye kadar bu kafa karışıklığının muhatabı. Kafası karışık, pırıl pırıl gençler ama kızamıyoruz onlara. Zaten kızma hakkımız da yok. Yıllarca öğretmenlik yapmış, hâlâ eğitimciliğini sürdüren biri olarak söylüyorum: Bu çocuklar öğütülüyor. Eti kıyma yapar gibi... Eğitim sistemi öğütüm sistemine dönmüş. “Milli Eğitim” diyoruz ama neyi milli? Millilik vasfı kalmamış. İlkokul, ortaokul, lise... Gençler öğütülüyor. İslâm’dan, hayattan, insaniyetten koparılıyor. Onlara kibir, vitrin, sahte vizyon yükleniyor. Okullar iman ve ahlâk karşıtı ocaklara dönmüş. Üstad bir yerde diyor: “Okul, mektep, isyan ocağı; imana ve ahlâka...” Bugün böyle işte. Üniversiteye gelirsek... Üç tür üniversite var: devlet, vakıf ve özel. Hele özel üniversiteler tamamen gereksiz. Devlete ve iktidara yakın kişiler kredi alıyor, üniversite açıyor, diplomayı dağıtıyor. Sonra öğrenci bulamayınca iflas gösterip kapanıyorlar, kredinin üstüne de yatıyorlar. Gençler bu çarkta oyuncak olmuş. Verdiğin diplomayla doktor, avukat, mühendis, öğretmen yapıyorsun ama ruh vermiyorsun. Şahsiyet, tarih, ahlâk aşılamıyorsun. Tüm üniversiteleri suçlamıyorum, elbette güzel yetişen gençler var ama bunları üniversite değil, belki bir vakıf, bir dernek ya da ailesi yetiştiriyor. Fakat milyonlarca genç, küfrün girdabında çırpınıyor. Akıntıya kürek çekiyor. Adaletin olmadığı yerde hayat, aile hayatı, kardeşlik, merhamet ve birçok kıymet yoktur. Hz. Ömer’in döneminde, adalet sadece devlet başkanının değil, şahsî hayatının bir parçasıydı. Adalet, insanın özüdür ve toplumun her alanına sirayet etmesi gerekir. Bugün de havaya, suya muhtaç olduğumuz gibi, adalete muhtacız. Siyasetle ilgilenmeye lise yıllarımdan itibaren başladım. İstanbul Bahçelievler’de doğup büyüdüm, devlet adamlarıyla ilişkilerim oldu. Cumhuriyet Halk Partisi ve Menderes’in Demokrat Partisi’nden sonra, Adalet Partisi kuruldu. Demirel’in döneminde adalet hiç gerçekleşmedi, sadece partinin ismi adaletle anıldı. Adalet Partisi kapatıldı, partinin adı "Doğru Yol" oldu ama doğrulukla ilgisi yoktu. Sonra Anavatan Partisi kuruldu, Demirel sahneden çekildi, Özal geldi. Bugün Türkiye’yi yöneten partinin adı "Adalet ve Kalkınma Partisi". "Adalet" kelimesi, Refah Partisi’nin "Adil Düzen" anlayışından alınmıştı. Ancak, partinin ismi adalet olsa da gerçek adalet tecelli etmiyor. Halkın beklentisi, adaletin hemen sağlanacağı yönünde ama bu yanlış bir algıdır. Demirel'in Adalet Partisi, "Allah, Peygamber Partisi" adı altında dindar halkı kandırarak iktidara gelmişti. Adalet, sadece tabela isminde değil, özde de var olmalıdır. İmam Hatipli bir insan olarak güzel bir şekilde Kur'an okuyor. Ancak, Kur'an okunduğu sürece, onun adaleti hayata geçirilmezse, bu yalnızca bir okuma olarak kalır. Camilerde ve Kur'an kurslarında Kur'an okunuyor, fakat eğer Kur'an'ın adaleti hayata geçirilmezse, ekonomik sistemde faiz kaldırılmazsa bir manaları kalmaz. Demokrasinin faizle bir sorunu yoktur. İçki, kumar ve zina ile de demokrasilerin bir mücadelesi yoktur, ama İslâm'ın vardır. İslâm, hâkim olduğu zaman faiz, zina, içki vb. haramlar yasaklanır. İçki üretilmez, satılmaz, faiz asla olmaz. Faizsiz bankalar kurulur. Hz. Ömer, İslâm’ı hayata geçirdiğinde bu yasaklar uygulanmıştı. İslâm, Mekke'de müşrik bir toplumda doğdu. İçki, kumar ve zina vardı. Ama İslâm gelince, Allah Resulü İslâm’ı ve adaletin temellerini atarak, içkileri dökmek ve faiz alıp vermeyi yasaklamak gibi uygulamalar başlatmıştır. Sahabe, içkilerini dökerken, Mekke sokaklarında şaraplar dökülüyor, faiz yasaklanıyor. Zina da yasaklanarak, insanlara şeref kazandırılmıştır. Hz. Ömer’in bir sözü var, "En büyük şeref kaynağımız Müslümanlığımızdır." İslâm, insanlara tüm güzel vasıfları kazandırır. Müslüman olan kişi, bu vasıfları pırıl pırıl gösterir. İslâm’a, Kur’an’a ve Sünnet’e dayalı bir yaşam, insanı insan yapar. İslâm’ın şerefini yaşamak, Peygamber Efendimizin öğretilerini takip etmek, insanlığa en büyük kazancı sağlar. Hz. Ömer, bunu hayatına geçirmiştir.
Hz. Ömer'in devlet yönetimiyle alakalı içtihatlarının devlet politikalarının uzun yıllar diğer devletler tarafından da aynen uygulandığını görüyoruz. Bununla alakalı yorumunuz var mı? Ne söylemek istersiniz?
Hz. Ömer dönemindeki içtihatların, uzun yıllar başka devletlerce de uygulanması onun adalet anlayışının evrenselliğini gösterir. Bir gün, Hz. Ömer’in hilafeti sırasında, cami yapılmak istenen bir alanın bir kısmının gayrimüslime ait olduğu anlaşılır. Sahabeler arsayı satın almak ister, fazlasını teklif ederler ama gayrimüslim reddeder. Konu Hz. Ömer’e intikal eder, o da “Yıkın” der. Yıkımı gören adam etkilenir, Müslüman olur ve arsayı bağışlar. Bu, adaletin gönül fethettiği örneklerden biridir. Benzer bir olayda, Mekke’de biri fark etmeden bir Suriyelinin eteğine basar. Suriyeli tokat atar, diğeri karşılık verir. Şikâyet üzerine Hz. Ömer olayın adaletle çözüldüğünü söyler. Suriyeli, beklediği ayrıcalığı göremeyince dine küser ve Bizans’a kaçar. Hz. Ömer’in adaleti; soy, mevki, köken farkı gözetmeden herkese aynı ölçüyü uygular. Bugün Türkiye’de adaletin ismi var ama ruhu yok. Dev binalara “Adalet Sarayı” yazılıyor, ama yüz binlerce dava, on binlerce hâkim ve milyonlarca mahkûm var. Oysa Osmanlı’da bir kadı olurdu, mahalleye dava düşmezdi. Çünkü Kur’an ve sünnet yaşanırdı. Cumhuriyet devri, modern bir cahiliye dönemidir. Ne vardı cahiliyede? İçki, kumar, zina, adaletsizlik... Bugün de aynısı. Oysa İslâm, bu karanlığa karşı güneş gibi bir aydınlıktır. Kitabın adı boşuna “Hasreti Ömer” değil; onun adaletine duyulan özlemi yansıtıyor.
Hz. Ömer’in “Bilesin ki ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim!” sözü onun adalet anlayışının derinliğini gösteriyor. Bu devirde böyle bir adalete rastlanmaz. O’nun “Müslümanlığımız en büyük şerefimizdir” sözü de bizim için büyük bir ölçüdür. Müslümanlar olarak –kendime de söylüyorum– bu şerefin kıymetini bilmeliyiz. Her namazımda, “Ya Rabbi, bana İslâm’ın kıymetini bilenlerden eyle” diye dua ediyorum.
Bugün dünyada İslâm Devleti yok. İran, Arabistan gibi ülkeler mezhepçilik ve şekilcilikle oyalanıyor. Müslüman halklar güzel insanlar olabilir ama hepimiz Batı’nın sistemlerine mahkûmuz. İslâm’ı gerçek anlamıyla bilsek, onun aşkına ve vecdine sahip çıksak, Allah bize yeniden Selçuklu, Osmanlı gibi devletler lütfeder. Unutmayalım, Osmanlı en küçük beylikti ama Allah aşklarını ve takvâlarını gördü. “Dest-i takvâ” ile yola çıktılar ve devlet oldular. Bugün “aydın” geçinenler bu ifadeleri küçümser, fakat hakikat, o samimiyette gizlidir.
Gençlik maddenin esiri durumda, âdeta bir yokluğa doğru gidiyor. “İdeolocya Örgüsü”ne bu açıdan baktığımızda Müslüman gence de seküler gence de bu eser nasıl rol model olur?
Bu eser, dünyada eşi benzeri olmayan bir metindir. Batılı bir filozof, böyle bir eseri ortaya koyamaz. Necip Fazıl’ın Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu adlı eseri okununca bu açıkça görülür. Ancak Üstad çokça hayranı olan, az anlaşılan bir mütefekkirdir. Ne yazık ki millet sadece Sakarya şiiriyle sınırlı kalıyor. Oysa Sakarya sıradan bir şiir değildir. "İnsan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya..." derken, hem şiir hem mana zirve yapar. Sakarya'da Kelime-i Tevhid ve Son Peygamber geçer. "Ver cüceye, onun olsun şairlik!" der Üstad ama Türkiye'nin en büyük şairidir. Yahya Kemal, Sezai Karakoç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı da büyüktür ama Necip Fazıl başka bir ölçüdür. O, Sultan-ı Şuara’dır. Bu unvan, hayattayken verilmiştir. İdeolocya Örgüsü’nün önsözünde şöyle der: “Ben bu eseri yazmak için yaratıldım. Diğer bütün eserlerim onun müştemilatı.” Müştemilat, bir merkez yapının etrafındaki yardımcı yapılardır. Yani tiyatroları, hikâyeleri, şiirleri bu eserin çevresinde bir bütünlük oluşturur. Bu kıymeti Üstad'ın kendisi de en iyi bilir. Tiyatro alanında da öncüdür: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Parmaksız Salih gibi eserler Türk sahnesinin temel taşlarıdır. Ben bu eseri gençlere çokça okuttum. İdeolocya Örgüsü, sıradan bir kitap değildir. Günümüzün maddeperest, ister seküler ister muhafazakâr gencine, İslâmî bir fikir ve devlet nizamı olarak teklif eder. Medresede, Kur’an kursunda ya da camide öğrendiğimiz ahlâk, namaz, oruç, zekât elbette doğrudur. Fakat Üstad burada tüm dünya ideolojileriyle hesaplaşır. “Hesaplaşma” adında bir konferansı da vardır. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu eserinde, Batı’yı anlattıktan sonra İslâm’a geçerken der ki: “Sultansız saray olur mu? Gönül, Allah'ın sarayıdır. Orada Allah tecelli edecek.” Yani Allah’ın adaleti, hukuku, merhameti ve kardeşliği hayata yansımalı. Fakat bugün toplumda ibadet var ama faiz, rüşvet, zina, kumar ve israf da var. Zenginle fakir arasında uçurum derinleşmiş. Bu sistem, Batı’nın, daha doğrusu Yahudi sermayenin kurduğu bir düzendir. Bugün Türkiye’de uygulanan faiz sistemi, bizi İsrail’e esir ediyor. İsrail’e öfkeliyiz, ama onların sistemini uyguluyoruz. İşte bu yüzden İdeolocya Örgüsü okunmalı. Özetle, bu kitap vahye dayalı bir İslâm devleti teklifidir. Başlıklardan biri şöyle: "Adımız, davamız, manamız: Büyük Doğu." Üstad burada der ki: "Büyük Doğu, çizmeli ayaklarla dış iklimlere kaba ve nefsani bir yürüyüş değil; rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhani bir seferdir." Bazılarına bu çok ağır gelir: “İçimde ne iklimi varmış yahu?” der. Ama benim zihin ve gönül dünyamda dünya küçülür. Gökyüzü, yeryüzü onun içinde erir. Çünkü insan, Allah’ın halifesidir. İslâm’ı bilen adamın iç âlemi, dünya ve gökten büyüktür. Çünkü dünya sınırlıdır. Üstat bir şiirinde şöyle diyor: “Boşuna gezmişim; yok tabiatta, hiç içimdeki kadar iniş ve çıkış.” Bakın, bu ne derinliktir. İşte bu derinliğin izlerini İdeolocya Örgüsü'nde de görürüz. Bu eser, Allah'ın kitabına ve Resul’ün sünnetine dayalı bir dünya görüşü teklif eder. Fakat bunu bir vaaz üslubuyla değil, bir sanatkârın diliyle; büyük bir mütefekkirin estetiğiyle sunar. Önce “Adımız, manamız, davamız” diyerek başlar. Ardından Doğu-Batı muhasebesine girer. Üstad’a göre Batı, sadece İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler değildir. Batı, üç ana sacayağı üzerine oturur: Yunan felsefesi, Roma nizamı ve tahrif edilmiş Hristiyanlık. Onu okuyanlar bu yapıyı hemen kavrar. Sonra gelir “Türk’ün muhasebesi”ne. Bugün “Bir Türk dünyaya bedel” diye nutuk atılıyor. Oysa bir Türk değil, bir Müslüman dünyaya bedeldir. Gerçek bir Müslümanın kıymetini kimse ölçemez. Ben öyle Türkler tanırım ki, beş para etmez; ama öyle Müslüman Türkler bilirim ki Alparslan’dır, Fatih’tir, Yavuz’dur. Onlar Türkçülük yapmazdı; Türk bedeninde İslâm’ı yaşar, yaşatırlardı. İslâm onların dünya görüşüydü. Ben Türk olmuşum, sen Kürt, öteki Arap... Hiçbirimiz etnik kimliğimizi kendimiz seçmedik. O hâlde neden kavmiyetçilik? Malazgirt’te Türk de vardı, Kürt de; birlikte İslâm’ı Anadolu’ya hâkim kıldılar. O zaman ne Türkçülük vardı ne Kürtçülük. Peygamberimiz de Türk değildi, Kürt de değildi. Ama hepimizin rehberi ve baş tacıydı. Onun amcası Ebu Leheb ise, “Tebbet” suresinde lanetlenmiştir. Kureyş’in içinden peygamber çıkaran Allah, Kureyş’in kafirine lanet eder. Burada anlatılan mesele, ana kaynak İslâm’dır. Devlet, toplum, sanat, siyaset, adalet... hepsinin temel kaynağı İslâm olmalıdır. Kitapta şu başlıklarla bu fikir işlenir: İslâm ve insan İslâm ve ahlak İslâm ve cemiyet İslâm ve devlet İslâm ve inkılap İslâm ve siyaset İslâm ve adalet İslâm ve mülkiyet İslâm ve ordu İslâm ve müspet bilgiler İslâm ve güzel sanatlar İslâm ve kadın İç ve dış yönüyle İslâm ve en önemlisi: Tarih nasıl bozuldu?
Bozulmanın başlangıcı Tanzimat’tır. Meşrutiyet ile derinleşmiş, Cumhuriyetle zirveye ulaşmıştır. Üstad bu sürece “Üç katil çığır” der. Bu çok çarpıcıdır. Bizim beklediğimiz bir inkılap var. Üstad hep o inkılabı işaret eder. İlk zamanlar "inkılap" kelimesi kullanılırken, sonra bu da Arapça diye terk edilmeye çalışıldı. Oysa bu millet, Kur’an’ın dili olan Arapçadan da, Farsçadan da, Türkçeden de kendi medeniyet dilini inşa etti. Peygamber kelimesi Farsçadır, namaz da öyle... Ama artık bunlar bizimdir. Reformcular dinden reform isterken biz, Kur’an ve Sünnet’e dayalı aslî inkılabı bekliyoruz. Daima bekledik, hâlâ bekliyoruz. Üstad’ın gözüyle dinde reformcuları iyi tanımak lazım. Biz, hamdolsun ki Büyük Doğucu olduğumuz için o tür tesirlerden kurtulduk. Hiçbir yanımıza yaklaşamadı reformcular. “İslâm artık günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermiyor” diyerek Mustafa Kemal ve etrafındakiler İlahiyat Fakültelerini açtı. Hâlâ çoğu ilahiyat, o pis anlayışı devam ettiriyor. Genelleme yapmıyorum. Doğru yolda olan ilahiyatçılar kardeşimizdir, baş tacıdır. İslâm’da reformculuk... Yani, “İslâm’ın reforma ihtiyacı var” demek ne demek? Allah’ın dinini kim reforma tabi tutacak ya! Ama böyle bir putçuluk icat ettiler, böyle saçma bir iş. Nefsani tefsirciler, ham yobaz ve kaba softalar, sahte sofiler... Sahte sofiler günümüzde yaygın. Oralara girmiyorum. Bilen biliyor. Derin ve gerçek Müslüman: Büyük Doğucular… İslâm’ın gerçek inkılapçıları. Allah’a hamdediyorum, onlardan olma gayreti içerisindeyim. Onlardan biri, bu kitabın yazarı, Üstad’ı en sağlam takip edenlerden rahmetli Salih Mirzabeyoğlu’dur. Bu eserinde de bunu şerh ediyor. Diğer kitaplarında da... “Derin ve gerçek Müslüman nasıl olur?” Bu kitaptan öğrenilir. Gerçek Büyük Doğucuya bakınca, gerçek ve derin Müslüman anlaşılır.
“Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” kitabını da ciddi ciddi okumak lazım Üstad’ın... Beklediğimiz inkılabın yönleri: devlet ve idare mefkûremiz. Burası çok önemli. Temel prensipler, hâl ve manzara, çilemiz ve davamız dedi. Bu kitap yaklaşık 600 sayfa. Üstad, son ahir ömründe, vefatından bir müddet evvel “İslâm’ı yenilemek” diye bir bölüm ekledi. Orada bir cümle okuyacağım: “İslâm yenilenmez, anlayış yenilenmelidir.” Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek… Şu cümle: “Güneş yenilenmez, göz yenilenir.” Eyvallah. Güneş her gün aynı yerden doğuyor, batıyor. Güneş hiç değişmedi. Güneşe bakanlar, güneşi değiştiremez. “Güneş değişsin” deseler, güneş değişmez. Güneş ne? İslâm. İslâm değişmez. Zamana, zemine göre muamelatta değişiklikler olabilir. Yani İslâm’ın özü değişmez, değiştirilemez. Mutlaktır.
Üstad’ın Başyücelik Devleti modelini Hazret-i Ömer devri ile nasıl bağdaştırabiliriz?
Üstad, Başyücelik devletini, halifelik kavramıyla özdeşleştiriyor. Halife tabirinin geçmişte suç sayıldığını ve bu dönemin zalimlerin egemenliğiyle şekillendiğini ifade ediyor. Halifeliği kaldıranların zulmüne dikkat çekiyor ve Osmanlı ecdadının Batı'ya sürülmesini büyük bir haksızlık olarak tanımlıyor. İslâm’ın gerçek devlet biçimi halifelik olduğundan, İslâm Devleti'ne halkın başkanı değil, Resulullah adına görev yapan bir halife gereklidir. Bu, Üstad’ın gözünde Başyücelik, yani hilafetle özdeşleşmiş bir devlettir. Cumhurbaşkanlığı ise halkın başkanı anlamına gelir ve sistemin sınırları içinde hareket eder. Ancak halife, tüm ümmetin lideridir. Üstad, bu anlayışın günümüz devlet başkanlarının işleyişinden çok farklı olduğunu vurgular. Halife, halkın ve ümmetin lideri olarak sadece yerel değil, küresel bir sorumluluğa sahiptir. Abdülhamid Han’ın, Fransa’daki bir tiyatro eseri üzerinden yapılan Peygamber Efendimiz’e yönelik hakaretlere karşı gösterdiği tavır, Üstad’ın anlatmak istediği liderlik anlayışını pekiştirir. Abdülhamid Han, bir elçisini göndererek, tüm Batılılara karşı sert bir ültimatom verir. Halife, sadece halkının değil, tüm ümmetin haklarını savunan bir pozisyona sahiptir. Bu durum, dönemin siyasî ilişkilerinde de tesirli olmuştur. Ayrıca, Abdülhamid’in kurduğu gizli istihbarat ağı, bu anlayışın pratikte nasıl işlediğini gösterir. Bu tür bir liderlik, sadece iktidarı değil, adalet ve hakları da savunmayı gerektirir. Üstad, ideolojilerin örgüsünü analiz ederken, İslâm Devleti’nin vahye dayalı bir model olarak inşa edilmesi gerektiğini söyler. Bu teklif, hem Batı hem de Doğu'dan gelen baskılara karşı koymak, zulme karşı bir duruş sergilemek için bir gereklilik olarak kabul edilir. Büyük Doğu ideolojisi, adımız, davamız ve manamızla şekillenir. Üstad, Büyük Doğu'nun ne olduğunu anlatırken, dış dünyaya kaba bir yürüyüş değil, iç dünyaya ince bir sefer yapılması gerektiğini vurgular. İçimizdeki iklimlere doğru bir yolculuk yapmalı, zihin dünyamızda, gönül dünyamızda yeryüzü ve gökyüzü küçülmelidir. Çünkü insan Allah'ın halifesidir ve İslâm'ı bilen bir insanın dünyası, Türkiye'den ve dünyadan daha büyüktür. Zihnimiz, gönlümüz geniştir, çünkü dünya sınırlıdır, ancak gönül sınırsızdır. Üstad bir şiirinde içindeki derinliklere dikkat çeker ve bu derinlik, İslâm'ın anlatıldığı bu kitabın özüdür. İslâm'a dayalı bir dünya görüşü, bir sanatkâr mantığıyla ve büyük mütefekkir üslubuyla dile getirilir. Üstad, Doğu ve Batı'nın muhasebesini yaparak Batı'nın Yunan felsefesi, Roma nizamı ve tahrif edilmiş Hristiyanlık üzerine oturduğunu belirtir. Bu sistemin Batı'yı oluşturduğunu ifade eder. Türkçülük ve kavmiyetçilik, Batı'dan ithal edilen ideolojilerdir, diyen Üstad, gerçek Müslümanın kıymetini ölçmenin imkânsız olduğunu söyler. Türkler, Kürtler, Araplar, her biri İslâm'ı yaşayıp yaşattıkları sürece kıymetlidir. Alparslan, Fatih, Yavuz gibi Türkler, Türkçülük yapmazlar, onlar İslâm'ı yaşar ve dünya görüşleri de İslâm'dır. İnsan, hangi kavme mensup olursa olsun, bunu kendi seçemez. Üstad, kavmiyetçiliği reddederek, Malazgirt'te Türklerle Kürtlerin birlikte İslâm'ı Anadolu'ya hâkim kıldığını hatırlatır. Resulullah, tüm Müslümanların peygamberidir, fakat kavmiyetçilik ona ait değildir. Üstad, Türkçülüğün ve Kürtçülüğün yerinde durmadığını, İslâm'ın esas olduğuna işaret eder. Sonuç olarak, ana kaynak İslâm'dır. Devlet ve idare sisteminde de temel kaynak İslâm'dır ve her şey bu kaynağa dayalı olarak şekillenir.
Tarihimizin bozulması, Tanzimat’tan başlayıp Meşrutiyet’le derinleşen ve Cumhuriyet’le zirveye çıkan bir sürecin ürünüdür. Üstad bu dönemi, “üç katil çığır” olarak tanımlar; çünkü bu çığır, toplumun değerlerini yok etmiş, kültür ve kimliği tahrip etmiştir. Tanzimat ve Meşrutiyet Batı etkisinde şekillenmiş, Cumhuriyet bu bozulmayı tamamlamıştır. Üstad’a göre, gerçek inkılâp İslâm’ı doğru anlamak ve özümsemektir. Harf ve dil değişimi üzerinden yapılan inkılâplar, aslında İslâm’dan uzaklaşmayı temsil eder. Reformcuların İslâm’ı çağın ihtiyaçlarına uydurma çabası, Üstad’a göre putçuluktur. Zira İslâm zaten tam ve eksiksizdir. Bu reformistler, nefsi yorumlar ve sahte sofiler olarak tanımlanır. Üstad, gerçek Müslümanın akıl ve tasavvufu doğru yorumlaması gerektiğini belirtir. Büyük Doğu mefkûresi, bu dengenin kurulduğu, İslâm’ın derinliğine inilen yerdir. Aklı olmayan kişi dinin ruhunu kavrayamaz. Tasavvuf da yanlış örneklerle değil, Batı karşısında doğru yorumlanarak sunulmalıdır.
Gerçek inkılâp, devlet ve idarede köklü bir değişimi gerekli kılar. Üstad, temel prensiplerin ve çileli bir davanın yeniden şekillenmesini savunur. Bu kitap da böyle bir inkılâbın nasıl olması gerektiğini anlatır. Abdülhamid Han’ın “hafiye teşkilâtı” olarak bilinen istihbarat sistemi, bugün MİT’le devam etmektedir. Devlet, şüpheli gördüğü kişileri takip eder; bu geçmişte de böyleydi. Ancak bu durum, Abdülhamid’e saldırmak için kullanıldı. Oysa o, hafiyeleriyle bilgi toplar, büyük güçlere karşı İslâm âlemini savunur, gerektiğinde onları geri adım attırırdı. Bu, hilâfetin sorumluluğuydu ve Abdülhamid bunu hakkıyla taşımıştı.
Bunları anlatma sebebim şu: Tayyip Erdoğan bugün 80-90 milyonluk bir ülkenin Cumhurbaşkanı; fakat biri Avrupa’da Peygamberimize hakaret etse, “sizi İslâm âlemine şikâyet ederim” diyemez. Çünkü bir İslâm âlemi yok. Beş para etmez Netanyahu bile, “Sen bizim iç işlerimize karışamazsın” diyebiliyor. Oysa Abdülhamid karışırdı; çünkü halifeydi. Çin’de üniversite kurdurur, Afrika’daki Müslümanı haberdar ederdi. Bu, halifeliğin sistemidir. İslâm halifelik devleti öngörür. Üstad buna “Baş Yücelik Devleti” der, Salih Mirzabeyoğlu bu kavramı açar. Kur’ân ve Sünnet’e dayalı yeni bir dünya düzeni için bu kitap önemlidir.
Mayıs ayı hem Üstad’ın hem Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun doğum ve vefat ayıdır. 1983’te Üstad’ın cenazesine katıldım, sıkıyönetim vardı. Kenan Evren’in emriyle müdahale edildi, bin kişi gözaltına alındı. 4 gün Gayrettepe, 4 gün Selimiye Kışlası’nda kaldık. Bir askerî hâkim “Necip Fazıl büyük şairdir” diyerek bizi serbest bıraktı. Her yıl anıyoruz ama esas olan her gün yaşamaktır. Kumandan da Mayıs 2018’de vefat etti. Eyüp Sultan’da Üstad’a yakın metfundur. Allah her ikisine de rahmet eylesin.
Büyük Doğu davası emin ellerdedir. “Geliyorlar” diyordu Üstad. Geliyoruz; nefsini aşmış, dâvâsı uğruna ölümden korkmayan bir nesil olarak. Ben de Büyük Doğu Akıncıları Derneği mensubuyum. Üç büyük öncümüz var: Seyyid Abdülhakim Arvâsî Hazretleri, Üstad Necip Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu. Ancak biz adamperest değil, hakperestiz. Herkesi dâvâdaki hizmeti ölçüsünde severiz. Yarınlar Büyük Doğu’nundur. Yarınlar İslâm’ındır. Halifelik için yanıp tutuşuyoruz. Bu arzudan bizi kimse döndüremez. Ne devlet gücü, ne Batı... Bize zulmedebilirler, hapse atabilirler. Ama susturamazlar. İskilipli Atıf Hoca’nın dâvâsı da sürüyor. Çünkü İslâm bitmez. İslâm, Nuh’un gemisi gibidir. Binen kurtulur. Gemiye herkes sığar. İslâm mal değil, bir inançtır. Allah’ın dinidir; baş tâcı edilir, yaşanır. Yaşandıkça hayatın her alanına adaletle yön verir. Büyük bir dâvâya gönül vermek, Allah’ın lütfudur. 73 yaşındayım. Kapım bir gün çalınacak, öleceğim. Müslüman ölmek istiyorum. O güne kadar da tüm gayretimi bu dâvâya vereceğim. Her Müslüman da böyle yapmalı. Çünkü Allah El-Gayyûr’dur, gayret edeni sever. “Kader gayrete âşıktır” denmiştir. Küfür sistemleri diploma ve unvan dağıtır ama insanı Hak’tan uzaklaştırır. Biz Hakk’a bağlayan bir sistemin sevdalısıyız.
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 39. Sayı Mayıs 2025