Melikşah Sezen ile “Mayınlı Arazide Gece Yürüyüşü” kitabı ekseninde bir söyleşi yaptık. Röportajda, sansür politikalarının tarihî seyrinden 5816 sayılı kanunun kökenine, Latife Hanım’dan kalan evrak meselesinden yasaklanan dinî eserlere, Kemalist dönemin dayatmacı politikalarına ve resmî tarih yazımının toplum üzerindeki etkilerine kadar birçok konu ele alındı. Ayrıca “Türk’ün resmî mezhebi” söylemi, 150’liklerin affı, İstiklal Mahkemeleri, dönemin ekonomik ilişkileri, Kemalist edebiyat anlayışı ve meclis tutanakları üzerinden inşa edilen tarih anlatısı da müzakere edildi.
“Mayınlı Arazide Gece Yürüyüşü -Yakın Tarih Yazıları-” eserinizde ilk dönem sansürlerinden bahsediyorsunuz. Abdülhamid'in sansürü ile Mustafa Kemal'in sansürü arasında ne gibi farklar vardı?
Her iki dönemde de basın-yayın alanında yaşanan belli kısıtlamalardan bahsedebiliriz. İşin burası müşterek. Fakat İkinci Abdülhamid Han dönemi ve sonrasındaki kısıtlamalarda; Osmanlı’nın inhitat durumunun, bunu büyüten sanayileşme ihtiyacının, Avrupa devletleri karşısındaki malî krizin, 19. yüzyılın başından itibaren durmak bilmeyen ve memleketin ekonomik, beşerî bütün kaynaklarını eriten savaşların, bunlarla birlikte dünya genelinde tesir gösteren Fransız İhtilali’nin doğurduğu kaotik problemler yumağıyla eşzamanlı mücadele etme zarureti yatıyordu.
Erken cumhuriyet dönemi için de bir kısım malî, siyasî, hukukî, askerî zorluklardan ve zaruretlerden bahsedebiliriz elbette fakat bu noktada hatırda tutulması gereken iki önemli husus var: Bunlardan ilki bütün buhranlarına rağmen son dönem Osmanlı’da uygulanan sansür, erken cumhuriyet dönemi sansürünün yanında son derece mütevazı ölçekte kalmaktadır. Yani Kemalist icraatlar sansürü tavan yaptırmıştır. Sultan Hamid dönemini “devr-i istibdat” olarak ananların bu gerçeği unutmaması lazım. İkincisi ise, Kemalist politikaları “zaruret” adı altında meşru daireye oturtmaya çabalayan kesimler, aynı zaruretlerin -hatta fazlasıyla- Osmanlı’da da mevcut olduğunu görmezden geliyorlar. Son dönem Osmanlı sultanları oldukça ağır koşullarda bir sansür uygulaması tatbik ederken, cumhuriyetin kurucu kadrosu koşulların artık hafifleyebileceği bir evrede sansürü şiddetlendirme yoluna gitti. Söz konusu farkların iki dönem arasındaki en temel iki fark olarak belirtilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Mustafa Kemal’in yasakladığı kitaplar nelerdir?
Birinci Meclis’in açılmasıyla beraber Mustafa Kemal askerî iktidarın yanında bir de siyasî iktidar mücadelesine başlar. İşbu mücadele başladıktan sonra yurt içinde ve yurt dışında bir kısım yasaklama kararları da görülmeye başlanır. Söz konusu yasaklar, Mustafa Kemal “tek adam” vasfını doldurmaya başladığı ölçekte artış gösterir. Bu sürecin öncüsü Mustafa Kemal’e yönelik tenkitlerin yasaklanması olur. Örneğin oldukça erken dönem bir Kemalizm eleştirisi sayılabilecek Manavoğlu Nevres Bey’in kaleme aldığı Kamçı ile Anadolu isimli eserlerin yurda girişi yasaklanır. Lozan anlaşmasından sonra ortaya çıkan 150’likler kadrosunun kaleme aldığı hemen bütün eser ve hatıratlar yasaklı eserlerin parçası olur. Mustafa Kemal’in biyografisini kaleme alan birçok metnin yurda girişi yasaklanır.
İnkılâplar başladıktan sonra onların icrasına halel getirecek bütün yayınlar da yasaklardan nasiplenmeye başlar. Söz konusu yasak furyasına; saltanat yanlısı yazılar, hilafet yanlısı metinler, şer’i hukuk müdafiî çalışmalar, Batı taklitçiliğini eleştiren eserler dahil olur. Dinin Türkçeleştirilmesi yolundaki radikal uygulamalar döneminde Arap harfleriyle kaleme alınmış birçok dinî metin memnû kılınır. Absürtlükler şu noktaya ulaşır ki: Mekke ve Medine resimlerinden oluşan bir albüm dahi “yurt için zararlı” görülerek yayından menedilir. Hatta Şubat 1938 tarihinde alınan bir kararla En’âm sûresinin müstakil neşri olan En’âm-ı Şerîf bile yasaklanır.
Tabiî yasakları yalnızca dinî metinlerle sınırlı görmemek lazım; temas ettiğim gibi biyografi metinleri, 150’liklerin metinleri, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta tenkit yönelttiği isimlerin kendilerini müdafaa metinleri, Kâzım Karabekir gibi bazı paşaların hatıratları, sol grupların, Kürd çevrelerin metinleri, Takrir-i Sükûn Kanunu’yla birlikte mahallî ve umumî çok sayıda mecmua yasaklanmış da yasaklanmıştır. Bu yasakların tamamı tek adam yönetiminin sansür, baskı, tehdit, yargı kırbaçları altında alınmış kararlardır.
“5816’nın adı yoktur ama hep tedavüldedir” sözü ne anlama geliyor?
Bu söz, Mayınlı Arazide Gece Yürüyüşü eserimin ilk yazısının başlığı. O yazıda anlatmaya çalıştığım husus ise şudur: Genellikle insanlar, kanun numarası 5816 olması hasebiyle öyle bildikleri “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”un kabul edildiği tarih olarak 1951 tarihini zannederler. Halbuki bu tarihten evvel, yani neredeyse cumhuriyetin kuruluşundan itibaren böyle bir isme ve kanun maddesine sahip olmasa da aslında Mustafa Kemal aleyhinde işlenen suçların hukukî bir yaptırımı, cezası olduğudur.
Biraz evvel temas ettiğimiz gibi Kemal Paşa’yı yahud Kemalist politikaları tenkit eden eserlerin yasaklanması, yurda girişinin engellenmesi, müelliflerinin yargılanması ve cezalandırılmasından başlayıp Reis-i Cumhur’un heykelini Lenin’e benzettiği düşünülen heykeltraşa birçok mağduriyet yaşatılmasına kadar uzanan nice garabet, 5816’nın adının ve numarasının olmadığı dönemlerde dahi aslında kendisinin hayatta mevcut olduğunu göstermektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın engin bir hoşgörü sahibi, çok seslilik taraftarı, demokratik düşüncelerin müdafiî olduğu yönündeki propagandist söylemi mezkûr hakikatle birlikte değerlendirmek gerekir. O takdirde görülecektir ki, Mustafa Kemal hiç de öyle engin bir anlayış ve hoşgörü sahibi değildir. Boşandıktan sonra eşinin yurt dışında çıkışını, gazetelere mülakat vermesini hatta istediği yerde ikamet etmesini engellediği gibi, çevresindeki birçok kişinin hatırat yazmasını, yayınlamasını yasaklamıştır. Yazı, bu konudaki çarpıcı bulduğum birçok örneği ihtiva ediyor.
Yakın tarihimizdeki istismarlar nelerdir?
Yakın tarihimizdeki istismarlar ne yazık ki saymakla bitirilemeyecek kadar fazla. Bu nedenle burada hepsini zikretmek mümkün değil. Fakat belki de en büyüğünden bahsedebilirim. Mete Tunçay’ın şu tespitinden hareketle bahsi açabiliriz: “Atatürk’ün dini ne kadar siyasete âlet ettiği konusunda hiç kimse ondan önce ve sonra bu kadar gözü kara olmamıştır.” Normalde pek çok konuda farklı tespit ve düşünceye sahip olsam da Tunçay’ın bu cümlesine katılıyorum. Fakat şu ziyadeyi yapmak lazım: Mustafa Kemal’in dini siyasete âlet edişi, dindar bir insanın inancını tatbik gayretinin değil; inanmayan bir insanın siyasî emellerine erişmek amacıyla dinî istismar edişinin bir misalidir.
Mustafa Kemal Millî Mücadele dönemi boyunca; camilerde hutbe irad eden, hutbelerin içeriğini son derece dinî tutan, açtığı meclisi hatimlerle, kurbanlarla, tekbir ve selalar eşliğinde açan, şeyh ziyaretleri gerçekleştiren ve halifeye sadakat sözleri veren mütedeyyin bir kimse olarak görünür. Halbuki Osmanlı döneminde dahi hiçbir meclis bu kadar dinî merasimle açılmamıştır. Ve bu icraatların hiçbirisi Mustafa Kemal’in inancı gereği yaptığı şeyler değil, siyasî manevra icabı uyguladığı işlerdir. Alacağını aldıktan sonra o adamdan eser kalmamış, hatta tam tersi bir kimlik tebellür etmiştir. Öyle sanıyorum ki, yakın tarihimizdeki en büyük yanıltma hamlesi budur. Ardından Mustafa Kemal’in Kürdlerle müştereken başlattığı ve yürüttüğü Millî Mücadele’yi daha sonra onlara yönelik vaad ve sözlerinin tamamını unutarak, gittikçe ırkçı bir perspektifle ve hatta inkâr politikasıyla sürdürmesi gelmektedir diyebilirim. Bu konuyu da eserde “Çok Uluslu Ulus Devlet” başlıklı yazıda ele almaya çalışmıştım.
Evrakların resmi kayıtlardan silinmesi ve tarihî belgelerin erişime kapatılması bir Kemalist gelenek mi?
Ne yazık ki öyle. Bugüne değin resmî tarih-gerçek tarih ikiliği yaşamamızın ardında yatan sebep de hiç şüphesiz zikrettiğiniz Kemalist politikadır. Meselâ, Latife Hanım’la boşanmasının ardından Cumhurbaşkanlığı arşivinden ona dair hemen her şey silinmiştir. Bazı tutarsızlıklar ve hatıratlar gösteriyor ki, Meclis Zabıt Cerideleri’nde dahi tashihler ve ta’diller yapılmıştır. Kâzım Karabekir Paşa’nın hatıratını yayımlama serencamı ve başına gelenler, elindeki evrakın büyük bir kısmına el konulması da bu minvalde anılabilir. Yine Latife Hanım’ın evrak-ı metrukesinin kamuoyuna açılmasının engellenmesi, 5816’nın tarihî gerçekleri olduğu gibi ilanı engellemesi, hatta eserde de belirtmiştim bizzat Mustafa Kemal’in söylevlerine sansür uygulanması dahi bu geleneğin zihin yapısını bizlere göstermektedir.
Aradan neredeyse yüz sene geçmiş olması ne yazık ki pek bir şey değiştirmedi ve halen aynı tuhaflıkların, yasakların cenderesi altında tarih okuyoruz. Şükrü Hanioğlu’nun yakın zamanda çıkardığı Atatürk: Entelektüel Biyografi isimli eserin girişinde, incelemek istediği evrakları “bunlar zor konular” diyerek kendisine vermeyen arşiv müdüründen esefle bahsettiği görülebilir. Yani bir arpa boyu yol alabildik mi, burası epey tartışılabilir.
Lozan’da aftan muaf tutulan 150 kişinin akıbeti ne oldu? Neden “hain” yaftası yediler? Vatan haini kavramı sadece vatanı peşkeş çekenleri mi kapsar? Mesela vatanın milli değerlerine saldıranlara ne dememiz gerekiyor?
Lozan Musahalası ile birlikte yeni hükümetin genel bir af çıkarması fakat affın dışında bırakılacak 150 kişilik bir isim listesi gündeme geldi. Bunlar “vatan haini” oldukları ithamıyla umumî aftan muaf tutulmuş ve memleketi terk etmeleri istenmiş kimselerdi. Sultan Vahdeddin ve maiyeti, Çerkez Ethem ve yakın çevresi, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve oğlu, bazı muharrirler, Rıza Tevfik ve Refik Halid gibi bir kısım erbâb-ı kalem listede yer alan isimlerdir. Bu isimlerin tamamı gerçekten hain midir? Bana kalırsa hayır. Vatan hainliği ithamını genellikle ideolojik bir silah olarak gelişigüzel kullanıyoruz ama aslında “vatan nedir?”, “bir yeri toprak parçasından ayırıp vatan kılan unsurlar nelerdir?” gibi bazı suallerin cevabını vermeden bu ithamı doğru kullanmak mümkün değil. Misalen, Vahdeddin son Osmanlı sultanı. Dolayısıyla onun vatan haini olması teknik olarak neredeyse mümkün değil. Çünkü kimse kendinin bildiği bir mülkün haini olamaz. Bu isimlerin pek çoğu, bu vatana samimiyetle bağlı olmakla birlikte memleketin kurtuluş yolu hakkında Kemalist düşünceden farklı çözümleri savunmuş kimselerdir. Belki çözüm yollarına dair düşüncelerinde hata ettikleri söylenebilir ama vatan haini olduklarını söylemek doğru değil.
150’likler gurbet hayatına mecbur kaldıktan sonra tabiî olarak ekonomik sıkıntılar yaşamaya başladılar. Hemen her birinin ciddi maddî sıkıntı yaşadığı ve çözüm arayışında olduğu biliniyor. Fakat hiçbirinin Kemalist yönetimle olan gerilimi gurbetten ya da maddî sıkışıklıktan dolayı bitmiyor. Hemen her biri kendilerini müdafaa için hatırat kaleme alıyor, Kemalist politikaları eleştirmek için eser telif ediyor yahud şiir yazıyor. Türkiye’de bunlar aleyhindeki tezvirat bitmiyor tabi, ekonomik olarak sefalet içinde oldukları, af diledikleri, acz içinde bulundukları gazetelerde dolanıyor. Halbuki durum öyle değil. Yani ekonomik sıkıntı var ama af dilemek diye bir durum söz konusu değil. Bu strateji, güçlü devlet aciz muhalif imajı için takip ediliyor.
Cumhuriyet döneminde hain yaftası yiyenler genellikle İslâmî düzeni savunanlar mıydı?
Evet. Aslında hepsinin kesiştiği payda Kemalizm karşıtlığı. Fakat çoğu mütedeyyin insanlar ve lâ-dinî addettikleri uygulamalardan şikayetçiler. Bu konuda bilhassa Mustafa Sabri Efendi’nin eserleri başlı başına ayrı bir tesir alanına sahiptir.
İstiklal Mahkemeleri salonlarında “Yalnız Allah’tan korkar” yazıyordu, gerçekten Allah’tan korkan bir mahkeme miydi? İstiklal Mahkemelerinin keyfi yetkileri nasıl kullanıldı? Bu mahkemelerde rüşvet olayları yaşandı mı?
Bizim bildiğimiz anlamda yalnız Allah’tan korktuklarını söylemek mümkün değil. Fakat onlar kendilerine başka bir Allah bulmuşlardı dersek, o zaman bu söz doğru olabilir. İstiklal Mahkemeleri ne yazık ki, bir mahkeme değil, hukuksuzluğun kurumsal hâli idi. Toplum mühendisliğinin işlemesi için tedavüle sokulan çirkin bir aparattı. Azaları da Mustafa Kemal’in en sadık bilinen adamlarından oluşuyordu. Bir sebepten bu mahkemelerin sanığı durumuna düşen için işler berbat demekti. Çünkü ne avukat ne savunma ne temyiz ne itiraz ne yeniden yargılanma hakkı vardı. Dolayısıyla kendini aklamanın neredeyse imkânsızlaştığı bir kurumdu. Pek çok idam ve ceza tam da bu nedenle havada uçuştu. Kendini mahkemeden kurtarmak isteyen pek çok kişi rüşvet vermeye çabaladı. Bu ithamların da ortada gezindiğini biliyoruz. Meselâ mebus İbrahim Arvas, kaleme aldığı Tarihî Hakikatler isimli eserde Şark İstiklal Mahkemeleri’nde dönen rüşvete dair çok büyük rakamlar telaffuz etmektedir.
İskilipli Atıf neden hain ilan edildi?
Resmî tarihe göre mi, gerçek tarihe göre mi cevap vereceğimiz cevabımızın içeriğini değiştirecektir. İskilipli Âtıf Efendi malumdur ki, Şapka İktisası Hakkında Kanun isimli kanun daha çıkmadan bir sene evvel Frenk Mukallitliği isimli bir risale kaleme almıştı. Fakat toplumda tesir gücü yüksek hatta Ebû’l-Ula Mardin’in Huzur Dersleri’ndeki ifadelerine müracaat edersek, beynelmilel bir şöhrete sahip bir âlim olması hasebiyle gücünü kırmak ve toplumdaki diğer hocalara, mütedeyyinlere göz dağı vermek amacıyla şapka kanununa muhalefet iddiasıyla yargılanmış ve idam edilmiştir. Tahirü’l-Mevlevî’nin İstiklal Mahkemesi Hatıraları’nda bizzat yargılamanın parçası olarak şahitlik ettiği üzere, İskilipli merhum suçsuzdur ve isnad edilen suça dair somut hiçbir delil mevcut değildir. Buna karşın o şehit edilmiştir. Onun İngilizlerle ilişkisi ve sair ithamlar da yine aynı eserde cevabı İskilipli’nin ağzından sunulmuş asılsız ithamlardır.
Abdülhamid’in borçlarını ödemekle övünen Kemalistler, Atatürk’ün mal varlığı ve dönemin ekonomik çöküşü hakkında ne söylüyor?
Kemalist çevreler Abdülhamid-i Sanî’nin borçlarını ödemeleri gibi, hatta ondan çok daha şiddetle, Mustafa Kemal’in tüm mal varlığını milletine bırakmasıyla övünüyorlar. Bir kimsenin bütün mal varlığını milletine armağan etmesi gerçekten takdire şayan bir iştir. Fakat iş, söz konusu övüncün sebebi olan mal varlığının nasıl oluştuğunu açıklamaya geldiğinde ortada bir tane Kemalist göremememiz oldukça tuhaftır. Reis-i Cumhur’un mal varlığı öyle az buz bir şey değildir. Sağlığında ülkenin en zengin, en geniş topraklarına sahip kişisidir paşa. Askerlikten, devlet başkanlığına geçen çalışma hayatı böyle bir servete olanak verecek maaşlar sunmaz. Aileden zengin de değildir. Dolayısıyla meselenin bu yöne oldukça merak uyandıracak türden bir boşluk taşımaktadır.
Osmanlı’nın son döneminde savaş ekonomisinin, kapitülasyonların, üretim azlığının, sanayileşen ülkelerle rekabet edememenin malî faturası ağır olduğu gibi erken cumhuriyet döneminde de Cihan Harbi’nin ve akabinde girişilen Millî Mücadele’nin kurucu kadroya faturası ağır oldu. Bunun yanında dünyayı etkileyen 1929 krizinin sonuçları da ciddi ekonomik sıkıntılar doğurdu. Fakat tüm bunlar yaşanırken Kemalist kadronun sağlıklı bir iktisadî planlama yaptığını söylemek, ekonomi yönetimi doğru yürüttüğünü dillendirmek kolay değil. Benzer durumda olan bir kısım ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’nin sanayileşme, kalkınma ve yurt içi hasıla durumu geriden seyretmektedir. Çünkü Kemalist hareketin askerî kurmayları olabilir ama ciddi bir ekonomi kurmay kadrosu yoktur. Bu eksiği İktisad Kongreleri tertip ederek aşma yoluna girseler de bunu başarabildiklerini söylemek zordur. Bir de bu zafiyete yönetici zümrenin ayrıcalıklı yaşantısı ve kendi elitini oluşturma düşüncesiyle uyguladığı politikalar eklendiğinde yaşananlar biraz daha anlaşılabilir.
Kemalist rejim inanç ve ibadet özgürlüğü meselesine nasıl yaklaştı?
Sosyal Darwinist bir perspektifle ve Fransız tipi laiklik uygulamasıyla yaklaştı. Bu yaklaşımın ilk ayağı, dinlerin artık miadını doldurduğu yönündeki pozitivist düşüncenin kanıksanması ve onun hayattan çekilmesi gerektiği düşüncesi oldu. Dinleri, insanlığın evrimsel gelişimindeki duraklardan bir durak olarak niteleyen bu temayül için dinlerin anlamı ve yeri anlaşılmış, onun icad-ı beşer olduğu kavranmıştır. Dolayısıyla bu hurafe yığınını hayata rehber kılmak olacak şey değildir. Temas edilen anlayış Fransız tipi seküler anlayışı meydana getirdi. Bu anlayışa göre miadını dolduran dinler hayatın nizamından el çekmeli, sosyal hayatı bütün bileşenleriyle ortak akıl inşa etmelidir. Din bu hayatın içinde illa yer alacaksa ancak vicdanda ve şahsî hayatta almalıdır. Dolayısıyla din ve dünya işleri keskin bir şekilde birbirinden ayrılmalı, dinî sosyal hayata dahil etmeye yönelik her oluşum da mürteci kabul edilmelidir. Temas edilen hatalı anlayış neredeyse aynı şekilde kurucu kadro tarafından benimsendi. Dolayısıyla din büyük oranda bir hurafeler yığını olarak nitelenerek ona savaş açıldı ve sosyal hayatın her şubesinden temizlenmek istendi. Din ve ibadet özgürlüğü, vicdanî ve şahsî sınırlarda kaldığı müddetçe tolere edilmeye çalışıldı. Tabi buna dahi tahammül edilemeyen dönemler ve icraatlar da görüldü maalesef.
Edebiyat kitaplarının birçoğunda Kemalizm’in roman planında şuurlara empoze edilmesini siz eserinizde nasıl işliyorsunuz?
Erken cumhuriyet döneminin meşhur edebiyatçıları tarafından kaleme alınan metinler masum birer edebiyat metni değiller. Bu metinlerin çoğu, Çankaya’daki akşam sofralarının mutat misafirlerinin kaleminden çıkmış sipariş ve proje metinler. Onların içerisine dahil edilmiş mühendisliği fark etmeden okumak, resmî tarihin edebiyat üzerinden yayılmasına vesile oluyor. Eserde buna temas etmeye çabaladım ve bu bağlamda bugün dahi çok satan eserler arasında yer alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ını ve Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam isimli hatıratını örnek verdim. Bu metinlerdeki son dönem Osmanlı tasvirine, Osmanlı insanının dinî cehaletine dair söylenenlere, Kemalist harekete karşı çıkan insanların hurafecilerin etkisinde olduklarına baktığınızda neredeyse “bu size müstehakmış” diyecek hâle gelebiliyorsunuz. Halbuki ne Osmanlı tamamen permeperişan ne halk dinin zırcahili ne hurafeciler memleketi ele geçirmiş vaziyette. Fakat bunu anlamak için kültür tarihi, iktisat tarihi, halkın inancını şekillendiren dinî metin literatürü gibi birçok sahadan haberdar olmak gerekiyor. Eserlere bu gözle ve farkındalıkla bakılmadığında oradaki mühendislik çalışması da fark edilmiyor.
Anadolu gibi çok uluslu bir coğrafyada ulus devlet oluşturma çabaları Kürtler için nasıl bir kimlik krizine neden oldu?
Evvela şuna temas etmek lazım ki ulus/ırk fikri modern bir üretim. Kadim dünyada temel harç dindir ve insanlar bu harç sayesinde ümmet olurlar. Ümmet ve millet kelimelerinin eş anlamlı olduğunu hatırlatmak isterim. Osmanlı Devleti tebaası birçok kavimden oluşuyordu. Bunların anasır-ı hâkime olan kısmını Müslümanlar, bugün azınlık dediğimiz diğer kısmını ise gayr-i müslimler oluşturuyordu. Ulus fikri neşvünema bulmaya başladıktan sonra ırk/kavim bilinci oluşmaya başladı. Bu süreçte millet kavramı ulus kavramıyla özdeştirilerek anlam kayması yaşadı ve milliyetçilik cereyanı kültür, dil, etnik milliyetçilikler şeklinde farklı formlarda hayata girdi. Osmanlı’nın çöküş evresinde dalga dalga yayılan bu cereyanı evvela Osmanlıcılık fikriyle aşmaya çalıştı fakat bu işi gerçekleştirebilecek bir zaman ve imkân kalmamıştı. Devletten kopuşlar başladıkça ümmete sarılma fikri öne çıktı ve İslâmcılık motivasyonu en güçlü bileşen olarak öne çıktı. Millî Mücadele’nin ve ilk meclisin hâkim tarz-ı siyaseti İslâmcılıktır. Eğer İslâmcılık olmasaydı ve yalnızca Türklük/Türkçülük vurgulansaydı o takdirde diğer Müslümanların mücadeleye maddî ve fiilî katkıları sağlanamazdı.
Kürdler de aynı süreçte İslâmî hassasiyetlerle ve ümmet bilinciyle hareket ederek Anadolu’nun felahına çalışmıştı. Memleket rahata kavuştuktan sonra Kemalist politika Türkçülük ideolojisi istikametinde keskin bir dönüş yaptı. Bunun ardında da yine sosyal Darwinist bir zihin bulunmakta. İslâm paydaşlığı, ümmet ortaklığı unutularak bir yeni bir vatandaş icat edilmeye çabalandı. Kürdlere söylenenler, vaadedilenler unutuldu. Hatta Kemalist politika bir ara faşist bir ırkçılığa meyledilerek Kürdlere karşı zaman zaman asimilasyon ve inkâr tavrına büründü. Bu durum bugüne değin uzanan “Kürd sorunu”nun kökünü oluşturdu. Resmî ideolojinin etkin olduğu yıllarda Kürdlerin üzerindeki baskı hiç hafiflemedi. Ve o baskı dönem dönem farklı şekillerde tepki doğurdu. Bütün süreci burada ele almamız olası değil ama şunu hatırda tutmamız önemli: bu sorun bu topraklara Kemalizmin armağanıdır.
Kemalizm ve Mâturîdîlik: “Türk’ün Resmî Mezhebi” Projesi isimli eserinizde detaylıca işlediğiniz bu mevzuyu bu kitabınızda da ele almışsınız. Bugün bile ibadet dilinde millileşme gibi bir anlayış dayatılmak isteniyor. Bu hususta kitaplar bile çıkıyor. Mâturîdî mezhebine dayanarak laikleşmenin gerekliliği savunuluyor. Bu vaziyet nereye gidiyor, siz nasıl yorumluyorsunuz bu meseleyi?
Beni yakın tarihe dair yazı yazmaya sevk eden süreç aslında aslî ilgi ve çalışma alanım alan kelâm alanındaki bir itikadî mezhebin siyasî olarak istismar edilmesi oldu. Kemalizm ve Mâturîdîlik çalışmamı da bu sebeple kaleme almış oldum. Mülakatı çok uzatmamak için şu kadarını söyleyeyim: Cumhuriyetin kuruluş döneminde Mâturîdîliğin istismara müsait, bakir bir alan olduğu düşünülebilirdi. Fakat bugün kurucu imamının hayatı ve eserleri başta olmak üzere, mezhebin hemen her eseri bir çalışmanın konusu olarak tedavüle giriyor ve ilim ehli bu mezhebi aslî hüviyetiyle tanıyor. Dolayısıyla bu saatten sonra Mâturîdîliğin istismar edilebilmesini mümkün görmüyorum. Mâturîdî âlimlerin eserleri gün yüzüne çıktıkça ve dilimize kazandırıldıkça bu kapının tamamen kapatılacağına kaniyim. Bunun için gayret ediyoruz. Sözü daha fazla uzatmayayım. Bu hoş mülakat için hususen teşekkür ediyorum.
Biz teşekkür ederiz.
Aylık Baran Dergisi 38. Sayı Nisan 2025