Bu röportajda, Kemalist Mezalim adlı kitabın yazarı Hasan Erol ile yakın tarihimizde yaşanan fakat üzeri örtülen baskıları, sansürleri ve kültürel tahribatı konuştuk. Arşiv belgeleriyle desteklenen bu çalışma, özellikle genç kuşağa tarihî şuur kazandırmayı amaçlıyor. Röportaj hem kitabın içeriğine ışık tutuyor hem de yazarın bu kitabı yazmaktaki temel motivasyonunu ortaya koyuyor.

Hasan Erol kimdir?

2000 yılında Urfa'nın Siverek ilçesinde doğdu. 2014-2016 yılları arasında İsmailağa Cemaati’ne bağlı bir medresede eğitim aldı. Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri üzerinde çalışmalar yaptı. Osmanlıca eğitimi aldı. Halen ilmi çalışmalarını sürdürmektedir.

Osmanlı Gençlik Hareketi’ni kurma fikri nasıl doğdu?

Henüz resmiyet kazanmamış olsa da Osmanlı Gençlik Hareketi, gençleri Osmanlı sevgisi ve İslâmî değerlere yönlendirme amacıyla ortaya çıktı. Osmanlı’ya ve padişahlarına çocukluktan gelen bir muhabbetim var. Ancak İstanbul’a taşındıktan sonra Osmanlı’ya ve dolayısıyla İslâm’a düşmanlık besleyen insanlarla karşılaştım. Bu, beni ciddi anlamda düşündürdü. Bir diğer önemli sebep ise Kemalizm’in genç zihinler üzerindeki tesiri. Cumhuriyet döneminden bu yana okullarda sistemli bir şekilde dayatılan bu ideoloji, tarih şuuru yerine, tek taraflı bir bakış açısı aşılıyor. Hatta çocuk yaşta aldığı bu eğitimle zihinsel engelli hale gelmiş bir kişinin yıllar sonra hâlâ Kemalist refleks göstermesi, bu etkinin ne denli büyük olduğunu bana gösterdi. Biz de bu sebeplerle hem milli şuurumuzu diri tutacak hem de dini ve kültürel mirasımıza sahip çıkacak bir gençlik hareketi kurmak istedik. Osmanlı, sadece bir milleti değil; Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Çerkes’iyle ümmetin ortak değeri. Biz de bu ortak değeri merkeze alarak gençliğe sağlam bir kimlik kazandırmayı hedefliyoruz.

Osmanlı Gençlik Hareketi’nin bir diğer amacı nedir?

Osmanlı Gençlik Hareketi’ni kurarken sadece tarih ve din şuurunu değil, ırkçılık fitnesine karşı durmayı da hedefledik. Bugün özellikle Türklük kisvesi altında İslâm düşmanlığı yapan çevreler, gençleri ırkçılığa sürüklüyor. Oysa İslâm’da ırkçılık haramdır. Biz de gençlerimizi bu tehlikeden koruyarak, milli duygularla değil, İslâm şuuru ve dava şuuruyla yetişmelerini istiyoruz. Çünkü gayemiz; imanlı, şuurlu ve adanmış bir gençliktir. Milli hislerle beslenen ama dini değerlerden kopmayan bir nesil inşa etmek istiyoruz.

Milliyetçilik duygusu, kontrol edilmediğinde büyük fitnelere sebep olabilir. Ancak bu duygu Osmanlı ve Selçuklu gibi kendini İslâm’a vakfetmiş medeniyetlerin çizgisine yönlendirilirse, ümmet-i Muhammed’e ve insanlığa faydalı hale gelebilir.

Bir Müslümanın kabul edebileceği tek milli yol da Osmanlı çizgisidir. Çünkü Osmanlı, Hulefa-i Raşidîn'den sonra İslâm’a en büyük hizmeti etmiş devlettir. Biz de bu anlayışla Osmanlı Gençlik Hareketi’ni kurduk. İnşallah sağlam insanlarla buluşursak, yakında resmiyete de geçeceğiz.

Toplumda ciddi bir kimlik kaybı yaşandığını söylüyorsunuz. Bu yabancılaşmanın kökeni sizce nereye dayanıyor?

Bugün ne yazık ki dine, tarihe ve kendi değerlerine düşman bir cemiyete dönüştük. Hatta yabancı isim koyma furyası dahi başladı. Milletimiz artık kendi medeniyetine ait isimleri bile tercih etmiyor, Batılılaşma adına gavurların isimlerini alır hâle geldi. Bu, ciddi bir aşağılık psikolojisinin göstergesidir.

Bu yabancılaşmanın kökeni devlet bazında 3. Selim döneminde başlasa da asıl kırılma Reşit Paşa ve sonrasında yaşanmıştır. Batı hayranlığı, taklitçilik o dönemlerde zirveye çıktı. Ancak asıl kimlik kaybı, Cumhuriyet döneminde başladı. Osmanlı’da Batılılaşma daha çok bazı aydınlar ve devlet adamlarıyla sınırlıyken, toplumda hâlâ İslâm'ın kültürü ve sevgisi hakimdi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ise sistematik bir Osmanlı ve İslâm düşmanlığı başladı. “10 yılda 15 milyon genç yarattık” gibi marşlarla yeni nesil şekillendirildi. 1922 sonrası dönemde Hanedan-ı Âli Osman ve Hilafet-i İslâmiye’ye karşı açık bir düşmanlık başladı. 1925’e kadar anayasalarda yer alan “Devletin dini İslâm’dır” maddesi dahi kaldırıldı.

Mustafa Kemal’in insanüstü bir figür gibi gösterilmesi, genç nesillere bu şekilde bir kimlik aşılanması, milletimizin kendi köklerinden koparılmasına sebep oldu. Bunun en açık örneklerinden biri, Cumhuriyetin 10. yılında yayımlanan “Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne: Nasıldı, Nasıl Oldu?” başlıklı dergidir. Bu, yaşadığımız kimlik değişiminin açık bir belgesidir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yayımlanan dergi ve yayınlarda, Osmanlı ile Cumhuriyet sürekli kıyaslanmış; bu kıyaslarda Osmanlı küçültülmüş, Cumhuriyet ise bir medeniyet güneşi gibi gösterilmiştir. Özellikle Sultan II. Abdülhamid Han ve Sultan Vahdettin'e hakaret edilen, Osmanlı'nın “gafil, rezil ve sefil” gösterildiği yayınlar genç nesillere sistemli olarak okutulmuştur. Bu yayınlar yoluyla gençlik İslâm’dan uzaklaştırılmış, Batı hayranlığı telkin edilmiştir. “10 yılda 15 milyon genç yarattık” sözüyle övünülen süreçte aslında nesiller kimliksizleştirilmiş, değerlerinden koparılmıştır.

Yakın tarihe baktığımızda Cumhuriyet döneminde yoğun bir Mustafa Kemal’i tanrılaştırma temayülüyle karşılaşırız. O dönemin ders kitaplarında, piyeslerinde ve sözde aydınların kaleminde, İslâm'ı reddeden, yaratılışı inkâr eden ifadeler yer almıştır. Hatta sözlüklerde “Kemalizm bir dindir” anlayışı işlenmiş, Şevket Aykut’un Kemalizm kitabı ve benzeri yayınlar genç dimağlara yön verilmek üzere okullarda okutulmuştur.

Mustafa Kemal hayattayken dahi 1934 tarihli bir gazetede bir yazarın “Atatürk Ekber, Atatürk Ekber” diye yazdığı şiir, bu tanrılaştırma sürecinin ne boyutlara vardığını göstermektedir. Bu yaklaşım yaklaşık 100 yıldır nesillere telkin edilmekte, gençlerimize İslâm'ın izzeti değil, Batı'nın modası öğretilmektedir. Oysa biz öyle bir medeniyetin varisiyiz ki, Avrupa’ya helayı, temizliğin adabını öğreten bizdik. Bugünse ne yazık ki Batı’yı kendine kıble edinen, kendi öz benliğinden utanan bir millet hâline getirildik.

Bu da yine tarih sahnesinde çok nükteli bir hadise.

Farklı isimler koyma aslında İslâmî kimlikten kopuşun bir göstergesi. Bana göre bunda Yeşilçam filmlerinin etkisi çok büyüktür. Özellikle Şaban ismi üzerinden yürütülen algı, halkın zihnine yerleştirildi. Bugün çocuğuna “Şaban” ismini verecek neredeyse kimse kalmadıysa, bu bir tesadüf değil.

Kemalizm'in kültürel alandaki etkisi, sadece eğitimle sınırlı kalmadı; sinema ve dizilerle de zihinlere işlendi. Mesela Şaban karakteri üzerinden sürekli saf, ezik, dalga geçilen bir profil çizildi. Yetmedi, yanındaki karaktere de “Güdük Ramazan” denilerek bir başka mübarek isme daha itibarsızlaştırma yapıldı. Bu, bir zihniyet meselesi. Amaç, sadece isimleri değil, o isimlerin temsil ettiği değerleri de silmekti. Ve maalesef bunda epey mesafe alındı.

Yine üç aylardan biri olan Recep’e, Recep İvedik karakteri üzerinden karalama misali var.

Şaban, Recep, Ramazan gibi mübarek isimlerin yıllarca medya üzerinden itibarsızlaştırıldığını düşünüyorum. Özellikle Yeşilçam filmleri bu algı çalışmasında büyük rol oynadı. Şaban ismi, “İnek Şaban” karakteriyle alaya alınırken, Recep ismi de “Recep İvedik” gibi kaba ve seviyesiz bir tiplemeyle kirletildi. Hatta Ramazan ismi bile “Güdük Ramazan” gibi yan karakterlerle küçültüldü. Bu sadece isimlerle sınırlı değil. “İffet” gibi iffet ve temizliği temsil eden bir kavram, Yeşilçam'da tam tersi bir hayatı yaşayan kadın figürüne verilerek bilinçli bir şekilde yozlaştırıldı. Amaç, bu milletin İslâmi değerlerden uzaklaşmasını sağlamaktı.

Bir yandan da ilginç bir çelişki var: Yıllarca "Mustafa Kemal olmasaydı adınız Yorgi olurdu" diyen Kemalist zihniyet, bugün çocuklarına yabancı isimler koyar hâle geldi. Bu da kendi içinde büyük bir tutarsızlık. Çok şükür ki hâlâ muhafazakâr kesim, bu tuzaklara düşmeden İslâmî isimleri yaşatmaya devam ediyor. Fakat özellikle medya ve popüler kültür alanında bu saldırılar hâlen sürüyor.

Cumhuriyet döneminin sansür politikalarını, basın üzerindeki kontrolünü ve muhalif seslerin bastırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abdülhamid Han'a istibdat, baskıcı dönem diyenler, aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında Takrir-i Sükun kanunuyla yoğun bir basın sansürü uygulandığını ya hiç bilmiyorlar yahut bilmek istemiyorlar. Bilhassa Türkiye'nin millet meclisinde muhalif bir milletvekili Ali Şükrü Bey şehit ediliyor. İstibdadın sansüründen bahsederken hala, devrim de karanlık yüzünü gösteriyor. Bir millet meclisinde bir milletvekili şehit ediliyor! Bundan daha bariz bir örnek de olamaz diye düşünüyorum. Bu Kemalist cenahtan Abdülhamid Han devrinin sansür politikalarını eleştirenlere tam tokat gibi bir cevap mahiyetini taşıyor. Çünkü Abdülhamid Han'ın saltanat yıllarına baktığımız zaman sadece iki tane idama rastlıyoruz, bunlar da siyaseten olmuş idamlar değil. Bir tanesi yanlış hatırlamıyorsam ana babasına kıyan bir caninin idam fetvası. Hani Abdülhamid Han'a müstebit diyenler, onun 33 yıllık saltanatında nedense hiç siyaseten katledilen bir kimseyi gösteremiyorlar.

Abdülhamid Han devrinin çok cüzi de olsa sansürünü aslında o zamandaki İngilizlerin hafiyelerle payitahtı ve cümle vatanı sarmasını ve buna mukabil bir istihbarati endişe saikiyle makul görmek lazım gelir. Çünkü devletin zaten çökmekte olduğu bir zaman. Bu çöküşle emperyalistlerin vatana üşüşmesine mani olmak için bazı tedbirler alınıyor. Bir sıkı yönetim zaruri gibi. Lakin bu Cumhuriyet devrindeki sansürlerin, baskıların, muhalif sesleri kısmanın maksadı acaba ne olabilir? Neyi saklamaya çalışıyorlardı?

Abdülhamid Han'ın sansürü vatan, millet bekasındandır. Sizin dediğiniz gibi her tarafta İngilizlerin ajanları onu durduruyorlar. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye zaten Mithat Paşa ve avanesinin gafilane girmiş oldukları Rus harbinde büyük yaralar almış. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelmiş. Abdülhamid Han böyle şartlar içerisinde bu devletin başına geçmiş. Her tarafta toprak kaybının olduğu, her tarafta yenilginin olduğu, Rusların payitahtın kapısına dayanmış olduğu bir dönemde Abdülhamid Han devletin dizginlerine elini alıyor. Mithat Paşa gibi avareleri devlet yönetiminden uzaklaştırıp mutlak hakimiyetini ele aldıktan sonra hasta adamın yavaş yavaş iyileştiğini gören batılı emperyalist devletler ne yapıyorlar? “Hasta adam”ı iyice bitirmek için saldırılara başlıyorlar. Bunu yapmak için ne yapmak lazım? Devletin başındaki zatı yıpratmak, halkın gözünden düşürmek lazım. Bunun için de her tarafta aydınlarımız(!) ile iftiralar atılıyor. Öyle aydınlar ki maşallahları var(!) Bu aydınlarımıza da hürriyet adı altında birtakım düşünceler empoze ediyorlar. Hür olduklarını unutan aydınlarımız sanki ellerine, ayaklarına pranga vurulmuşçasına bir hürriyet sevdasına tutulmaya başlamışlar. Abdülhamid Han Hazretleri'nin devletin bekası için tutmuş olduğu yolda müstebit bir padişah gibi görmeye başlamışlar. Abdülhamid Han'ın sansür politikası dediğimiz gibi tamamen devletin bekası içindir. Halka açılmış olan iftiraları, halkın zehirlenmesini engelleme kapsamındadır. Ama Cumhuriyetin sansürüyse kendi kanaatim, içimizden bir ihaneti örtmek içindir. Çünkü Osmanlı devletinin en son çıkmaz olarak yemin ettiği Misak-ı Milli üzerine dahi olsa hiçbir ilerleme gerçekleşmemiştir. Mustafa Kemal de bu Misak-ı Milli üzerine yemin etmişti. Ancak Misak-ı Milli dahi gerçekleştirilememiştir.

Bu sansür politikalarını yapanların, basın hürriyetini savunanların, insan hakları, ifade hürriyeti vs. bütün özgürlükleri dillerine pelesenk edip savunanlar tarafından yapılması da ayrı bir nazire oluyor.

Tabii ki. Abdülhamid Han'ın sansürü devletin bekası, yakın Cumhuriyet tarihindeki sansür politikaları ise bir ihaneti örtmek içindir. Bunu zihinlere anlatmak o kadar zor ki… Hazreti İsa'ya demişler “Ölüleri diriltmekten daha zor ne olabilir? İfhamu men la yefhem” Yani anlamayana anlatmak demiş. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım isimli eserinde, Kurtuluş Savaşı yıllarında halkı cepheye sevk etmek, ayaklandırmak için din-i mübin İslâm'ı kullandıklarını itiraf eder. Der ki, “Halkı galeyana getirmek için şapkalı gavurlar geliyorlar. Size şapka giydirecekler diyorduk. Kur'an'ı abdest kâğıdı yapacaklar diyorduk. Halk da bunları duyduğu zaman, dinini muhafaza etmek için cepheye gidip Allahuekber diyerek taarruz ediyordu. Ne var ki bu şapkayı Mustafa Kemal'in eliyle giydiler.” Aziz milletimizin, Milli Mücadele'de vermiş olduğu bütün emeklerin Cumhuriyetin daha sonraki politikalarıyla heder edildi. Aliya İzzet Begoviç'in hepimizin de gayet iyi bildiği bir sözü var. “Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.”

Günümüzde de hala Kemalist eğitim sistemli müfredat devam ediyor ve değiştirilebilmiş değil. Eğitim sistemimizde halen Atatürk ilke ve inkılaplarını empoze edici anlayış hâkim. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Benim kanaatim, bunlar son çırpınışları diyebiliriz. Ama son 5 yılda “Yeşil Kemalizm”e dönüyormuşuz gibi bir algı oluştu içimde. Yeşil Kemalizm dediğimiz, dine yakın bir Kemalizm politikası ve maalesef bizim cenahtan peyda oldu. Eskiden karşımızda koyu kırmızı bir Kemalizm vardı. Bu yeni tehlikenin, kırmızı Kemalizm’den daha büyük olduğunu düşünüyorum. Çünkü dine yakın bir görüntü verdiği için halkın bazı tabakalarında rahat karşılık bulmaya başladı. Laikleri kazanmak için onlara benzedik; ne onları kazandık, ne de kendi cenahımızı muhafaza edebildik. Böylece çıkmaz bir yola girildi.

İktidar, Kemalist-laik kesimin de gönlünü almak için davadan taviz vermeye başladı. Bu durum, genç kardeşlerimizin zihinlerini bulandırdı. Kızıl Kemalizm de hâlâ devam ediyor. 2-3 yıl önce okullarda çocukların Mustafa Kemal’in resmi önünde secde ettirildiğini gördük. Bugün hâlâ Kemalizm’i dayatmaya çalışan, İslâm’a düşman olan, Osmanlı’dan rahatsızlık duyan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Tıpkı yüzyıldır olduğu gibi.

Kemalizm’de kırılmaların yaşandığı dönem 1950 sonrasıydı. Son 20 yıl, milletin nispeten rahatladığı bir dönem oldu. Ancak 80 ihtilali ve 28 Şubat sürecinde Kemalizm’in zulmü tekrar kendini gösterdi. Son 20 yılda ise etkisinin kaybolmaya başladığını gördük. Milletimizde güzel bir uyanış vardı. Osmanlı'yı ve Abdülhamid Han'ı öven diziler, devlet kanallarında yayımlanan programlar, yapılan seminer ve konferanslar olumlu gelişmelerdi.

Fakat milletimizin bu muhafazakârlığını gören ve Kemalizm’i yeniden dayatmak isteyen o batıl zihniyet boş durmadı. Örneğin bir okulda sözde bir öğretmen, çarşafı giyerek küçük çocukların karşısında çarşafa hakaret etti. Başka bir okulda çocukların Mustafa Kemal’in heykelinin önünde secde ettirildiğine şahit olduk. Milletin bir kesimi buna tepki gösterdi ama tehlike hâlâ sürüyor.

Maalesef Mustafa Kemal’i istismar edip maddi çıkar sağlayanlar, Kemalizm’i bir kazanç kapısı haline getirdiler. Gençliği yeniden uyutmaya çalışıyorlar. Burada bize çok iş düşüyor. Büyük Doğu Akıncıları gibi sağlam dava duruşu olan sivil toplum kuruluşlarına büyük görevler düşüyor. Genç kardeşlerimizi kazanmak, milletin üzerindeki Kemalizm belasından kurtulmak için var gücümüzle çalışmalıyız. Onlar batıl da olsa davalarına sadıklar. Bizim de en az onlar kadar gayret göstermemiz ve gençliği uyandırmamız gerekiyor.

Kemalist zihniyetle yönetildiğimiz devirde yasaklanan dini kitaplara misaller verebilir misiniz?

Kemalist Mezalim kitabının yasaklanan kitaplar bölümüne bu hususta herhalde 10'a yakın belge koyduk diye hatırlıyorum. Belge bakımından epey zengin bir kitap. Birkaç tanesini zikredelim: İstanbul'da Ahmet Kamil Matbaası'na basılmış olan “En'am-ı Şerif”, İstanbul'da yayınlanan “Tam Mevlid-i Şerif”, Burdurlu Abidin Kara Arslan'ın İzmir'de yayınladığı “54 farzlı büyük ve tam namaz hocası” kitabı, “İman ve amel” isimli kitap, Eşref Edip tarafından yazılıp İbrahim Horoz Basımevi'nde basılan “Çocuklarımızda din okuma” isimli kitap, Bediüzzaman Said Nursi tarafından neşredilen “Mucizetül Kur'an”  ve “Asa-yı Musa” isimli kitapların dağıtılmasının yasaklanması ve toplattırılması, Halep'te basılan “İslâmiyet'te tesettürü Nisvan” isimli kitabın yurda sokulmasının yasaklanması, İstanbul'da basılı “Risale-i Ahval-i Ahir Zaman” adlı kitabın Cumhuriyet rejimine aykırı yazılar içerdiğinden toplattırılması ve satışının yasaklanması, sürekli Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün imzasının olduğunu görüyoruz. Misaller çok, Mustafa Kemal'den ve İsmet İnönü'den birkaç misalle iktifa edelim burada. Bu hususta daha çok belge görmek isteyenler kitabımıza bakabilirler.

Camilerin ahıra çevrildiği ifadesi doğru mudur?

Kesinlikle doğru. Hatta vaktiyle Ahmet Şimşirgil'in İsmet İnönü döneminde camilerin genelev yapıldığı ifadesi de büyük tepki çekmiş ve günlerce kamuoyunda konuşulmuştu. Cumhuriyet döneminde camilerin satıldığı, kiralandığı, askeri koğuşlardan tutun da parti binası dahi yapıldığını şahitler ve örneklerle kitabımızda gösterdik ve bilhassa bu hususu ayrı bir başlığa taşıdık. Evet, İnönü döneminde bir camide fuhuş icra edilmiştir. Bunu biz söylemiyoruz, bizzat TBMM tutanakları söylüyor. 1953 yılında mecliste Vakıflar Umum Müdürlüğü'nün bütçe komisyonu görüşmelerinde söz alan Tokat mebusu Ahmet Gürkan Bey şu açıklamalarda bulunuyor: “Muhterem arkadaşlar, Cezmi Türk arkadaşımızın evkaf ve diğer müessesat-ı hayriyye veya amme müesseseleri hakkında mütalaalarını dinlediniz. Bendeniz çok kısa konuşacağım. Evkafa ait bazı yüz kızartıcı meseleleri size arz edeceğim. Evkaf Umum Müdürlüğü'nden sordum. Halen evkafa ait cami ve mescit olarak kaç yüz gayrimenkulünüz kiraya verilmiştir? Cevap 543'tür. (Yani 543 cami kiraya verilmiştir.) Pekâlâ bu camilerde ne işler görülmektedir? Kimisinde Halk Partisi teşkilatı oturmakta ve zaman zaman bunların içlerinde düğünler, sazlar ve eğlenceler yapılmaktadır.” Bunların hepsi camilerde mi yapılmaktadır gibi sesler de duyuluyor mecliste. Reşat Metin Tugaç, (Kars mebusu), bunlar hangi camilerse tek tek söyleyin diyor Ahmet Gürkan Bey'e. Ahmet Gürkan Bey devam ederek cevap veriyor, “Kimisinde balıkçılar yatıp kalkmakta, balıkları da orada muhafaza etmekte camileri balık deposu olarak kullanılmakta kimisinde berberlik ve debagat işleri, kimisinde de (haya ediyorum) fuhuş icra edilmekte olduğu tespit edilmiştir.” Mecliste vah vah sesleri duyulmuş. Kimisi “Sevgili arkadaşlarım, sizlerden istirham ediyorum, bu camileri kurtaralım” diyor. Ahmet Gürkan Bey'in mecliste söylemiş olduğu bu kısım çok önemli, diyor ki; (söylemeye haya ediyorum) “İçerisinde fuhuş icra edilmekte olan bazı camiler dahi var.” Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali bu konunun meclise taşınması hakikaten o dönemde bazı camilerde fuhuş icra edildiğini bizlere gösteriyor. Satılmış olan, kiraya verilmiş olan bazı camilerin daha sonra ne halde olduklarına maalesef kimse bakmamış. Ermenilere, Yahudilere bile camiler kiraya verilmiş yahut satılmış. Tam 6 asır boyunca Müslümanların ibadetlerini gerçekleştirdiği Mimar Mehmet Ağa Camii var. Bu cami 1930'lu yıllarda önce ilgisizliğe kurban edilmiş, ardından da İnönü döneminde bir nalbanda verilmiştir. 600 yıllık olan bu tarihi cami vakfiyeleri bu kararla birlikte nalbant dükkânı olarak kullanılmaya başlamıştır. Duvarlarına demir halkalar takılan cami, hayvanların durağı olmuş. Camiye hayvanlar bağlanmış. Bu cami daha sonra restore edildi. Restorasyon esnasında Kadir Mısıroğlu'nun isteği doğrultusunda camideki bazı halkalar olduğu gibi bırakıldı. İnsanlara ibret olsun diye. Bugün Mimar Mehmet Ağa Camii’ne girenler hala orada duvarda asılı olan 2 adet o dönemden kalma atların, hayvanların bağlandığı halkaları duvarda görebilirler. Ahır yapılan camiler var dedik, bunu bir de arşiv belgesiyle ispat edelim. 1941 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden Başkanlığa önemli ve acile notuyla gönderilen bir yazı, bu iddiayı kuvvetlendirmekte. Diyor ki Yüksek Başvekâlete, “Tarihi ve mimari bakımından çok değerli olan Üsküdar'da Atik Valide Cami ve müştemilatından Atik Valide Tekkesi ile Çinili'deki Evkaf Tekkesi Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu hilafına Vakıflar Müdürlüğü'ne haber bile verilmeksizin işgal edilmiş ve yapılan teşebbüs sonunda yalnız Atik Tekkesi'nin havuzlu odası boşaltılarak işine hayvan bağlı bulunan Atik Valide Tekkesi odalarının işgaline devam edilmekte bulunulmuştur. Bu eserler ve Atik Tekkesi'nin havuzu emsalsiz ince ve kıymetli yadigarlardır. Bunca tebligata karşı yine vuku bulan bu gibi tecavüzler şüphesiz ki laiksiz ve acıklıdır. İktidarda birkaç hayvan alacak kiralık bina bulmak zor bir şey değildir. Milli eserlerin korunması, bunlara el uzatılmaması ve boşaltılmaması lazımdır. Cumhuriyet İdaresi tarihinde kara bir iz bırakacak olan bu gibi hallere son verilmesinin icap edenlere tebliğine müsaade buyurulmasını önemle arz ve rica ederim.” Vakıflar Genel Müdürlüğü. 1934 yılı olması lazım yanlış hatırlamıyorsam. Bu yazıdan da Atik Valide Sultan Camii’nin ahır yapıldığını anlıyoruz. Camiler ahır yapılmadı diyenlerin suratına tokat olacak bir belge. Adı geçen belgeyi de Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde 192, 318 arşiv 16 dosya ekinde görebilirsiniz.

İstiklal Mahkemeleri hususuna da temas edebilir misiniz?

23 Nisan 1920'de meclis kuruldu. Ondan bir hafta sonra da asker kaçaklarını yakalayıp sorgulamak maksadıyla Vatana İhanet Kanunu çıkarılmış, İstiklal Mahkemeleri de bu vesileyle kurulmuştur. Ancak bu mahkemeler zamanla maksadından sapmış. Kendilerine verilen salahiyetlerle yurtta adeta terör estirmişti. Hükümetle ters düşen, bunu dile getiren veya bu doğrultuda iftiraya uğrayan kim varsa hepsi bu mahkemelerde yargılanmış. Bunların içinde kurtuluş mücadelesinin büyük komutanları dahi vardır. 1920'de kurulan meclisin en büyük dertlerinden biri asker kaçaklarıydı. Bir asır boyunca aralıksız süren savaş, Anadolu insanını bıktırmıştı. Köyler erkeksiz, çocuklar babasız kalmıştı. Millet bu sebeple yeni bir harbe daha sıcak bakmıyordu. Bu yüzden asker kaçakları oluyordu. Yani olabilir şeyler bunlar. Bu sebeplerle meclisin ilk işi hıyanet-i vataniye yani vatana ihanet kanunu çıkartmak oldu. Kanun 29 Nisan 1920 günü yasalaştı. Mustafa Kemal, Başkomutanlık rütbesine getirildi. Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbirler alınmak isteniyordu. Doktor Tevfik Rüştü Bey Mustafa Kemal'e İstiklal Mahkemeleri kurulması için bir öneri verdi. Kanunun çıkarılmasından sonraki 4 aylık dönemde düzenin sağlanmaması üzerine 1793'te Fransa'da kurulan olağanüstü yetkilere sahip mahkemelerden esinlenerek, örnek alınıp İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.

Gezici görev yapacak olan mahkemeler 3 üyeden oluşacak. Karar için oy çokluğu yeterli olacaktı. Tabii gerektiğinde başkomutan mahkemeye müdahale edebilecekti ve bu madde meclis içinde oluşan muhalefetin de hoşuna gitmedi. Mahkemenin halk arasında adı 3 Aliler Divanıydı. Bu isim mahkemenin 3 üyesinden Kılıç Ali, Necip Ali ve mahkeme başkanı Kel Ali'den geliyordu. Ancak Alilerin üçü de hukukçu değildi. Yani düşünün bu mahkemelerin hakimleri hukukçu değiller, hukuk bilmeyen insanlar mahkemenin başına getiriliyor. Elazığ mebusu Hüseyin Avni Bey meclis kürsüsüne çıkıyor ve İstiklal Mahkemelerini şu sözlerle eleştiriyor. “Olağanüstü mahkemeler olağanüstü dönemde kurulmuştur. Hükümet bize bu kanunu kabul ettirmiştir ancak bugün İstiklal Mahkemeleri’nin el uzatmadığı hiçbir şey kalmamıştır. Efendiler siz memleketi yaşatmak istiyorsanız 350 mahkemenin kudretini arttırın. Çünkü o 5 mahkeme memleketi kurtaramaz. Bu dünyanın adaletine sığmaz. Mesele asker kaçağı ise İstiklal Mahkemelerinin yetkilerini sadece o kadarla sınırlayalım. Mahkemelere yüklenen her şeyi hüküm altına alma ve her şeye hüküm verme yetkisini üzerimizden kaldırmak bizlere farzdır.” Hüseyin Avni Bey'in bu uyarıları elbette yeterli olmadı. İstiklal Mahkemeleri her geçen gün kuruluş sebebinin dışına çıktı ve akıl almaz bir hal aldı. Yine Hüseyin Avni Bey İstiklal Mahkemelerinin akıl almaz genişlikteki salahiyetleri karşısında şunu söylemekten kendini alamamış: “İstiklal Mahkemelerine meclisin tanımış olduğu yetkiyi Cenab-ı Hakk, Resul’üne dahi vermemiştir” Önüne geleni asan bir suç şebekesi olup terör havasındaki İstiklal Mahkemeleri’nde üç alilerden Cellat Ali 3 Mart 1931 tarihinde kendisiyle mülakat yapan Son Posta Gazetesi'nin İzmir muhabiri Adnan Bey'e 12 sene içerisinde 5216 kişiyi astığını söylemiştir. Bu bile İstiklal Mahkemelerinin ne denli bir vahşet abidesi olduğunu gözler önüne net bir şekilde sermektedir. İskilipli Atıf Hoca gibi kanundan 2 sene önce yazmış olduğu bir kitaptan dolayı asılan bir alim mevcuttur. Daha asılan birçok alimlerimiz var.

Milletimizin şu anki kültürel kimliğinde meydana gelen tahribatın tekrar nasıl düzeltilebileceğini düşünüyorsunuz?

Burada vazife olarak sivil toplum örgütlerine çok şey düşüyor. Maalesef bizim artık iktidardan çok beklentimiz kalmadı. Günbegün hayal kırıklığına uğruyoruz. Bizlere çok iş düşüyor. Milletimizi İslâm'ın hoşgörüsü, kardeşlik bağı ile Hak yoluna çağıracağız. Genç kardeşlerimize gerçekleri anlatmaya gayret edeceğiz. Zaten bizim bu kitabı yazma, hazırlama gayemiz de budur. Genç kardeşlerimizin elinde vesika ve ikna kabiliyetinin yüksek olması, diğer gençleri uyandırabilmesi bakımından etkili olmasını arzu etmiştik. Milletimizin özüne dönmesi için aslında bizim devlet bazında istediğimiz tek bir şey, tek beklentimiz var. Yeniden kendi değerlerimize, özümüze dönmek. Onun haricindeyse iş, bu davaya gönül veren STK’lara ve bilhassa bizim Maarif Vekaletimize düşüyor. Maarif Vekaletimiz yani Milli Eğitim Bakanlığımızın güncellenmesi, düzeltilmesi gerekiyor.

Kemalist Mezalim kitabını yazma ve hazırlama gayeniz nedir?

Bizim camiada biliyorsunuz çok kıymetli eserler var. Genç kardeşlerimize tarih telakkisinde ışık tutacak bilhassa yakın Cumhuriyeti anlatacak güzel eserler var. Ancak hiçbirisinde ikna bakımından genç kardeşlerimizi müsterih edecek miktarda belge derlemesi yok. Ben de camiamızda bu eksikliği fark ettim. Bilhassa İslâmî tebliği yapan, yakın tarih Cumhuriyet dönemini yakın arkadaşlarına, çevresine anlatmak isteyen kardeşlerimizin elinde bir kaynak-belge derlemesi olmasını istedim. Bu vesileyle yazdım. Kitapta benim sözüm yoktur, tamamen belgelere dayalıdır. Cenabı Allah'ın ecrini ahirette vermesini niyaz ediyoruz.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Son olarak da Kumandan Salih Mirzabeyoğlu gibi bu dava uğruna yıllarca çile çekmiş, işkencelere maruz kalmış. Üstad Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Kadir Mısıroğlu, Yavuz Bahadıroğlu gibi bu davaya gönül vermiş, bu dava uğruna serden geçmiş, Metin Yüksel, Halil Kantarcı abilerimize Cenabı Allah'tan rahmet diliyoruz. Onların yollarının yolcusu olmayı, yollarını takip etmeyi, yollarından ayrılmamayı Allah'tan niyaz ediyor ve ahirette onlarla komşu olmayı ümit ediyoruz.

Amin, teşekkür ederim.

Rica ederim.

Aylık Baran Dergisi 38. Sayı Nisan 2025