Cilt sanatı, kitapların yalnızca korunmasını değil, aynı zamanda yaşatılmasını ve estetik bir bütünlük kazanmasını amaçlayan köklü bir gelenektir. Bu sanat, özellikle İslâm ve Osmanlı medeniyetlerinde büyük bir ihtimamla icra edilmiştir. İşte bu köprünün hem taşıyıcısı hem de emektarlarından biri olan Rafet Güngör, yarım asrı aşan meslek hayatında cilt sanatını nasıl icra ettiğini, bu sanatın geçmişini, bugününü ve geleceğini Aylık Baran’a anlattı.

Rafet Güngör kimdir?

Rafet Güngör, 1947 yılında Çanakkale'de doğmuştur. İlk ve orta öğreniminin ardından, 1969 yılında Süleymaniye Kütüphanesi'nde memur olarak çalışmaya başlamıştır. Burada, mücellit İslam Seçen'den ciltçilik sanatının inceliklerini öğrenmiş ve Nevzat Kaya'dan icazet almıştır. Süleymaniye Kütüphanesi'nde 25 yıl görev yaptıktan sonra, 1990 yılında Osmanlı Arşivi'ne geçmiş ve burada cilt atölyesinin kurulmasında önemli rol oynamıştır. Yaklaşık 10 yıl süren bu görevinden sonra emekli olmuş ve Vefa'da kendi cilt atölyesini açmıştır. ​Yaklaşık yarım asırlık meslek hayatı boyunca, Süleymaniye Kütüphanesi ve Osmanlı Arşivi'ndeki çalışmalarıyla birlikte, Türk İslam Eserleri Müzesi, Topkapı Sarayı ve Bursa Müzesi'ndeki yazma eserler ve Kur'an-ı Kerim'lerin restorasyon ve ciltlenmesinde de emeği bulunmaktadır. Ayrıca, Afganistan ve Suriye gibi ülkelerde yazma eserlerin ciltlenmesi çalışmalarına katılmıştır. ​Güngör, ciltçilik sanatının yanı sıra ebru ve hat sanatına da ilgi duymuş, bir süre Hamit Aytaç'tan hat meşk etmiştir. Atölyesinin duvarlarını Hamit Aytaç, Hüseyin Kutlu, Fuat Başar ve Hasan Çelebi'nin hat levhaları ve ebruları süslemektedir. ​

Günümüzde, Vefa'daki atölyesinde ciltçilik ve sahaflık yapmaya devam eden Rafet Güngör, kitap meraklıları, sahaflar ve koleksiyonerler için önemli bir adres olmuştur. Özellikle yıpranmış, dağılmış ciltleri yenileyerek eserlere yeniden hayat vermekte ve ciltçilik sanatını yaşatmaktadır. ​

Öncelikle kendinizden bahsedebilir misiniz?

Rafet Güngör. Çanakkale Biga doğumluyum. Anne tarafından gazi, baba tarafından şehit torunuyum. İstanbul'a 1961 yılında geldim. Yatılı okula başladık. Öğrencilik hayatımızın ardından askere gittik. Askerlikten sonra Süleymaniye Kütüphanesi'nde açılan memuriyet imtihanına girdim ve kazandım. 1969 senesinde Süleymaniye Kütüphanesi'nde cilt işlerine başladım. O dönemde kütüphaneler Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlıydı. Hizmet içi kurslar açılıyordu ve biz de bu kursların tamamına katıldık. On yıl sonra bize diploma verdiler ve asıl mücellitliğe o zaman başladık. O ana kadar hep eğitim aldık. Bununla birlikte ebru yapımı, şiraze örme, restorasyon, patoloji gibi alanlarda da eğitim gördük. Zaten mücellitlik, tek bir açıdan ele alınacak bir meslek değil. Mesela Arapça bilmek gerekir. Çünkü kütüphanelerdeki eserlerin çoğu Arapça, Farsça ya da Osmanlıcadır. Bunlara vakıf olmak şarttır. Bu yüzden eğitim süreci uzundur. Hizmet içi eğitim kurslarının neticesinde mücellitlik bonservisi verilir. Bunu almadan herhangi bir yerde cilt atölyesi açamazsın. Osmanlılar zamanında da bu böyleymiş. Ahi Evran usulü denir buna. O dönemde de vardı, şimdi de var. Günümüzde de meslek dersleri okullara konuldu. Yani sonuç itibarıyla aynı noktaya çıkıyor.

Eğitimi aldıktan sonra, bu işlerde bize refakat eden İslam Seçen hocamız vardı. Onun yanında Emin Barın Hoca, Süheyl Ünver Hoca ve diğer tezhipçi hocalarımız da vardı. Bunlardan genel kültür açısından birçok şey öğrendik. Mesela, ebru hususunda Niyazi Sayın Bey, şiraze konusunda Cahide Hanım vardı. Restorasyon genellikle kadınların yaptığı bir iş olduğu için bu alanda da kimyagerler devreye giriyordu. Orada da Saadet Hanım diye bir kardeşimiz vardı. Yani Mücellitlik, geniş ve kapsamlı bir iştir. Bu yüzden henüz sistem tam anlamıyla oturmadığı için halkımız da bunu pek bilmiyor. Örneğin, İtalya'da kitap hastanesi kurulalı 300 sene olmuş. Orada kimyagerler, patologlar, şirazeciler, ebru sanatçıları, deri ustalarıyla toplamda 200 kişilik bir ekip çalışıyor. Sistem tam anlamıyla oturmuş. Bizde ise henüz böyle bir düzen kurulmadı ama bir çalışma var. Bir ön hazırlık var. Bu zamanla olacak inşallah.

Şu anda Mimar Sinan Üniversitesi'nde bu işle ilgili bir bölüm var. Cilt bölümü var ve Gürcan hocamız, öğrencilerimize yardımcı oluyor. Bu alanda ileriye dönük bir gidiş hamlesi mevcut. Ancak bu işin temelden başlaması gerekiyor. Okullardaki meslek dersleri bunun için iyi bir imkân sunuyor. Aynı zamanda, özel olarak bu işle ilgilenen kişiler de var. Fakat bunlar genellikle münferit olarak çalışıyorlar. Eğer yerel yönetimlerin desteğiyle bir araya getirilebilirlerse, daha ciddi çalışmalar yapılabilir. Mesela, Fatih, Zeytinburnu, Beykoz ve Üsküdar belediyeleri bu alanda destek verebilir. Çalışmalar daha iyi yönlendirilebilir.

Sizi bu mesleğe yönlendiren temel motivasyon neydi?

Ortaokul yıllarında bu mesleğe ilgim başladı. Eyüp Ortaokulu'nda okuyorduk. O zamanlar meslek dersleri vardı. Erkek çocuklara ciltçilik, berberlik, kalaycılık gibi meslekler öğretilirken, kızlara kaşkol ve çorap örme gibi el işleri yaptırılıyordu.

Hocamız Ali Rıza Bey’di. Onun rehberliğinde bir mevlit kitabını ciltledik. O da bize "aferin" dedi. Bu ilgi bizde sevgi uyandırdı. Bunun dışında, Çarşamba’da oturuyorduk. Oradaki kitapçı arkadaşlarımızla da sürekli görüşüyorduk. Talebe olduğumuz için onların yanına sık sık gider gelirdik. Onlar da bize sahip çıkar, kitap sanatlarını gösterirdi. Kitaplarla ilgili her yere girip çıkıyorduk. Bu şekilde kitap sevgimiz ortaokul yıllarında filizlenmiş oldu.

Öncelikle, milli duyguları körükleyen bir meslek. Bende uyandırdığı en önemli his bu. Çünkü ben milliyetçi bir insanım, peşinen söyleyeyim. Bu vesileyle yurt dışında da birçok tecrübe edindim. Uzun yıllar yurt dışında kaldım ve bu mesleğin ne kadar önemli olduğunu orada da gördüm. Anadolu’nun birçok vilayetinde UNESCO nezaretinde Anadolu Medeniyetleri sergisi açılıyordu. Ben onların tamamına katıldım. Mesela Van’a, Amasya’ya, Malatya’ya, İstanbul’a, Edirne’ye ve Manisa’ya gittim. Müdürüm beni görevlendiriyordu, hepsine gittim. Orada halkın kütüphanelere ve yazma eserlere olan sevgisi bizi bu işe yöneltti. O arkadaşlarımızın ilgisi de bu mesleği sevmemize vesile oldu.

Mesela Van’da kaldım. Van’da çok güzel sergiler yapıldı. 100. Yıl Üniversitesinin açılış döneminde oradaydık ve yazma eserleri sergiledik. Üniversite öğrencileri büyük ilgi gösterdi. Vali beyler ve çevre kazalardan gelen kaymakamlar bize yakınlık gösterdiler. Biz zaten bu işi seviyorduk, onların gösterdiği ilgi motivasyonumuzu daha da artırdı.

1983 senesinde ben yurt dışına, UNESCO görevlisi olarak gittim. Suriye’de Hafız Esad Kütüphanesi, Nizamiye Medresesi’nden yeni yapılan kütüphaneye taşınmıştı. Çok modern bir kütüphane inşa etmişlerdi. Burada bir cilt atölyesi kurulması gerekiyordu ve bizi münasip gördüler. Hem eleman yetiştirilecek hem de kütüphanedeki kitaplara restorasyon yapılacaktı. Biz de gittik, vaziyeti gördük. Bize 10 bayan ve 10 erkek arkadaş verdiler, onlarla güzel bir çalışma sürecine girdik.

Burası Suriye’nin Şam şehriydi. Kitaplara olan ilgimiz oradaki halkın da dikkatini çekti. Mesela, Muhyiddin Arabi Hazretlerinin eserleri ve İbn Asakir’in Tarih-i Demaskus adlı eseri büyük ilgi görüyordu. Bu eser, Hicri 430’da yazılmaya başlanmış ve 472’de tamamlanmış, dünyaca tanınan nadide ve tek nüsha bir eserdi. Onun restorasyonu da ilgili yetkilileri memnun etti. Kütüphane görevlileri de böyle bir işe hizmet ettikleri için mutlu oldular.

Orada bize büyük ilgi gösterdiler. Mesela, yeşil kart verdiler, istediğimiz oteli tavsiye ettiler. Biz de onları memnun etmek için elimizden geleni yaptık. Bu da işimizin motivasyonunu artırdı ve faydalı oldu. 1983’te gitmiştim, 1989’da tekrar davet edildim. Bu süre içinde yeni makineler alınmış, sistem daha da geliştirilmişti. UNESCO büyük yardımlar yapmıştı. 1989’da uzun süreli bir çalışma için yeniden gittik. Aynı arkadaşlarımızla daha geniş çaplı bir çalışma içerisine girdik. Halk bizi büyük bir memnuniyetle karşıladı. Daha önce çalıştığımız için, ekip olarak güçlü bir iş ortaya koyduk. Şimdi o arkadaşlarımızla hâlâ irtibat hâlindeyiz. Bir kısmı emekli oldu. Emekli olanlar da şu anda Dubai’deki Cuma Macid Kütüphanesi’nin cilt atölyesinde çalışıyorlar. Mesela, Halit Reyhan, Ahmet Bey ve Elma Geylani ile hâlâ bağlantımız var. Kitap sevgisi insanları emekli olduktan sonra bile bırakmıyor, bu da güzel bir şey. Daha sonra Suriye’den İstanbul’a döndüm. O sırada ben Suriye’deyken Hasan Celal Güzel Bey, Osmanlı Arşivleri Genel Müdürü İsmet Miroğlu ve Mesut Yılmaz, devlet erkanının bir işi dolayısıyla Suriye’ye gelmişlerdi. Konsolosluğa yakın olduğu için yeni kütüphaneyi de ziyaret etmişler. Yeni atölyeyi gezdiklerinde, “Burada bir Türk eleman da çalışıyor.” demişler. Böylece abilerimizle, hocalarımızla görüşme fırsatı bulduk.

İsmet Bey, “Ben Osmanlı Arşivleri Genel Müdürüyüm, ancak orada eleman bulamıyorum.” dedi. “Seni kim gönderdi buraya?” diye sordu. Ben de, “Beni Hasan Bey yolladı.” dedim. O dönemde Hasan Bey hariciye işlerine bakıyordu. Bu sefer benim ismimi ve bilgilerimi aldılar. İstanbul’a döndükten sonra tayinimi aynı iş için Osmanlı Arşivleri’ne yaptılar. Yani kütüphaneden alınıp Osmanlı Arşivleri’ne nakledildim. Aynı işi yapmak için oraya geçtim. Orada da atölye yeniden kurulacak, eleman yetiştirilecek ve bu iş canlandırılacaktı. Biz de bunu kabul ettik. Kütüphaneden ayrılıp Osmanlı Arşivleri’ne geçtik. Buradaki çalışmalarımız 10 yıl sürdü. 10 yıl içinde atölyemizi kurduk. Şu anda yetiştirdiğimiz arkadaşlarımız Osmanlı Arşivleri’nde çalışıyor ve atölye faaliyetlerine devam ediyor. Ben ise 2000 yılında yaş haddinden dolayı emekliliğimi istedim ve emekli oldum. O günden bu yana da bu gördüğünüz mekânda, ehli hiref erbabına yani sahaflara, hocalara, üniversite camiasına hizmet vermeye devam ediyorum. Burası üniversite çevresi olduğu için kitap erbabına hitap ediyoruz. Özel veya resmî fark etmeksizin, ister vahdahi yazma eser olsun, ister başka bir talep gelsin, bize bildirilmesi hâlinde gerekeni yapıyoruz.

Cilt sanatından bahseder misiniz?

Tabii, ciltçiliğin çok çeşitli yönleri var. Selçuklu ciltleri, Memlük ciltleri, Endülüs ciltleri, İran Safevî ciltleri, Osmanlı ciltleri gibi farklı üsluplara vakıf olmak gerekiyor. Hatâ ciltler var, Rûmî ciltler var. Mesela bir eser 13. asırda yazılmışsa, her yazma eserin sonunda bir tür nüfus kâğıdı gibi bilgileri bulunur. Ona bakarak döneme uygun bir cilt yapmak gerekir. 13. asra ait bir eser için o dönemin cilt tekniğini kullanmanız icap eder. Osmanlı ciltleri yapılacaksa, yine ait olduğu döneme uygun tasarlanmalıdır.

Ancak bu da yeterli değil. 12. asrın ciltleri farklı, 15. yüzyılın ciltleri farklı, 16. yüzyılın ciltleri farklıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki, 15. ve 16. yüzyıllar cilt sanatının zirveye ulaştığı dönemlerdir. Hem Osmanlılar’da hem de Selçuklu ve Memlüklerde ciltçilik en yüksek seviyeye çıkmıştır. Bugün müzelerde ve kütüphanelerde hayranlıkla izlediğimiz eserler, o dönemin büyük emekleriyle ortaya çıkmıştır. Tabii, bunda dönemin devlet erkânının ve yerel yönetimlerin sanatçılara gösterdiği ilginin de büyük payı vardır. Sanatlar teşvik edilirse gelişir, devletin kalkındığı yerlerde sanatçılar da gelişir.

Peki, cilt sanatının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu sanatın ayakta kalması ve gelişmesi için neler yapılmalı?

Öncelikle yerel yönetimlerin bu işi sahiplenmesi gerekir. İkinci olarak, cilt sanatının tanıtılması, reklamının yapılması şart. Ama bugüne kadar bu işe soğuk bakıldı. Şimdiden sonra bu gidişatın değişeceği kanaatindeyim. Çünkü biz, Osmanlı payitahtının mirasının üzerinde kurulmuş bir milletiz.

Gençlerden ilgi duyanlar var mı?

Evet, var. Ancak tanıtım eksik. Bir de insanlar işin kolayına kaçıyor, bu gerçeği göz ardı etmemeliyiz. Asıl mühim mesele, tanıtım eksikliğidir. Eskiden kütüphaneler Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı, şimdi Turizm Bakanlığı’na devredildi. Bu büyük bir mesele. Kültür farklı bir alandır, masraf gerektirir ve meyvesini zamanla verir. Bugün yatırım yaparsınız ama hemen karşılık bekleyemezsiniz. Zamanla gelişir, büyümesini ve olgunlaşmasını beklemek gerekir. Turizm ise farklı bir sektördür, doğrudan gelir getirir. Ancak kültür alanında bu dengeyi iyi tahlil etmek gerekir.

Aranan insan ile arayan insan arasındaki fark vardır, mesele budur. Osmanlılar ne yapmış? Ali Kuşçu’yu Buhara’dan getirmişler. Hârezmî’yi, Kaşgarlı Mahmud’u Osmanlı topraklarına kazandırmışlar. Bugün Amerika ne yapıyor? İnsanlar doğum yapmak için Amerika’ya gidip vatandaşlık hakkı kazanmaya çalışıyor. Osmanlılar da böyleydi; Osmanlı topraklarına adım atan bir âlimi, bir sanatkârı himaye ediyorlardı. Amerika’nın bugün yaptığı gibi, Osmanlı da ilmi ve sanatı topraklarına çekiyordu. İşte, bunu çok iyi değerlendirmek lazım.

Bunlar temel eğitimlerle ilgili konular. Temel eğitim şart. Bir de işin garip yönlerinden biri, teknolojinin güzel sanatları baltalaması. Bu bir gerçek. Teknoloji insanları işin kolayına yönlendiriyor. Şimdi, makineye veriyorsunuz, bir yerde basılıyor, bir yerde dikiliyor, bir yerde kapak yapılıyor, hiç el değmiyor. Ama klasik ciltçilik bunun tam tersi. Kitabı dikiyorsunuz, formalarını ayarlıyorsunuz, şirazesini örüyorsunuz, ölçüsünü belirliyorsunuz.

Dönemine göre mesela Arapça yazılar altı çeşit yazılır. Buna Aklâm-ı Sitte denir. Hazreti Peygamber döneminde Kûfî yazı vardı. Ondan önce Nebatî yazı, Hiramî ve İbranice vardı. İbranice, Sümerlere kadar uzanır. Zaten kâğıt ve kalemle insanlık tanıştığından beri ciltçilik de var olmuştur. Bu mesleğin başlangıcı orasıdır. Nerede kâğıt ve kalem varsa, orada ciltçilik de vardır. "Cilt" kelimesi Arapça kökenlidir ve "deri" anlamına gelir. Ancak zamanla sistem değişti. Osmanlılar Nesih ve Sülüs yazısını benimsedi, Afrikalılar Gubarî yazıyı kullandı, İranlılar Talik yazıyı aldı. Osmanlılar'da Nesih, Sülüs, Celi Divanî gibi pek çok yazı çeşidi kullanılmıştır. Bunların hepsini iyi tahlil etmek gerekir. Restorasyon yapabilmek için bu yazılara ve dönemin cilt tekniklerine vakıf olmak şarttır.

Mesela Celi Divanî yazısı var. Bunların her biri kendine has özelliklere sahiptir. Bir kitabın restorasyonunu yapmak için defalarca düşünüp bir defa iş yapmak gerekir. Yazma eser ciltlerinde tekrara yer yoktur. Bu yüzden çok dikkatli hareket edip, ölçüp biçip karar vererek restorasyon yapmak gerekir.

Yıllardır bu mesleği icra ediyorsunuz. Kitaplarla iç içe olmak size ne hissettiriyor?

Öncelikle bizi memnun ediyor. Çünkü biz bunun eğitimini aldık ve severek yapıyoruz. Kitap okumak ise ayrı bir zevk. Her türlü kitapla karşılaşıyoruz. Tarih, edebiyat, şiir, kimya… Her birinden birkaç sayfa okusanız bile zihniniz genişliyor. Bu işin bir de sosyal çevresi var. Eş, dost, meslektaş kazanıyoruz.

Sahaflar Derneği’nin bir grubu var. Biz onlara Ehli Hiref deriz, yani kitap dostları. Eskiden de böyleymiş. Mesela Beyazıt’ta Küllük Kahvesi varmış. Yakın zamanda okudum, hatta burada resimleri bile var. Oraya kimler gelmiş? Reşat Nuri Güntekin, Muzaffer Ozak, Şemsettin Yeşil… Eli kalem tutan üstadlar, Necip Fazıl, Ahmet Kabaklı gibi isimler hep orada bir araya gelmişler. Şimdi Küllük Kahvesi yok ama sahaf dükkânları, ciltçi atölyeleri bir nevi onun yerini aldı. Kitapseverler burada bir araya gelip hasret gideriyorlar. Bu da bize ayrı bir mutluluk veriyor.

Peki, eski kitap ve eserlerle sürekli karşılaşıyorsunuz. Dikkatinizi çeken en özel eserlerden birkaçını paylaşabilir misiniz? Koleksiyon yapıyor musunuz?

Tabii ki. Elimizden on binlerce eser geçti. Süleymaniye Kütüphanesi, Osmanlı Arşivleri, yurt içi ve yurt dışında birçok yerde çalıştım. Ayrıca Afganistan seyahatim de var. Dünyanın en büyük el yazması ve tezhipli Kur’ân-ı Kerîmi’ni orada gördüm.

Bu kitap 3 metre boyunda. Gerçekten enteresan bir eser. Yaprak hâlinde ve tezhiplenmiş. Biz gitmeden önce İran’dan cilt ustaları gelmiş, Pakistan’dan da uzmanlar çalışmış. Ancak buradaki arkadaşlar işin detaylarına vakıf oldukları için, “Bu kitap için çok emek verdik, yaklaşık 10 yılımızı aldı. Bu, Afgan milletinin geçmişini yansıtacak bir eser olmalı, ona göre bir cilt yapılmasını istiyoruz.” dediler.

Ruslar modern usul ciltçiliğe hâkim oldukları için, İranlıların çizdiği motifler beğenilmemiş, Pakistanlıların çalışmaları da yeterli bulunmamış. Son olarak bizi davet ettiler. Biz de çizimlerimizi sunduk. Ancak önce bir araştırma yaptım. Daha önce yapılan çalışmalar neden beğenilmemişti? Bunu anlamaya çalıştım. Gördüm ki Afgan milletinin kökeni Selçuklulara dayanıyor. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, ilk olarak Herat’ta kurulmuş, sonra Şam’a, ardından Arap yarımadasına yayılmış ve nihayetinde Konya’ya kadar ulaşmış.

Afganların isteği buydu: Selçuklu sanatını canlandırmak. Nasıl ki biz Osmanlı sanatından ilham alıyoruz, onlar da kendi Selçuklularını yeniden canlandırmak istiyorlar. Bunu fark edince, onlara Selçuklu motifleri çizdim. “Ne yapacaksınız?” diye sordular. “Bize kroki çizin.” dediler. O anda aklıma Selçuklu deseni geldi ve Selçuklu motifleri içeren bir tasarım hazırladım. Bize 15 gün süre verdiler. “Dikiş nasıl olacak? Hangi sistem kullanılacak? Hangi klişe ve yaldız teknikleri uygulanacak?” diye detayları sordular. 15 gün boyunca Afganistan’ın kütüphanelerine, arşivlerine, matbaacılarına ve ciltçilerine gittim. “Bu eseri nasıl koruyabiliriz, en iyi nasıl ciltleyebiliriz?” sorularına cevap aradım.

Gerçekten de bu işten anlayan ve bize yardımcı olabilecek insanlar vardı. Ancak alet ve edevat eksikliği söz konusuydu. Bunu yalnızca İstanbul’da halledebileceğimi düşündüm ve durumu kendilerine arz ettim. Kabul ettiler. Çizdiğimiz motifler de beğenildi. Osmanlı Arşivleri’nde 3 metre boyunda pres makinelerimiz vardı. Eskiden ferman ve beratlar için alınmıştı. Müdür Önder Bey ile görüştüm. Sağ olsun, bana yardımcı oldular. “Sana burada eleman da verebiliriz. Arkadaşlarımız da bilgilerini tazelemiş olur, sen de bu önemli esere imza atarsın.” dedi. Bunun üzerine klişe ve makine işlerini Osmanlı Arşivleri’nde yaptım. Diğer el işlerini, forma ve dikiş işlemlerini, şiraze örme çalışmalarını ise Afganistan’ın Kabil şehrinde tamamladım. Bu süreç tam bir yıl sürdü. Sonunda kitabı tamamlayıp kendilerine teslim ettik. Şimdi bile insanlar bu hizmetten faydalanıyor.

Kitaplara hizmet etmenin mutluluğunu her zaman hissettik ve hissetmeye devam ediyoruz. Mesela orada berbere gittim, tıraş oldum. Adam benden para almadı. Israr ettim, “Emeğinin hakkını almalısın.” dedim. “Ben Türkleri çok iyi biliyorum.” dedi. “Bizim Çanakkale’de 249 şehidimiz var. Bir Osmanlı torunu dükkânıma gelmiş, nasıl para alırım?” dedi. Bu, parayla ölçülebilecek bir şey değil. İşte kitap sevgisi budur arkadaşlar!

Günümüzde bu sanata devletin ve toplumun ilgisi ne düzeyde? Sizce yeterli mi?

Yerel yönetimler bu işle ilgilenmeli. Koskoca Fatih Sultan Mehmet, bugünkü Arkeoloji Müzesi’nin olduğu yerde mücellitler, tezhipçiler, ciltçiler ve hattatlar için özel mekânlar tahsis etmişti. Ve bunu bizzat devletin başı olarak yapmıştı. İşte bu yüzden sanat gelişti. O gün dikilen tohumların meyvesi hâlâ toplanıyor.

Biz de bunu çok iyi idrak etmeliyiz. O gün bırakılan yerden bu mirası devam ettirmek bizim vazifemizdir. Peki, bunun mesuliyeti kimdedir? Kültür Bakanlığı’ndadır, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü’ndedir, Arşivler Genel Müdürlüğü’ndedir. Şu anda bazı çalışmalar var, bu sevindirici. Ancak yeterli mi? Hayır, yetersiz. Daha fazla çalışılması lazım. Toplumu bu konuda yönlendirecek olan da yerel yönetimlerdir. Bu işin doğası budur.

Şimdi bakın, siz burada geziyorsunuz ama bir çeşme taşını veya bir mezar taşını okuyamıyorsanız, bu bizim eksikliğimizdir. Ecdadımızın mezar taşlarını okuyabilmeliyiz. İngilizce öğrenmeliyiz, Fransızca öğrenmeliyiz ama dedelerimizin kullandığı yazıyı da bilmemiz lazım. Bir çeşme taşını, bir mezar taşını okuyabilmeliyiz. Mesela Reşat Nuri Güntekin’in Osmanlıca yazılmış romanları var. Bugün bunları okuyamıyorsak büyük bir kayıp yaşıyoruz. Şimdi bu romanları bugünkü Türkçeye çeviriyorlar ama çeviriyle asıl metnin özelliği kayboluyor. Biz hem orijinal metni hem de çevirisini okuyabilmeliyiz. Nasıl ki İngilizce öğrenmek istiyorsak, Osmanlıcayı da öğrenmeliyiz.

Burada çok ilginç durumlarla karşılaşıyorum. Mesela bir İspanyol buraya geliyor, hat yazıları istiyor ve bizden daha güzel okuyor. Aynı şekilde Alman bir hanımefendi, Fuat Sezgin Bey’in gelini, mahallemizdeki bir çeşmeyi onarmış ve üzerine bir kitabe koymuş. Allah kendisinden bin kere razı olsun. Oraya “Bu çeşmeyi Ursla onardı.” yazdırmış. Gidip görebilirsiniz. Ama ben orada bir Ayşe, bir Fatma, bir Ahmet, bir Mehmet görmek isterdim. Biz bunu idrak edemedik, başkalarına bıraktık. Bu işin püf noktası burada yatıyor. Sanatımı bana benim abilerim, hocalarım öğretmeli. Biz de öğrenmeye başlamalıyız. Bir camiye girdiğinizde sadece yüksekliğine, direklerine bakmamalıyız. Kuşak yazılarını da okuyabilmeliyiz. O çiniler, fayanslar ne kadar güzel, değil mi? Ama bir de üzerindeki yazıları okuyup ne anlatmak istediklerini anlayabilsek… İşte mesele burada!

Bu mesleği kültürel bağlarımızla doğrudan bağlantılı görüyorsunuz. Bu sanatın yeniden inşası, ayakta tutulması bizim kültürel köklerimizle olan ilişkilerimizi de güçlendirecek mi?

Hiç şüphe yok! Bir İngiltere, bin senedir dedelerinin konuştuğu dili konuşabiliyor, okudukları kitapları okuyabiliyor. İsrail, Hazreti Davud’dan bu yana kullanılan İbranice’yi bugün hâlâ yaşatıyor. Öyleyse ben de ceddimin Osmanlıcasını okuyabilmeliyim! Bakın burada bir İbranice sözlük var. İsrailliler, İbranice’yi yaşatmak için sözlükler hazırlıyor, dilini koruyor. Hazreti İbrahim zamanından Hazreti Musa’ya kadar kullanılan bir dili yaşatıyorlar. Peki, biz neden Osmanlıcamızı bilmiyoruz? Osmanlı’nın mirasçısıysak, buna sahip çıkmamız lazım. Bu, bizim mutlaka ufkumuzu açacaktır. Tarihçilerimiz de bunu söylüyor. İlber Ortaylı da buraya gelir gider. “Osmanlıcayı bilmeyen tarihini bilemez.” diyor. Gerçekten de öyle. Osmanlıcayı bilmek şart!

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İlmin devamı kitaplarla, kitapların devamı ise cilt ile sağlanır. Bizim acizane mücellit olarak görüşümüz budur. Kapasitemiz buraya kadar. Onun için, Allah yar ve yardımcımız olsun. Bu hususta hizmet eden geçmişteki büyüklerimize Allah gani gani rahmet eylesin. Bundan sonra bu alanda çalışacak olanlara da Allah zihin açıklığı, sıhhat, afiyet ve uzun ömür nasip etsin.

Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 38. Sayı Nisan 2025