Libya’da yaşanan siyasî durum ve aktif siyasî gruplar hakkında bilgi verebilir misiniz?
Hepimizin malûmu; Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Libya’da “Ulusal Hükümet” kurma süreci başlamıştı. Bunun için Libya içerisindeki çeşitli aktörler bir araya gelip bu ulusal hükümeti kurmaya çalışıyorlardı; ki bunlar içerisinde Libya’nın İslâmcı grupları da var. 2016 yılında uluslararası toplumun mutabakatıyla ve Birleşmiş Milletler’den de bu mânâda kabul çıktıktan sonra, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti kuruldu. Başında da şu anda Fayiz es-Serrac var. Türkiye en başından beri bu süreçte uluslararası sistemle, uluslararası hukukla dengeli bir şekilde hareket ediyor ve bu Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni destekliyor. Fakat sonraki süreçte Kaddafi’nin hem eski dostu hem eski hasmı olan asker kökenli Halife Hafter, yurtdışından bir şekilde Libya’ya getirildi ve Hafter eliyle Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı bir savaş başlatıldı. Bunlar doğuda Tobruk’da bir hükümet kurdular ve kurulan bu Tobruk Hükümeti’ni de belli ülkeler tanıdı. Şu an en temelde bu iki taraf karşı karşıya Libya’da. Bir; Trablus, yani başkent merkezli uluslararası toplumun mutabakatıyla kabul edilen, tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti, iki; “Tobruk Hükümeti” dediğimiz, Halife Hafter’in hükümeti… Bu iki tarafın güçleri arasında bir savaş var. Savaşın seyrinde ibre, süreç içerisinde Halife Hafter’den yana dönmüştü; neden? Çünkü bu bahsettiğimiz Tobruk Hükümeti’ni kuran Halife Hafter BAE’nin, Mısır’ın ve Suudi Arabistan’ın hem finansal hem askerî desteği; hususen hava kuvvetleri desteği ile etkin bir güce sahipti ve sahada büyük bir mesafe kat etti. Son geldiğimiz süreçte de ülkenin büyük çoğunluğunun kontrolünü sağlamışlardı. Başkent Trablus’u ele geçirmeye çok yaklaşmışlardı. Tam böyle bir süreçte; yani Halife Hafter’in tabiri caizse Trablus’a son darbeyi vuracağı, kendi ifadesiyle “sıfır saat” dediği bir süreçte enteresan bir şey oldu. Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanı Fayiz es-Serrac’la, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında iki saat on beş dakika süren, Dolmabahçe’de gerçekleşen görüşmenin ardından iki tane mutabakat imzalandı. Bunlardan bir tanesi “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” diğeri ise “Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası”. 

Anlaşmalar ne anlama geliyor, neleri kapsıyor ve verdikleri mesajlar nelerdir?
Bu işin iki tarafı var; “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” meselesi, hususen Doğu Akdeniz de ortaya çıkan enerji havzasıyla ilgili. Bu enerji havzasının kullanımı ve Avrupa’ya transferiyle ile ilgili olarak işin içerisinde Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan’ın olduğu ve Türkiye’ye karşı bir cephe olarak gözüken bu yapıya karşı, Türkiye’nin bu mânâda Doğu Akdeniz’deki haklarını koruma, kollama mücadelesi vardı hatırlarsanız. Arama gemilerimizle daha çok bölgede burada var olduğumuzu, bizden bağımsız iş yapılamayacağını ifade etmeye çalışıyorduk. Libya’yla imzaladığımız “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” bu mânâda çok büyük bir önem arz ediyor. Libya’yla karşılıklı bir deniz sınırı; karşılıklı denizleri nasıl kullanacağımıza dair bir pozisyon elde etmiş olduk. Bu hamleyle işin içerisine çok etkili bir şekilde girmiş olduk. Yapılan diğer mutabakat; yani “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası” ise teknik olarak Libya Ulusal Hükümeti’ne, Halife Hafter’in yönetimindeki Tobruk Hükümeti’ne karşı askerî destek verebilmenin önünü açıyor. Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti, kendileri bunu talep ettiler ve bu mutabakat Türkiye ile imzalandı. Yani teknik olarak askerî destek verebileceğiz Libya’ya. Tabiî askerî yardım yapabilecek olmamız, teknik olarak muharip güç göndereceğimiz anlamına gelmiyor. Libya’nın coğrafî şartları, çöl iklimi, hava şartları, sıcaklığı, aradaki mesafenin uzunluğu, bizim Libya’ya bu tarz bir askerî operasyon desteği vermemiz için karar alıp harekete geçtiğimiz takdirde oraya yakın bir üssümüzün olmayışı, arkadaki lojistiği sağlama gibi noktasındaki eksikliklerden dolayı, uzun vadeli bir muharip gücün sahaya gönderileceğine pek ihtimal vermiyorum. Ama en azından şunun olduğunu tahmin ediyoruz ve buna dair söylemler var; Türk askerî kurmay zekası Libya’ya ulaştı. 

Bu ne açıdan önemli?
Çünkü Libya büyük aşiretlerden oluşan bir ülke, Kaddafi de zamanında bu aşiretleri yöneterek ülkeyi idare ediyordu. Şu an hem Halife Hafter’in Tobruk Hükümeti hem de Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti bu aşiretlerle dengeyi sağlamaya çalışıyor. Dolayısıyla bu aşiretlerin kabilevî mantıktaki ilişkileri ve geçmişten bu yana gelen parayla olan ilişki biçimleri, kaygan bir zemine sahip olmalarına olanak sağlıyor. Anında yer değiştirmeleri, bir tarafı desteklemeyi bırakıp diğer tarafa geçmeleri sahada dengelerin değişmesini sağlıyor. Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin askerî zeminini çoğunlukla kabilelere bağlı milis güçler oluşturuyor.  Dolayısıyla ne olursa olsun Halife Hafter dediğimiz kişi, çoğu başarısızlıkla da olsa bir sürü askerî tecrübesi olan bir insan. En son rakamlara göre de 25-30.000 civarında daha düzgün bir orduyu, gücü idare ediyor. Soruya dönersek az önce bahsetmiş olduğumuz, Türk askerî kurmay zekasının sahaya indiğinin alâmetleri de gözüktü. Trablus’u almaya çalışan, “Çok az zaman var, çok kısa sürede bu işi çözeceğiz.” diyen Halife Hafter’in umduğu gibi olmadı. Birçok yerde püskürtüldü; belli şehirlerde aşiretler saf değiştirdiler. Yani sahada Türkiye’nin kurmay zekasının yansımaları görünüyor. Peki “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası”nı nasıl değerlendirmek gerekir? 
Şöyle değerlendirmek lazım: Hususen hava kuvvetlerine karşı hava savunma sistemleri olabilir, seyir füzeleri olabilir, başka tarz füzeler olabilir, daha da önemlisi insansız hava araçları ve silahlı insansız hava araçları devreye girebilirler. Bununla ilgili Hafter tarafından çeşitli haberler de yansıyor medyaya. Ne kadar doğru bilemiyoruz; ama “Türk SİHA saldırısı sonucunda şu kadar adamımız öldü.” şeklinde haberler yayınlıyorlar. Bu çok olası bir durum. Bu iddialar ne kadar doğru bilemiyoruz; ama biz İHA ve SİHA mücadelesiyle sahada Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne destek veriyoruz ve vermeye devam edeceğiz gibi gözüküyor. Mesela; Kıbrıs’ta bir üsse Bayraktar İHA ve SİHA’larının yerleştirildiği haberleri medyaya yansıdı. Bunun karşılığında da BAE’nin, Çin’in SİHA’larını Libya’ya aktardığını görüyoruz, Halife Hafter’e. Yani Libya’daki taraflar böyle. 

Libya’daki tarafların destekçileri de Hafter tarafında Mısır, BAE, Suud, İsrail, Fransa, Rusya, Yunanistan; kısaca Doğu Akdeniz enerji sorununda karşımızda olan bütün aktörler Libya krizinde Tobruk Hükümeti’ni kuran Halife Hafter’in yanında. Biz ise Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yanındayız. Bu mânâda düşmanımız çok gözüküyor. Biz tek kalmış gözüküyoruz. ABD denge siyaseti yönetiyor şu anda. Suriye krizinde yaşadığımız sorunlarla, Libya krizinde de karşılaşma ihtimalimiz var. Hangi açıdan; hususen Suriye krizinde alevî kökenli asker ve sivil bürokrasinin, Türkiye’nin Suriye’deki adımlarını bloke etme çabaları; gerçi o dönemde FETÖ’nün bürokrasideki engellemeleri de vardı; ama onun yanında bunu da düşündüğümüzde aynı asker ve sivil bürokrasisinin yani alevî kökenli bürokrasisinin hâlâ Türkiye’de varlığını sürdürdüğünü düşündüğümüzde, bu unsurlarla Libya’da Rusya’yla nasıl bir denge mücadelesine gireceğiz, burası tartışmalı. Ama aynı zamanda mevcut gidişatı ve geleceği tartışmalı olsa da Suriye sahasında Rusya ile yaşadığımız diplomatik ilişkiler ve müzakere süreçleri, Libya söz konusu olduğunda da karşılıklı çaba ve çözüm ihtimallerini en azından masada önümüze getirebilir. İşte bütün bunlar, yani hem sahada hem masadaki görüşmelerden Türkiye’nin lehine sonuçlar çıkartmak, siyaset yapıcılar eliyle devletin başarısı olarak tarihe yansıyacak. Ama en azından şunun hakkını vermemiz lazım: Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve hususen Kıbrıs meselesi ile ilgili ortaya koymuş olduğu bu irade çok önemli. Hiçbir şey yapmamaktansa, sonucunda başarısız olma ihtimali bile olsa “Ben buradayım ve bensiz burada bir şey yapamazsınız!” demek çok önemli, bunun sonuçlarını ise zaman gösterecek…

Türkiye’nin Libya ile varmış olduğu “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” mutabakatı niçin bu kadar ses getirdi?
Bunu konuşabilmek için önce şunların altını çizmek lâzım: Libya’da Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) finansörlüğü ve Mısır’ın askerî varlığı etkin. Keza Suud da bölgede etkin. Orada oluşturulmaya çalışılan şey Hafter’in bir şekilde Trablus’u ele geçirip Libya’ya el koyması... Akabinde ise kurulacak diktatörlükle tabiri caizse Libya’yı İsrail ve Mısır eksenine dahil etme çabası! Bunu hatırımızda tutalım ve Doğu Akdeniz’de yaşanan soruna gelelim. 

Buradaki hâdiseleri taraflar üzerinden okumamız lâzım; ama bölgedeki birbiriyle bağlantılı krizleri hatırlayalım. Birçok problemin kesiştiği yer Doğu Akdeniz. Bunların en başında Türkiye’nin Kıbrıs sorunu, İsrail’in Filistin topraklarını işgali, Suriye’de hâlâ devam eden hâdiseler, Lübnan’ın bitmeyen iç karışıklıkları geliyor, sonra da Libya’daki bu savaş… Yunanistan ile Ege’deki problemler, adaların silahsızlandırılması, hava sahaları ve kıta sahanlığı anlaşmazlıkları da Doğu Akdeniz meselesinin içindedir. Daha da önemlisi Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımıyla ilgili, kıyı sahibi ülkeler nerelerde-nasıl nüfuz sahibi olacak? Libya’nın çok fazla tabiî kaynağa sahip olduğunu biliyoruz. Libya içinde hangi taraf doğal kaynaklar için söz sahibi olacak? Kıyı ülkelerin haricinde küresel aktörlerin hemen hemen hepsi (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Suudi Arabistan, BAE, İran ve Çin) hikâyenin bir parçası hâline geldi. Herkes Doğu Akdeniz’deki doğalgaz-petrol rezervlerinden pay almaya çalışıyor. Bölgede stratejik hamleler yaşanıyor. Mesela orada çıkan rezervlerin hangi yolla nereye nasıl transfer olacağı, kimin ne kadar pay alacağıyla ilgili farklı denklemler var. Tam burada Türkiye bir hamle yaptı ve uluslararası hukuk çerçevesinde meşru olan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle ortak bir adım attı. Bu meşruiyete sadık kalmaya çalışan İtalya gözüküyor, Katar da bizi destekliyor. Karşı taraftaki ülkeleri zaten saymıştık. Türkiye, Doğu Akdeniz’de nasıl bir politika izliyordu ki Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yapılan anlaşma bu kadar etkili oldu? Türkiye kendi kıta sahanlığının içerisinde bulunan bölgede araştırma-sondaj gemileriyle petrol ve doğalgaz arama faaliyetleri yapıyor. Aynı zamanda bu faaliyetleri yapan Yavuz ve Fatih isimli sondaj gemilerini, Deniz Kuvvetleri’yle destekleyerek fiilî varlığını bölgede gösteriyordu... Hâlâ da gösteriyor, bu çok önemli. Bir başka hâdise; Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan ve İsrail arasında Türkiye’nin haklarını ihlâl eden adımlar vardı, Türkiye bunu Birleşmiş Milletler’e “Kabul etmeyeceğiz!” şeklinde bildirdi. Yâni “bölgede bazı tarafların oldu-bittisine müsaade etmeyeceğini” söylemiş oldu. Uluslararası hukuk açısından bu tip bildirimler önemlidir. Libya ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile mutabakatı yapılan deniz yetki alanlarıyla Türkiye sadece kıta sahanlığını belirlemiyor, ekonomik sınırlarını da belirliyor. Türkiye çizgilerini çekerek, başka ülkelerin kendi sınırlarında ekonomik kaynakları çıkarmaya yönelik faaliyetlerini engellemeye çalışmış oluyor. İsrail, Yunanistan, Mısır ve Güney Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya gönderilmesi hesaplanan rezervlerin bulunduğu hat, Türkiye ve Libya tarafından kesilmiş oldu. Türkiye, Libya ile bu hattın içerisine öyle ya da böyle girdi! Elbette böyle olunca, diğer ülkeler de ciddi mânâda rahatsız oldular.

Türkiye’nin, bu anlaşma sebebiyle kendisine yapılan tezvirata nasıl cevap vermesi gerekiyor?
Bu soru dış politikada, diplomaside ne derecede ehliyet sahibi ve becerikli olduğumuzla doğru orantılı bir soru. Cevabı da burada gizli. Şurası tartışmaya açık bir konu, gelecek ne gösterir elbette bilemeyiz; ama Libya ile yaptığımız anlaşma sonucunda Doğu Akdeniz’i kontrol altına alma gayemize bağlı olarak, bugüne kadar bölge ülkelerinin yaptıklarının bizi saf dışı tutarak planlandığını söyleyeceğiz, İsrail, Güney Kıbrıs ve Mısır’ın bu kavgayı başlattığını söyleyeceğiz, bunu nasıl aklî bir zemine oturtacağız? Burası ayrı bir konu… Şöyle bir gerçek var ki; her daim bir kuşatma girişimi ile karşı karşıyayız. Bu kuşatmaya karşı herhangi bir aksiyon göstermezsek başımıza yeni çoraplar örüleceği şüphesiz, yeni belalarla karşı karşıya kalacağız. Dünya çapında Türkiye’ye karşı yapılan tezviratı çok dikkate almıyorum, çünkü uzun zamandır uluslararası hukuk, gücü elinde tutanlara hizmet ediyor; gayesi dışına çıkmış durumda hâliyle... Uluslararası güçler işlerine geldiği zaman beynelmilel hukuktan bahsediyorlar, işlerine gelmediği zaman da hukuktaki açıkları kullanarak hukuku hiçe sayıyorlar. Aslında kendi koydukları hukukun dahi dışına çıkıyorlar. İç politikadaki sorunlar daha ehemmiyetli bana göre. Türkiye’nin çıkarları değil de başka ülkelerin çıkarları adına çalışan, kendilerine muhalif sıfatını takınan odaklara dert anlatmak oldukça güç; fakat anlatmak için ısrarla gayret etmek lâzım. Türkiye’de, hükümetlerden bağımsız bir millî dış politika çizgisi oluşturabilmiş değiliz. Kırılganlıklar yaşayan bir dış politika seyrediyor ülke… Türkiye’nin, politikasını korumak, çıkarlarını kollamak adına gerekli bütün adımları güçlü bir irade sergileyerek atması ve bu adımları net ifadelerle hem içeriye hem de dışarıya karşı açıklaması gerekmektedir. 

Bir ülke olarak kendini düşünmek zorundasın. Libya’ya asker göndermek belki stratejik açıdan zor olabilir, bu ayrı konu; fakat biz Kıbrıs’tan vaz mı geçiyoruz, Doğu Akdeniz’deki enerji savaşından ric’at mı ediyoruz?.. Meseleler o kadar girift ve birbiriyle bağlı ki… BAE, Suudi Arabistan veya İtalya’nın Libya üzerinde çıkarları var da biz kendi çıkarlarımız için hiçbir şey yapmayacak mıyız? Doğu Akdeniz’e sınırı olamayan ülkeler bile, hiç öyle üstü kapalı falan da değil, açıktan çıkarları uğruna bu piyasaya çıkıyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu oyunu açıktan oynaması lâzım, her türlü hakkını da doğrudan savunması lâzım. Gerekirse üs kurarsın, gerekirse Libya’ya asker yollarsın vesaire… İşin hem saha boyutunu hem masa boyutunu hem de diplomatik tarafını iyi yönetmek gerekir, çünkü bunlar öyle meseleler ki pozisyon oluşturup inisiyatif aldığında sana karşı duran ülkeler de masaya oturup seninle pazarlık yapabilir. Türkiye iradeli bir tavır sergiledikten sonra Mısır da İsrail de masaya oturup enerji meselesindeki paylaşımın Türkiye’nin de lehine olacak şekilde revize edilmesine mecbur kalabilirler. Sonuçta uluslararası ilişkilerde, ülkeler arası ilişkiler çok katmanlı ilerliyor; bazı katmanlarda iki ülke birbirine karşı çok sert tavırlar takınıyorken, bazı katmanlardaki ilişkiler hiç etkilenmeyebiliyor; mesela ekonomi… Mavi Marmara olayından sonra İsrail-Türkiye ilişkileri oldukça sertleşmesine rağmen ekonomik ilişkiler hiç etkilenmedi, aksine düzenli bir yükseliş içindeydi. Dolayısıyla Libya’da alacağımız inisiyatif, bu anlaşmayla elde edeceğimiz haklar, İsrail ve Mısır açısından muhatap alınma pozisyonu oluşturarak yeni denklemleri de ortaya çıkarabilir. Yani ilişkileri her an değişen ve gelişen; kısacası çok boyutlu olarak ele almak zorundayız. Tezvirat meselesi gerçekten önemli bir yere sahip değil, çünkü uluslararası medya ve hukuk gerçekten laçka bir hâl almış vaziyette… Bir tek muharip güç gönderdiğimiz takdirde içimizdeki bazı odaklara Libya’daki olası şehid haberlerini nasıl açıklayacağımız, “Libya’da ne işimiz var?” sualini nasıl cevaplandırabileceğimiz gibi noktalar önemli bir yer tutuyor. Kamuoyuna karşı kullanılan dil, ülkemizde tartışmaya açılmış vaziyette. Hükümet neyi ne için yaptığını uygun bir dille aktarabilmeli. İç kamuoyunda, doğruyu söylesen dahi buna şüpheyle yaklaşan kitleler var. Bence hükümetin ne cevap verdiğinden çok, cevabı ne şekilde ifade edebildiğine ve cevabı kimler eliyle verdiğine bakması önemlidir.

ABD Türkiye’ye karşı yaptırım kararlarını açıkladı. Bu kararların Türkiye ile birlikte Rusya’yı da etkileyen bir yönü var ve ayrıca Yunanistan’a da destek içeren maddeler mevcut. Bu kararları nasıl yorumluyorsunuz?
Bu sorunun Libya mutabakatı ile değil daha genel bir soru olduğunu zannediyorum. Ajanslara yansıyan şekliyle ABD’li yetkililer bu mutabakatla ilgili endişeli olduklarını ifade etmişler. Provokatif bir anlaşma gibi ifadelerde bulunmuşlar. ABD’nin Libya’daki son durumuna bakalım. ABD başta Hafter’i desteklemiş sonra BM’nin kabul ettiği Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni tanıdığını net bir şekilde ifade etmişti. Fakat ABD, Libya’da Halife Hafter’in desteklediği Tobruk Hükümeti ile Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti arasındaki iç savaşta taraf tutmadığını söylüyor. Ortada net olan bir başka şey ise Hafter’in Rusya’nın ciddi desteğiyle sahada olduğu. Mısır ve Suud’dan paralı askerler, milis güçler de gönderiliyor. ABD, Rusya’nın Hafter’e olan desteğinden de endişe duyduğunu dile getirmişti. Bir bakıma “soğuk savaş” döneminden sonra Rusya-ABD önce Suriye’de şimdi de Libya’da bilek güreşine girmişler gibi; ama Rusya daha önce hareket etti. ABD, Hafter’in yoğun saldırılarına da tepkili. Bunun haricinde Türkiye’ye yaptırım kararları epey zamandır önümüze çıkan bir hadise. F-35, S-400, SİHA, Patriot ile ilgili yaptırım gerginlikleri oldu. Ancak ABD’de tek seslilik yok. Beyaz Saray ile Senato arasında farklı tutumların olduğu söyleniyor. Bu çelişkili açıklamalar psikolojik olarak etkiledi; ama o kadar dile getirilmesine rağmen yaptırımlar uygulanmayınca bütün bu açıklamaların siyaseten pratikte karşılığı olmadı, sarsmadı. Bunda en önemli sebep alternatiflerimizin olması. Bu alternatiflere dayalı olarak mücadeleyi iyi sürdürüyoruz. Ne dünya eski dünya ne de Türkiye eski Türkiye. Yıllarca İran’a ambargo uygulandığı söyleniyordu da ne oldu? Bize karşı yaptırımlar gerçekten uygulansaydı şu an bunların ne olduğunu konuşabilirdik; ama ciddiyeti kalmadı. Dolayısıyla çok bir şey çıkacağını, büyük sıkıntı yaşayacağımızı zannetmiyorum. Kendi alternatiflerimiz, dünyada başka alternatiflerimiz var. Savunma sanayiinde hızlı bir şekilde ilerliyoruz. 

Bu anlaşma kapsamında Atina-Washington hattında ne olduğuna bakacak olursak, Yunanistan bu mutabakata karşı NATO’dan destek isteyeceğini açıklamıştı. Yunan Başbakanı Mitçotakis Türkiye’nin Yunanistan’a zarar verdiği iddiasıyla, “Üyelerinden birinin açık bir şekilde uluslararası hukuku çiğnediğinde ve başka bir üyeye zarar vermeyi amaçladığında, buna ittifak kayıtsız kalamaz.” şeklinde NATO paktının ilgili maddesini hatırlattı. Daha sonra GKRY, Mısır ile beraber bu mutabakatın yasadışı olduğu söyledi. Hatta Türkiye’nin Atina Büyükelçisi’ni bakanlığa çağırdılar ve “istenmeyen adam” ilan ettiler. Bizim, 1982 tarihli “BM Deniz Hukuku” dedikleri sözleşmeye, Ege Denizi’nde yaşanan ihtilaflarda taraf olmadığımızdan dolayı, söz konusu mutabakatın uluslararası hukuka ve deniz hukukuna aykırı olduğunu iddia ediyorlar. O yüzden bu maddeye başvuruyorlar. Türkiye AB ülkelerinin de desteklediği bu çıkışa karşı hemen cevap verdi. NATO kendi içindeki kırılganlıklar ve denge sorunlarından dolayı Türkiye aleyhine bir şey çıkaramaz. En azından ortak bir karar çıkmaz; bu ihtimal dışıdır. Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtı sırasında da böyle oldu. Birçok NATO üyesi bu harekâta karşı aleyhte dururken, İspanya’nın tavrı farklı olmuştu. Yunanistan’ın bu sebeple Rusya’ya yanaşıp, NATO içerisinde Rusya kartını kullanma ihtimali de ortaya çıkabilir. NATO tarafından iki kritik müttefikle alâkalı bir denge politikası güdülecektir. 

Yunanistan’ın talepleri yerine getirilmeyeceğinden Yunanistan’ın, Rusya’nın yanına itilmesi söz konusu olabilir; ama bu riski göze alabileceklerini düşünmüyorum. Rus-Yunan yakınlaşması abartılı görünebilir; ama geçmişe baktığımızda bu düzeyde bir Türkiye-Rusya yakınlaşması da beklenmiyordu. Her an her şey değişebiliyor. Son yıllarda Yunanistan’da ABD üslerinin, Amerikan askerlerinin sayısı arttı. Türkiye’nin Batı ile yaşadığı gerginliklerin bir sonucu olarak; özellikle Yunan Başbakan Çipras döneminde Yunan-ABD ilişkileri ilerleme kaydetmişti. Bu krizin boyutları var. Bizim için fırsat da olabilir. Baltıklarda Rusya’nın plânlarına karşı NATO içinden oluşacak reflekse blokaj uygulayabiliriz. Şu bizi yanıltıyor: Kamuoyunu etkilemek için yapılan açıklamalar üst üste geliyor. Tabiî ki uluslararası ilişkilerde, politikada bu açıklamaların hukuki bir karşılığı var. Ses çıkarılmadığında kabul edilmiş sayılabilir. Bence bize karşı yaptırımların ne kadar uygulanacağından çok siyasî, bürokratik, askerî aklımızın ne kadar etkili olduğuna ve kısa-orta-uzun vadelerde neler yapılabileceğine bakmak, atılacak adımlarda da geç kalmamak lazım. Doğru zamanda doğru hamleye odaklanmamız lazım.

Bazı haber kaynaklarında Mısır’ın, Trablus hükümetine karşı Libya’ya tank sevkiyatı yaptığı bilgisiyle birlikte; Mısır’ın Türkiye ile askerî olarak karşı karşıya gelebileceği yönünde yorumlar yapılıyor. Bu husustaki görüşlerinizi alabilir miyiz? Mısır, buna hangi saiklerin tesiriyle teşebbüs edebilir? 
Mısır epey zamandır Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı Hafter’e destek veriyor. Henüz kısa bir süre önce üç gün boyunca Mısır uçakları Libya’da Trablus Hükümeti’nin kontrolündeki yerleri bombaladı. Mısır zaten hava kuvvetleriyle Hafter’e destek veriyor. Dolayısıyla kara kuvvetleriyle destek vermesinin çok bir ehemmiyeti yok. Çünkü bizim, muhalif güç olarak sahaya inip inmeyeceğimiz henüz kesinleşmiş bir şey değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kendisine sorulan “Askerimiz Libya’ya gidecek mi?” sorusuna verdiği cevap önemli. “Yönetimden davet gelmesi, bizim için hak doğurur.” dedi Cumhurbaşkanı; ama bu hakkın doğması da onu kullanacağımız anlamına gelmiyor. 

Hafter güçleri kava kuvvetlerinde etkin. Bizim desteklediğimiz ve uluslararası sistem tarafından da kabul edilen Trablus Hükümeti ise karasal güçlerde daha kuvvetli. Dolayısıyla biz Hafter’in Rusya, Suud, BAE, Mısır destekli hava kuvvetlerine karşı Trablus Hükümeti’ni, hava savunma sistemi ile, karadan havaya atılan roketler, İHA’lar ve SİHA’lar ile desteklersek, sahada işleri tersine çevirebilme durumumuz çok mümkün; ki bunun emareleri az önce de bahsettiğim gibi gözüktü. Ben sahada karşı karşıya geleceğimizi düşünmüyorum askerî olarak. Mısır’la da karşı karşıya geleceğimizi düşünmüyorum. Mısır’ın tank sevkiyatı meselesi, Hafter’in kara güçlerini kuvvetlendirme anlamında bir adım. 

Teşekkür ederiz.
Rica ederim.       

Baran Dergisi 676. Sayı