Erdol Erdoğan: Modernizm bize diyor ki tüketin. Oysa biz tüketmeyiz, biz içeriz, biz yeriz, okuruz, giyeriz… Yani biz nasibimiz veya hakkımız oranında Allah’ın nimetinden faydalanırız. Tüketmek yok etmek üzere kurulmuştur ve dünyayı kendi malı gibi görmenin bir tezahürüdür.

***

Aylık Dergisi’nin 207. sayısı (Aralık 2021) için Sosyolog Erol Erdoğan ile yapmış olduğumuz mülâkatı ehemmiyetine binaen iktibas ettik:

Dünyada ve özellikle Müslüman toplumlarda vahşet, cinayet, intiharlar artıyor, türlü ahlaksızlığa bulaşan ve psikolojik tedavi gören insan sayısı fazlalaşıyor. Toplumları bu hâle getiren sebeplerden bahsedebilir misiniz?

Söz konusu ahlâksızlıkların çok arttığına dair bir genelleme yapmak belki de doğru olmayabilir; fakat Müslüman toplumlarda olmayacağı zannedilen, yakışmayan şeylerin son yıllarda artı yaptığını, en azından kendi toplumumuza bakarak söyleyebiliriz. Temelde birçok sebep yatabilir; fakat ben bunun daha çok sıkışmışlıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Sıkışmışlık derken, dindarlık ile sekülerlik, fakirlik-yoksulluk ile zenginlik, kırsalda yaşamak ile şehirde yaşamak arasındaki problemleri kastediyorum. Aynı zamanda kuşaklar arası çatışmanın getirdiği, yalnızlık hissi ve bu sıkıştırmaların çoğalmasıyla beraber problemlerin arttığını söyleyebiliriz. Eskiden Müslüman toplumlar, intihar, kayırmacılık, madde bağımlılığı gibi sorunların kendi toplumlarıyla alâkalı olmadığını düşünüyordu. Artık böyle değil. Küresel bir süreç içerisindeyiz, herhangi bir şey dünyanın başka ucunda ortaya çıktığında, bir süre sonra hemen hemen toplumların hepsini ilgilendirmeye başlıyor. Milletlerin kültürleri, yönetim şekilleri ve konumlarına bağlı olarak bu etkiler az yahut çok olabilir. Ama sıfır etki durumu söz konusu değil. Bunun tipik örneğini salgından verebiliriz. Kovid, Çin’de çıkmış olmasına rağmen birkaç hafta sonra Avrupa’nın bazı ülkelerinde, üç-dört ay sonra ise dünyanın her yerinde görüldü ve artış gösterdi. Hastalık üzerinden verdiğimiz örneği, diğer hususlarda, ahlâkî tutum ve davranışlarda da görmek mümkün. Değişim çok hızlı olduğu zaman, sürecin değişme aşamalarını her toplum hazmedemiyorsa ve değişen şeylere yeni bir algı, yeni bir alışkanlık yahut tavır geliştiremiyorsa, o şey de toplumu kaosa sürükleyip bozulma ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla bütün bunlar bireyde, ailede ve toplumda sorun olup karşımıza çıkıyor. Sözgelimi yoğun bir göç yaşanıyorsa, köyden şehre doğru gelenler artıyorsa, savaştan kaçıp ülkelerini terk eden insanlar göç ediyorsa, toplum dijital dönüşüme katkı yapmadan birden giriş yapmışsa “kullanıcı” olmaya başlamışsa bunların hepsi hızlıca değişim demektir. Yâni, toplumlar normalde değişimin gerektirdiği tutum ve davranışları kazanırlar; fakat bu değişim çok hızlıysa, her şeyi önüne katmışsa, birey ve toplumda birtakım sapmaların baş göstermesi adeta zorunludur.

Bir kültürün, medeniyetin ve inancın kesintiye uğramaması için yaşayarak diğer kuşaklara aktarılması gerektiğini söylemiştiniz… Fakat, yetişkinler ile gençler arasındaki kopukluk hayret verici seviyede gözüküyor. Gençler yaşlılardan, yaşlılar da gençlerden şikâyet ediyor. Muvazeneyi nasıl kuracağız?

İnsanlığın ilk gününden itibaren, kuşaklar arası farklılaşma var. Tarihin hiçbir döneminde bir dede ile bir torun, bir baba ile bir çocuk bir meseleye aynı yerden bakmıyordu. Çünkü her yaşın kendine göre bir açısı, kendine göre duygusallığı var. Bu yadsınamaz. Ancak sanayileşme süreciyle başlayan, günümüzün teknolojik dönüşümüyle adeta zirveye ulaşan yeni bir değişim sürecinin eşiğindeyiz. Eskiden yüzyıllarla ifâde edilen değişim aralıkları, artık on yıllara düştü. Eskiden 18. yüzyıl tarımından, 19. yüzyıl edebiyatından, 15. yüzyıl savaş yöntemlerinden bahsederken; şimdi diyoruz ki 1980-1990’lar… Eskiden dede ile torun arasındaki kuşak çatışması, artık iki kardeş arasına kadar düştü. Farkında olmamız gereken husus budur. Peki buradaki farklılaşmadan tam çatışmaya dönüşmeden nasıl istifâde edeceğiz? Cenab-ı Allah kavga edelim diye değil, birbirimizi tanışalım diye bizleri kavimlere ayırdı… Farklılık, bir tanışma vesilesidir. Tam burada farklılığın çatışmaya, düşmanlığa değil bir imkâna dönüştürülmesi gerektiğini hissediyoruz.

Benzer bir yaklaşımı kuşaklar arasındaki farklılaşmada yakalamamız lâzım. Mesela, Google’a girip, “kuşaklar arası” yazın, altta çıkan “öneriler” kısmındaki onlarca şey hep “çatışma” ile ilgili. Oysa, biz gençler ve yetişkinler buna çatışmadan önce, farklılaşma olarak bakmalıyız. Böyle yaklaşmalıyız. Eğer meseleyi çatışma olarak değil, farklılaşma olarak ele alırsak, yaklaşımımız farklı olacaktır. Bugün maalesef, psikologlar, sosyologlar ve ilahiyatçıların çoğu kuşaklar arası diye meseleye girdiğinde peşinden “çatışma” kelimesi geliyor. Hayır, kuşaklar arası olan şey çatışma değil, bizatihi farklılıktır. Bu farklılaşmayı doğru yönetirseniz, gençler ile yetişkinler ve yaşlılar arasından ayeti kerimedeki “tanışmak” hikmetine yaklaşabilirsiniz. Gençlerin enerjisi yetişkinlere, yetişkinlerinki de yaşlılara sirayet eder; tabiî yetişkin ve yaşlıların tecrübesi de gençlere… Böylece ahenkli bir şey bir araya gelmiş olur. Bunu aslında hep söyleriz, gençlerin enerjisiyle, yetişkinlerin tecrübesi bir araya gelsin diye… Ama bu bir teori olarak ortada kalıyor, günlük uygulamada ise ağzımızı her açtığımızda kuşaklar arası çatışmadan bahsediyoruz.

Bunu önlemenin bir yolu da şu… Ülkemizde 30 yaşından sonra insanların okumaları sona eriyor. Kitapla aralar açılıyor, ilmin peşinden koşmaktan vazgeçiliyor. O güne kadar ne okumuşlarsa, hangi tecrübeleri edinmişlerse onla yetiniyorlar. Adeta “Benim okuduğum, bildiğim yeter” diye düşünüyorlar. Oysa, aynı kişi diğer taraftan beşikten mezara kadar ilim öğrenmenin farz olduğunu da düşünüyor. Peki okumadan, araştırmadan, soruşturmadan, seyahat etmeden, tartışmadan nasıl öğreneceğiz? Allah’ın bize lütfettiği merak duygumuz ile öğrenme serüvenimizi devam ettirmeliyiz; okumalı, araştırmalıyız. Böyle yaparsak, kuşaklar arasındaki farklılaşmayı imkân olarak değerlendirme şansını de elde etmiş oluruz.

Bir yetişkin, gençlerin yoğun olarak kullandığı interneti, çocukların dinlediği müziği dinlemiyor, onlara uzak ise; o genci tanıması mümkün değil. Gençlerin okuduğu bir dergiyi takip etmiyorsa, onun ne okuduğuna bakmıyorsa, çocuğun oynadığı oyunlara vakıf değilse; o gençleri tanıması mümkün değil. Ama geleneksel dönemde, baba ile oğul, torun ile dede, abla ile kardeş seksek, beş taş oynayabiliyordu. Bu oyun üzerinden de kuşaklar arası alışveriş oluyordu. Bugün teknoloji düşmanlığı, yetişkinlerin teknoloji düşmanlığı gençlerle paylaşım alanını daralttı. Çocukların seyrettiği filmler, oynadığı oyunlarla alâkalı yetişkin sınıfının pek bilgisi yok. Çözüm, hem gençlerin hem de yetişkinlerin birbirlerine yaklaşmaları.

Peki ilk adımı kim atacak?

Yetişkinler atmalı; aileler tabiî ki. Çünkü onlar gençlere karşı fazlasıyla önyargılı.

Kitle iletişim vasıtaları üzerinden sosyal meseleleri konuşuyoruz. Tabiî bu vasıtalar sebebiyle meselelere çözüm getirmek hâyli güç, aksine problem daha da karışık hâle geliyor. Çünkü sosyal medyadaki insan, sokaktaki insanla bir değil; tabir yerindeyse orada başka bir insan oluyor. Sosyal medyanın cemiyete tesiri tam olarak nedir, bu sorunun üstesinden nasıl geleceğiz?

İnternet, Türkiye’ye çok yanlış bir kapıdan girdi. 1990’larda internet Türkiye’ye girdiğinde, “oyun ve eğlence aracı” olarak gözüktü. Birtakım mahremiyeti aşan mecra olarak Türkiye’ye girdi internet. Ben bunu, internetin Türkiye’ye yanlış kapıdan girmesi olarak tanımlıyorum. Bu yanlış kapıdan giriş, maalesef sonraki dönemlerde üçüncü sayfa haberlerinin de ortaya çıkmasıyla beraber toplumda kalıcı bir kanaate dönüştü. O sebeple, internet hep yanlış bir mecra, bir şeytan işi gibi algılandı ve muhafazakâr toplum bu mecraya çok mesafeli baktı. Böyle bakınca da gençler ve çocuklar bu alanda mesafeyi açtılar. Üst yaş grupları bu mesafeye düşmanca baktı. Toplumun orada beraber bulunma imkânı olmadı. Toplumun birlikte durma imkânı yakalanmayınca, o kültürel aktarım oluşmadığı gibi, “dijital ahlâk”ın bizim kadim ahlâkımızdan etkilenme durumu da söz konusu olmadı. Orada yeni bir ahlâk oluştu. Oysa, Türkiye’ye internet yanlış kapıdan girmeseydi yahut sokulmasaydı; öyle bir algı oluşturulmasaydı, farklı yaş grupları dijital ortamlarda beraber olacaktı. Böyle olsaydı, kendi inancımızdan, kendi ahlâkımızdan değerlerimizi aşılayacaktık. Dijital kültürün elbette dijital bir konsepti var; asıl soru biz bunu nasıl kullanıyoruz? Tam da bundan dolayı, kadim hayatımızdan uzak bir kültür oluştu. Enteresan bir şekilde, bir süre sonra da toplumun tamamını etkiledi. Daha sonraki yıllarda, yetişkinler de dijitale girdiklerinde onlar gibi davranmaya başladılar. Bir anlamda, kapının dışında birtakım özelliklerini bırakıp, ikinci bir kimlik oluşturdular. Bir “fake” dijital kimlik. Bir bakıyorsunuz, sokakta, evde muhlis, ahlâklı gördüğünüz, hiç yalan konuştuğunu görmediğiniz birisi, dijitale gelince, başka bir şeye dönüşüyor. Orayı sanal kabul ediyor. Tüm yanlışları düzeltmemiz gerekiyor. Dijitale, kendi ahlâk, örf ve adetlerimizi aktarmamız gerekiyor. Bunların başında da “sosyal medya” tanımından vazgeçmek var. Çünkü orası sosyal medya değil, dijital mecra. Böyle tanımlarsak, daha doğru yapmış oluruz. Tanım çok önemli. Çünkü, siz sosyal medya dediğiniz andan itibaren, önceki tüm medya araçlarını kötülüyor, “asosyal” ilân ediyorsunuz. Çocuğunuza diyorsunuz ki, “sokağa çıkma, dijitale gir sosyal oluyorsun.” Böyle bir anlamı da var bu işin. Uzun yıllardır “sosyal medya” demek yerine, “dijital mecra” demeyi tercih ediyorum. Konvansiyonel medya dediğiniz zaman, buraya yeni medya diyorsunuz. Üniversitelerde hala yeni medya bölümü var. Diyorum ki, “Artık bunlar eskidi, Türkiye’de dünyada internet kullanalı neredeyse 35-40 yıl oldu. Hâlâ yeni medya diyorsunuz, bunlar ödüllendirici tanımlamalar.” Motive edici, abartıcı ifâdeler, bunlardan dahi kurtulmak lâzım. Dijital olanla, gerçek olanın arasını ne kadar kapatabilirsek, ne kadar yaklaştırabilirsek, mecralar daha kullanılır hâle gelecek. Biz, toplumun sorunlarını çözme zeminlerini belki de azalttığımız için insanlar dijital mecralardan fayda umuyorlar. Yâni, bir insan mahkeme ile çözemiyorsa meselesini, dijital mecradan çözmeye çalışıyor. Bir vatandaş, belediye başkanına, kaymakama ulaşamıyorsa; dijital mecranın o abartılmış gücünü kullanmak istiyor. Örnekleri çoğaltabiliriz. Annesine-babasına söz geçirmek isteyen bir çocuk bile, oranın gücünü kullanmaya kalkıyor. Evet, burada istisnalar, hatalar olabilir; ama biz aynı zamanda dijital mecralar dışında, insanların seslerini ulaştırabilmeli, sorunlarını çözebilmeli, eleştiri yapabilme zeminlerini de azaltmamalıyız. Hatta bu zeminleri çoğaltıp, nitelikli hâle getirmeliyiz.

Bir de “tüketim” toplumu hâline gelme durumumuz var. Bu hususta neler söyleyebilirsiniz?

Oysa biz gerçekten farklı bir medeniyetin, farklı bir kültürün mensuplarıysak tüketici kavramının karşısında bizim kendi kavramımız olması gerekir. Temel bir kavram olduğu için bu kavramı masaya yatırma istedim. Tüketici masaları, tüketici dernekleri, tüketici komisyonları… Modernizm bize diyor ki tüketin. Oysa biz tüketmeyiz, biz içeriz, biz yeriz, okuruz, giyeriz… Yani biz nasibimiz veya hakkımız oranında Allah’ın nimetinden faydalanırız. Tüketmek yok etmek üzere kurulmuştur ve dünyayı kendi malı gibi görmenin bir tezahürüdür. Kendi malı gibi gördüğünüz zaman iklim krizleri yaşarsınız, bütün şehirleri beton yığını haline getirirsiniz, kainattaki bütün nimetleri sonraki kuşağa bırakmamacasına çok nobran bir şekilde kullanmaya başlarsınız. Peygamber efendimiz diyor ki; “Irmak kenarında abdest de alsanız, israf etmeyiniz.” Tüketici ahlakı bunları yok ediyor. İsraf ettiğimiz zaman hakkımızın dışındaki alana giriyoruz, taciz ediyoruz demektir. Ben bir suyu israf ettiğimizde başkasının hakkını ihlal ediyorum demektir. Hem de bu suyu yanlış kullanıyorum demektir. Evet sorudaki kaygı çok doğru. Ama bunun şartı bizim kendi kavramlarımızı, kendi bakış açımızı, kendi teknolojimizi oluşturmaktır. Bunu yaparken de farkında olmadan bizim karşı olduğumuz ahlaki değerleri de yüceltmemeye özen göstermek gerekiyor. Bütün bunlar için daha fazla okumak, araştırmak, Kur’an ve hadisle muhatab olmak ama aynı zamanda çağı da yakından tanımak gerekmektedir.

Oluşturabilmenin de, bir şeyi yapabilmenin de sistemi gerekmiyor mu? Mesela hukuki, iktisadi, eğitim, kültürel, teknolojik, ahlaki ve daha birçok meselede problemler mevcut. Parça parça baktığımızda bütünü feda etmiş olmuyor muyuz? Bütün halde, tüm problemleri çözüme kavuşturan, hepsini kapsayan bir sistem, bir dünya görüşü gerekmiyor mu?

Kapsayıcı bir sisteme ihtiyacımız var, o sistemi de kurmak için bahsettiğim süreçlerin yaşanması gerekiyor. Yani hazzetmediğimiz, çilesini çekmediğimiz, terini akıtmadığımız bir sistemi biri getirip önümüze koysa, yani dünya çapında tanıdığımız en büyük mütefekkir önümüze koysa bunu biz o sistemi uygulayamayız. Uygularken kendi değirmenimize değil başka değirmenlere su taşırız. Bu süreçleri inşa etmediğimiz için. Tüketici kavramı üzerinden İslami bir hassasiyet yürütmeye çalışan birisi aslında farkında olmadan kısa vadede iyi bir şey ama orta ve uzun vadede yanlış bir şey yapıyor demektir. Çünkü tüketici bir ahlâk türüdür, o bizim ahlâkımız değildir. Bu örnekte olduğu gibi. Çözümü aslında Peygamberimizin tarihinde görebiliriz. Darul Erkam. İşte sistem o. Nasıl bir sistem; kendinden başlamış, önce Hira’ya çıkmış, toplumdan kendini önce soyutlamış, aslında bu toplumdan kaçma değil, onunla mücadele etmek için hazırlık sürecidir. Sonra hakikati ortaya koyma çabası başlıyor. Darul Erkam’daki insanlarla bu mücadele başlıyor, sonra toplumlaşma süreci başlıyor. Hem ailenin sorumlulukları hem de ferdin sorumlulukları var. Hem toplumun hem yöneticilerin sorumlulukları var. Yani bir sistem bulup o sistem üzerinden gidebilecek bir şey değil sadece. Sisteme ihtiyacımız var ama bireyin, ailenin, toplumun, yöneticinin, ilim ehlinin, kanaat önderlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, STK’ların hepsinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesi ile ancak oluşabilir. Sistem ancak o şekilde yürüyebilir. Hatta belki bu süreç kendi sistemini inşa eder. Peygamber Efendimiz vahyi tebliğe başlayınca elinde sistem var mıydı, yok. Günün gereğini yapıyordu. İbnül vakt diyoruz ya, günün gereğini farziyetini yerine getiriyordu ve bir bakmışsınız Darul Erkam’da 40-50 kişi var ve bunların da yüzde sekseni genç. Yani dünyada bizim medeniyetimiz yeniden yönetici dominant şekil verici bir medeniyet olacaksa bunda her yaşın katkısı olacaktır; ama bütün dünya tarihi diyor ki, gençler varsa o medeniyet o ideoloji o fikir galebe çalabilir. O fikir kendini inşa edebilir.

Toplumu toplum yapan müesseselerin başında aile geliyor. Bugün aileyi tutmaya değil dağıtmaya yönelik çalışmalar yapılıyor. Daha doğrusu ailenin dağılmaması için yapılması gerekenlerden ziyade aile dağıldıktan sonra ne yapılması gerektiğine dair çalışmalar mevcut. Aileyi tekrardan bir araya getirmenin yolları nelerdir?

Modernleşme süreçleri bireyi çok fazla öne çıkardığı için aileyi ihmal ettirdi, bunu görüyoruz. Tüketim toplumu da bu noktada bireyselleştirmeyi, hedonist duyguları öne çıkardı. Bunları kabul ediyoruz ama ben burada daha çok aileyi önemseyen toplumlarla ilgili bir ayna tutmak isterim. Aileyi önemseyen, hayati bir müessese olduğunu düşünen insanlar da, grup ve STK’lar da çoğu kere farkında olmadan aile karşıtı propagandaların gücünü artırıyor. Aileyi yıkmaya çalışan gruplar var mı, var. Bizim insanlarımız da işlerini güçlerini bırakıp onların işleriyle meşgul oluyorlar. Onlar aileyi yıkmaya çalışıyorsa, bizim onların yaptıklarını eleştirmeye ayıracağımız zaman belki yüzde 10 olması gerekir, yüzde 90 vaktimizi ve enerjimizi aile için olumlu işler yapmakla ilgili kullanmamız gerekiyor. Yani biz sabahtan akşama kadar “Falan kişi aileyi yıkmaya çalışıyor, filan grup şunları yapıyor.” desek aileyi kurtaramayız. Nasıl kurtarırız? Evet onları eleştireceğiz, onlarla ilgili hukuki sorumluluğumuz varsa onu yerine getireceğiz, siyaset üzerinden yapabileceğimiz bir şey varsa onu yapacağız ama enerjimizin, heyecan ve vaktimizin daha büyüğünü ailenin inşası için kullanmamız lazım. Mesela Türkiye’de son yıllarda gençlerin evlenmek istemediğine dair genel bir kanaat var. Var mı? Evet, böyle bir durum var. 2010 yılına kadar ilk evlenme yaşı hafif hafif ilerleyerek 30’a doğru çıkmaya başlamış, 2020’ye kadar da ilk evlenme yaşı adeta fırlamış. Akıllı bir insanın “Ne oldu?” diye düşünmesi gerekiyor. Ben ne olduğunu söyleyeyim: Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkması. Bir anlamda yüksek lisans ve doktora çalışmalarının artması. Köyden kente göçün çok hızlanması ve aynı zamanda genç işsizliğin artması. Bütün bunlar ilk evlenme yaşını erkeklerde 30’a doğru, kadınlarda da 25 yaş üstüne doğru çekti. Şimdi sabahtan akşama kadar Batı toplumu evliliği fesat ediyor, filan gruplar evliliği kötülüyor diye konuşmak yerine biz Türkiye’de evlenme yaşının bu kadar gecikmesine neden olan bahsettiğim hususların tamirine çalışmamız lazım. Mesela yüksek lisans ve doktoradan dolayı öğrencilerimiz geç evleniyorsa bunun yolu gençlere okumayı bırakın demek değildir, okurken evlenebilecekleri imkanlar oluşturmaktır. Yani bir genç üniversite okurken evlenebilsin, bunun için fon mu oluşturulacak, kolaylaştırıcı bir takım mimari planlar mı yapılacak, yapılsın. Sabahtan akşama kadar ailemiz fesad oluyor, evlilik azalıyor diye konuşmak yerine genç işsizliği azaltmaya yönelik çabalar içerisine girmemiz lazım. Bir genç işsizse nasıl evlenecek? Bu durum kırsal toplumda biraz daha kolaydı çünkü bir arada yaşanılıyordu, babanın parası, bahçedeki hasatlar ile vs. bir şekilde yürütülüyordu ama büyükşehirde olup evlenmek isteyenler için bir maddi gelir gerekiyor. Aslında bu bizim geleneksel toplumlarımızda da var. Ne derdi eskiler? Hele bir askerliğini yapsın, hele bir iş tutsun… Ama o zamanki dönem 20’li yaşlardı. Şimdi bir gencin elinin iş tutması 30’lu yaşlara kadar gelebiliyor. Bir de işsizlik sorunu sebebiyle iş bulamazsa o genç evlilikten uzak duruyor. Yetmiyor bir de toplum bu gencin evlenmemesi için başka nedenler ortaya çıkarıyor. Türkiye’de hâlâ başlık parası var, yokmuş gibi davranmayalım. Yetmiyor, o kadar zorlaştırıcı gerekçeler ortaya çıkıyor ki başlık parası dışında bazı düğünlerde takı listeleri görüyorum, hakikaten insanın nevri dönüyor, şaftımız kayıyoruz. Kız ile delikanlıya “Ne bu?” diyorum. “Abi biz bu kadar istemiyoruz ama ailelerimiz diyor ki bunların olması lazım, yoksa ele güne ne diyeceğiz?” diyorlar. Bütün bunlar aslında evlenme yaşını geciktiren ve aynı zamanda aileyi olumsuz etkileyen şeyler. Diğer nedenlerine girmiyorum bile. Bana kimse şunu demesin “Ya Erol Bey tamam da…”. Onları zaten biliyorum, biz ne yapıyoruz? Mesela bizim STK’larımızın çoğunluğu erkeklere yönelik faaliyet gösteriyor. Aslında şunu yapıyor, mesela benim mensup olduğum dernek vs. sürekli beni aile ortamından alıyor, kendi erkek ortamına beni sokuyor. Halbuki STK’larımız, derneklerimiz, vakıflarımız, cemaatlerimiz ve dergilerimiz hep bir cinsi değil yani kadın ve erkek cinsini değil daha çok aileyi muhatap alması lazım ki aile sosyal ortamda birlikte olabilsin. Eğer bir erkek sürekli ben derneğe, vakfa, derse, zikre gidiyorum diye daima eşini, çoluk-çocuğunu evde bırakıp ayrılıyorsa aslında hayır için çalıştığını düşünen STK vb. farkında olmadan aileyi eksiltiyor demektir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Aile karşıtları, karşıtlıklarına devam etsinler. Biz kendi inşamızı yapalım, emin olun bu sorunlar azalacaktır.

Sebeplerden birinin 12 yıllık eğitim zorunluluğu olduğunu söylediniz. Her mahallede neredeyse özel üniversite var. Özellikle binlerce mezunu var. Birçoğu meslek sahibi değiller. Üniversiteler mesleğe odaklı yetiştirmiyor. Üniversite nedir, ne olmalıdır ve bu sorun nasıl çözüme kavuşturulur? Evlenmenin azalmasının sebeplerin biri de işsizlik diyoruz. İşsizlik sebeplerinden biri de üniversitelerin “işsiz yetiştirmesi”. Çünkü mesleki bir hedefi yok. Sırf diploma için bir eğitim anlayışı söz konusu. Haliyle bir zanaatkar, sanatkâr ortaya çıkmaktan ziyade diplomalı işsiz bir genç çıkıyor. Bunun sebeplerini tartışabilir miyiz?

Bence eğitimin temel muhatabı yetenektir. Yeteneğin işlenmesinin, geliştirilmesinin sonucunda da ortaya çıkan şey meslektir, zanaattır, sanattır. Türkiye’de temel eğitim türünün meslek eğitimi olması gerekir. Daha açık söyleyeyim, bir sürü okul türümüz var ya, ortaokul, lise gibi. Bunların temel özelliği adına ne derseniz deyin meslek eğitimi olması gerekir. Eğer bunu yapabilirsek, meslek eğitimini bizim eğitim sistemimizin ana yolu haline getirebilirsek bir genç ömrünün sonuna kadar da üniversite okusa bir eksiklik yaşamaz çünkü onun bir mesleği var. Bugün meslek sahibi olmayı sadece istihdam meselesi üzerinden konuşuyoruz. Bu da başka bir sorunumuz. Yani Türkiye’de meslek eğitimi hangi bahisle konuşuluyor? İşte gençlerimiz işsiz ya da sektör ara eleman bulamıyor diye konuşuluyor. Bu da aslında çok faydacı ve istismar yönü olan bir konuşma. Meseleye daha geniş bakmamız lazım. Bir insanın meslek sahibi olması onun istihdamını kolaylaştıracaktır; ama aynı zamanda o insanın kendisini anlamlı hmesini de sağlayacaktır. İnsanın dünyadaki temel arayışı, anlam arayışıdır. İnsan kendisini anlamsız htiği andan itibaren sağlık sorunları ve psikolojik sorunları çoğalır, kendini boşlukta hisseder ve başka sapmalar yaşayarak Allah korusun intihara kadar gidebilir. Çünkü anlamsızlığın başladığı yerde intihar düşüncesi de başlar ya da başkasına zarar verme düşüncesi başlar ki kendini bir şekilde gösterebilsin. Dolayısıyla biz Türkiye’de meslek eğitimini sadece istihdam ve ara eleman bulmak için değil insanın anlamlı hale gelmesi için düşünmemiz gerekiyor. Zaten cümlenin başında dediğim gibi eğitimin temel muhatabının yetenek olması gerekir, kaldı ki yeteneksiz insan yoktur. Allah bizim ruhumuza üflerken kendi zatı ile ilgili olmayan sıfatların her birinden bizim ruhumuza da üfledi ve dolayısıyla her birimizde çok farklı yetenekler var. Her birimiz doğuştan sanatçıyız; ama bu yeteneğin fark edilmesi, ortaya çıkarılması, geliştirilmesi, ona iltifat edilmesi ve daha da gelişmesi için ailenin, okulun, toplumun ve elbette devletin imkanlar oluşturması gerekir. Bunu başardığınızda hiçbir sorun olmayacak.

Üniversite eğitimine de çok farklı anlamlar yüklüyoruz. Gene istihdam amaçlı anlamlar yüklüyoruz. Ben Türkiye’de üniversitelerin çoğalmasının çok doğru bir politika olduğunu düşünüyorum ama tabii bununla ilgili tamamlanması gereken bir süreç var. Yani Anadolu’da üniversitelerin eğitim bakımından çok nitelikli hale getirilmesi gerekiyor, oradaki öğretim elemanlarının çoğaltılması ve nitelikli hale getirilmesi gerekiyor, şehir üniversitelerinin sadece kendi şehirlerinden öğrenci alan bir konuma düşmekten kurtarılması gerekiyor, aksi takdirde üniversite olmaz yüksek lise olur. Üniversitelerin yaygınlaşması çok iyi; fakat bizim toplum ve devlet olarak üniversiteye yüklediğimiz anlamı değiştirmemiz lazım. Üniversite istihdam için okunmaz. Üniversite hikmet için, entelektüellik için, dünyayı daha iyi anlamak için okunur ve elbette bazı mesleki alanlarda daha nitelikli eleman yetiştirmek için de okunur ama üniversite eşittir diploma almak ve iş bulmak gibi bu kısırlaştırılmış anlamdan kurtulmamız lazım. Daha doğrusu bizim eğitime yüklediğimiz anlamı kendi içimizde daha sahih hale getirmemiz gerekiyor. Bir süredir öğretmen eğitimlerinde “Ailenin eğitime bakışının iyileştirilmesi” başlıklı seminerler vermeye gayret ediyorum. Bu seminerin amacı da bahsettiğimiz husustur. Toplum olarak eğitime yüklediğimiz anlamı daha doğru bir noktaya çekebilirsek zannediyorum okulun anlamı biraz daha iyileşecektir.

Üniversiteye bir şeyi ezberlemekten ziyade bir şeyi bilebilmenin yoludur diye bakmamız gerekmiyor mu? Bilmeyi bilmek… Yoksa ezbere dayalı sistemle her sene aynı insanlar üretilmiş olacak. Bu sefer hiçbir alanda yeni bir şey üretememiş olacağız. Çünkü herkes aynı şeyleri söylemeye, yazmaya, aynı tezleri savunmaya devam etmiş olacak.

Doğru. Tabii burada yanlış anlaşılmamak için şunu söyleyelim; eğitimde ezber olur. Yani edebiyatçı şiir, ilahiyatçı ayet-hadis, başka biri de kendi alanındaki temel kuralları ezberler. Ezber güzel bir şeydir ve gerekir. Ancak ezber yapmak ile ezbercilik farklı şeylerdir. Ezberci bir eğitimden kurtulmamız gerekiyor, sizin söylediğiniz gibi… Eğitimi belki üçe ayırmak gerekir bu konuda: 1- Daha önce o alandaki üretilen hususları bilmek bunları belki tekrar etmek belki de ezberlemekle olur. 2- Bu geçmişte üretilen ilimin, bilimin hangisini yeniden güncelleyebilir, işleyebiliriz? 3- Bu da yeniden yani sıfırdan üretimdir. Kreatif alandır. Kelimenin doğru anlaşılması niyetiyle söylüyorum o yaratıcı, yani Allah’ın kuluna verdiği yaratılanlardan yeni bir şey oluşturma sürecidir. O da bizim yeteneğimize hitap eden kısımdır.

Buna inkişaf mı diyelim?

İnkişaf denilir. Kreatif olarak konuşuluyor. İcat diyebiliriz. Bu kavramların her biri ile ifade edebiliriz. Abarttığımı düşünmesinler, ben dünyadaki herkesin bir konuda bir şey icat etme, keşfetme, en azından bir şeyi inovasyon sürecinden geçirebilme yeteneğinin olduğunu düşünüyorum. Tabii bütün bu yetenekleri, kabiliyetleri önceki süreçlerde kafasına vurula vurula öldürülmediyse. İşte bunun için de o ezberci eğitim yerine üretmeyi, bulmayı, keşfetmeyi, icat etmeyi teşvik edici bir eğitim politikamızın olması gerekiyor ve bu sadece üniversitede değil, ilkokuldan başlayarak hatta okul öncesi aile içerisinden başlayarak çocukların yeteneklerine göz kulak olmak, önlerini açmak ve yeni bir şey üretmesini sağlamak için de her an teşvik etmek gerekiyor. Eğer ilim beşikten mezara kadar yapılan hayati bir meşguliyet ise son nefeste bile bir şey üretebilme ve icad edebilme kabiliyetinin olduğuna iman etmemiz lazım. Eğer böyle davranırsak ilk nefesten son nefese kadar insanın kendi çapında bir şeyler üretebileceğine dair inancımızı da ortaya koyarız ve bütün eğitim-kültür politikamızı buna göre değiştirmiş oluruz.

Maddeci sistemler toplumları da bozdu. Şimdi paradan başka bir şey düşünmeyen, devamlı tüketim odaklı yaşayan nesiller ortaya çıktı. Batıcı bir sistemle İslami bir toplum düşünülemeyeceği aşikâr. Bizler de İslam merkezli bir dünya görüşünün benimsenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yeni bir dünya görüşü. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Allah Kur’an-ı Kerîm’de zamanın insanlar arasında dönüştürülüp dolaştırıldığını ifade eder. İlk insandan son insana kadar devam edecek bu tarih çizelgesinde hiçbir medeniyet, din, toplum her zaman hâkim olmayacaktır. Yani toplumlar bazen yönetici olacak, bazen o toplum, o medeniyet, o ideoloji yönetilen hale gelecektir. O iktidar, güç, dominantlık hali milletler arasında değişip duracaktır. Bunun ile ilgili başka metinler de var. Böyle baktığımızda aslında bizim şu anda karşı karşıya kaldığımız, Müslümanların dünyada yönetilen durumunda olma sürecinin de kalıcı olmadığını, bunun bir süre sonra değişebileceğini görebiliriz ama bu birdenbire olacak bir şey değildir. Elbette Allah’ın bunu yapma gücü vardır ama Müslüman toplumlar bunun gereğini yaparsalar tekrar yönetici olabilmeyi, tekrar kendi kültürünü, ahlakını, örfünü dünyanın kabul edebileceği şekilde çalışırsalar başarabilecekler. Başarma konusunda ben çok ümitsiz değilim. Başta konuştuğumuz bazı kötü tablolara rağmen çok ümitsiz değilim. Burada aile meselesinde olduğu gibi biz sürekli Batı’nın çöktüğünü, yanlış olduğunu söyleyip kendi görevlerimizi yerine getirmez isek yine o güzel günler uzakta kalacaktır. Mesela Batı değerleri bizi tüketici yapmak istiyor. Yani dünyayı tükettiren bir toplum haline getirmek istiyor. Bunun bence farkında değiliz. Farkında olmadığımızın temel delili nedir? Mesela Türkiye’de onlarca tüketici derneği var. Bu bir kavramdır. Dini hassasiyetleri olan arkadaşlarımız sürekli konuşurken tüketici diye konuşuyor. Oysa biz gerçekten farklı bir medeniyetin, farklı bir kültürün mensubuysak tüketici kavramının karşısında kendi kavramımızın olması gerekir.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Aylık Dergisi 207. Sayı