Atatürk’ü ilahlaştıran, ilahlaştırmaya özendiren tavır ve tutumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atatürk’ün putlaştırılmasında, ilahlaştırılmasında kabahat birinci derecede devletindir. Düzenlenen törenlerde Atatürk çok yanlış bir şekilde anlatılıyor. Atatürk’ü on madde halinde ortaya koyuyorlar. “Atatürk en büyük insandır, en büyük Türk’tür, en büyük kahramandır, en büyük devlet adamıdır...” Hep “en büyük” diye anıyorlar. Atatürk’ün büyük bir devlet adamı olduğu, Milli Mücadele lideri olduğu, büyük bir siyasetçi olduğu doğrudur. Bunlara itirazım yok ama iddia edildiği gibi “en büyük siyaset adamı, en büyük Türk, en büyük insan” değil, sadece bir insandır. Yiyen, içen, yatan, kalkan, kızan, gülen bir insan. Atatürk’ün de birtakım hataları olmuştur. Bu hataları çocuklarımıza katiyen anlatmıyoruz. Oysa demokratik bir nizamın temeli tenkide dayanır. Atatürk konusunda tenkid yoktur. Atatürk hakkında yüzde yüz doğru bir fikri ileri sürdüğünüz zaman birtakım zırcahil adamlar “Türk düşmanı” diye bakıyorlar. Türkiye’de iki ayrı yobaz gurubu vardır. Ben bu ikisinden de çok şikâyetçiyim. Bunlardan biri din yobazlarıdır. Bunlar din hakkında bilmedikleri her meselede (neuzubillah) “kâfir oldun” diye ağızlarını açmaktadırlar. Bunlar İslâm’a zararlı guruplardır. İkincisi Atatürk yobazlarıdır. Bunlar da Atatürk’ü katiyen tanımayan insanlardır. Atatürk’le ilgili yüzde yüz bir doğruyu söylediğiniz zaman bunlar da sizi Atatürk düşmanlığıyla suçlamaktadırlar. Bunları bizzat yaşayan biriyim..

Hakkındaki “koruma kanunu” geçerliliğini koruyor henüz...
Tabiî... Bu kanun Demokrat Parti zamanında, Menderes ve Celal Bayar döneminde çıkarıldı. Oysa birtakım kişiler Demokrat Parti’yi de Atatürk düşmanı ilan etmişti. Bu “silah” son derece kuvvetli bir “silah”tır. Çünkü Atatürk düşmanı dediniz mi, akan sular duruyor. O bakımdan öyle sanıyorum ki, yüz yıl sonra bizim birtakım siyaset ve düşünce adamlarımız, kuruluşlarımız Atatürk’ün de bir insan olduğunu, tenkid edilebileceğini kabul edeceklerdir. O zaman Türkiye çok daha rahat bir nefes alacaktır.
 
“Milli Mücadele Kahramanlarımız Yok Sayılıyor”
Görünen o ki bu hususta dünyada son örnek ülkeyiz?
Elbette öyle. Stalin, Lenin bile tenkid ediliyorlar. Şimdi ben size çok açık ve kesin bir olayı anlatmak istiyorum. Cumhuriyet devrinde Atatürk’ten başka hiçbir devlet adamımız, hiçbir Millî Mücadele kahramanımız hakkında herhangi bir eseri devletin resmî yayınları arasında bastıramıyoruz. Bu son derece mühim bir konu. Sadece Atatürk’ün “Büyük Nutuk”ubasılıyor. Atatürk’le birlikte Millî Mücadeleye katılmış, hizmet etmiş kahramanlarımızdan hiçbirinin eserlerine “Atatürkçülük” altında devletimiz sahip çıkamıyor. Ben 1979-80 yılları arasında Kültür Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısıydım. Bu taassubu, Atatürkçü yobazlığı ortadan kaldırmak istedim. Millî Mücadele kahramanlarımızdan iki kişinin, önce Ali Fuat Cebesoy,sonra Kâzım Karabekir’in kitaplarını bastırmak istedim. Ankara’dan İstanbul’a geldim. İstanbul’da Kâzım Karabekir’in kızı Hayat hanım ve Ali Fuat Cebesoy’un yeğeni Ayşe hanım ile görüştüm. Daha sonra bir huzursuzluk çıkmasın diye, “Devlet sizin babanızın, amcanızın eserini bastırmak istiyor; buna izin veriyor musunuz?” şeklinde sordum. Benim bu açıklamamdan sonra Kâzım Karabekir’in kızı Hayat Hanım ayağa kalktı, Ali Fuat Cebesoy’un yeğeninin boynuna sarıldı. Ve o iki kadın ayakta hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Karabekir’in kızı aynen dedi ki, “Ayşe hanımcığım, Ayşe hanımcığım, Allah bize bugünleri gösterecek miydi? Devlet benim babamın, senin de amcanın eserlerini bastırmak istiyor!” Ben de çok “gözü sulu” bir adamım çıktım dışarıda ağladım. Ankara’ya döndükten sonra Kâzım Karabekir’in kitabını kenara koydum; çünkü 1170 sayfa hacminde bir kitaptı. Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın kitapları daha az hacimliydi. Cebesoy’un birinci kitabından başladım, ikinci kitabı Milli Mücadele Hatıraları idi. Bu kitabı da baskıya verdim ama yüreğim hep ağzımda!Çünkü kitabın başına bir şey gelmesinden endişeliydim, bir an evvel çıkmasını istiyordum. O kitabın bitimine beş forma kala Kenan Evren ve arkadaşları hükümet darbesi yaptılar, iktidara el koydular. Bu kitabın baskısı durduruldu. Beni Kültür Bakanlığı’ndaki müsteşar yardımcılığından bakan müşavirliğine aldılar ve beni “birinci derece”den maaş alıyorken, “altıncı derece” maaş verilen dereceye düşürdüler. Suçum ne? Millî Mücadele kahramanlarının eserlerine sahip çıkmak. Dünyada bundan daha yanlış, daha yobaz, daha aptalca ve ahmakça bir değerlendirme olmaz. Bu, “Atatürk’ü sevmek” değildir. Atatürk’e ve cumhuriyete resmen ihanet etmektir. Çünkü milletler kahramanlarıyla yaşarlar. O kahramanlar mensup oldukları milletlere şekil ve ruh verirler. Bizim başka kahramanlarımız da vardır. Atatürk’ün Nutuk’u on bin defa basılsın, tamam; ama onunla birlikte bu devletin kuruluşunda yardımcı olan diğer komutanlarımızın, kahramanlarımızın da eserlerine devlet mutlaka sahip çıkmalıdır. Bunu bakanlıktaki toplantılarda da söyledim; bırakın paşaları, eğer bizim Milli Mücadeleye ait bir onbaşımızın bile hatıratı varsa devlet ona da sahip çıkmalıdır. Bu eserler Atatürkçü yobazlık nedeniyle çıkmamıştır. Bunun iz’an, irfan, terbiye ile uzaktan yakından alâkası yoktur.

Fevzi Paşa’yı tanıyor muyuz?
Ben 1980 yılında Ankara TRT televizyonunda çalışıyordum. TRT’ye bir mektup geldi. 1976-77 yılları arasında genel başkanımız Şaban Karataş idi. Beni çağırdı ve şu mektubu oku bakayım dedi. Okumaya başladım. Fevzi Çakmak’ın akrabalarından Nuri Çakmak isimli birinden gelen mektuptu. Diyor ki, “Türk devletinin iki mareşali vardır. Biri Mustafa Kemal, 1938’de, ikincisi Mareşal Fevzi Çakmak’tır, o da 1950’de ölmüştür.Mareşal Mustafa Kemal için devlet radyolarımızda belki yüz defa programlar yapıldı ama 1950’den bugüne Mareşal Fevzi Çakmak’la ilgili hiçbir program yapılmadı, neden? Mareşal Çakmak Bulgar veya Moskof generali mi?” diye soruyor. Bunu okuduktan sonra Şaban Bey bana, “ne diyorsun?” dedi. “Adam haklı” dedim. “Öyleyse yap bakalım bir program” dedi. Ben Mareşal Çakmak’ın ölümünden o tarihe, yani 77 yılına kadar hakkında hiç program yapılmayan Mareşal Fevzi Çakmak programını Ankara televizyonu için yaptım ve yayınladım. Türkiye’nin her tarafındaki vatandaşlardan TRT’ye yüzlerce teşekkür telgrafı geldi. Ancak basınımızdaki birtakım Atatürk yobazları kıyameti kopardılar. “Siz niçin bu programı yapıyorsunuz, sizin maksadınız Atatürk’ü unutturmak mı, inkâr etmek mi” şeklinde yaygaralarla itirazda bulundular. Burada çok enteresan bir nokta daha var. Türk Tarih Kurumu’nun genel sekreteri olan Uluğ İğdemir TRT’ye geldi ve ağıza alınmayacak kelimelerle “bu yaptığınız yanlıştır, buna gücünüz yetmez, hiçbir güç Atatürk’ü unutturamaz, Atatürk şöyle adamdır, böyle adamdır” diye tenkit etti. Oysa Mareşal Çakmak için Mustafa Kemal’in bir sözü var. TBMM kürsüsünde söyledi. Diyor ki, “arkadaşlar, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin bütün plânlarını Mareşal Fevzi Çakmak Paşa hazretleri hazırlamıştır.” Uluğ İğdemir,TTK’da uzun yıllar genel sekreterlik yapmasına rağmen bu gerçeği bilmiyor. Ben açıp kendisine gösterdim. Dedim ki, “efendim bir yanlışlık varsa gidin TBMM zabıtlarındaki Atatürk’ün konuşmalarını değiştirin. Bunu bizzat Atatürk böyle söylüyor” dedim. Eşekten düşmüşe döndü. Fakat bu arada Uluğ İğdemir dışında, Prof. Şaban Karataş’ın bana söylediğine göre, bizim genelkurmay başkanlığımızdan on bir general, Mareşal Fevzi Çakmak programı yapıldıktan sonra TRT’ye telefon açarak Şaban Karataş’ı şiddetle tenkit etmişler. “Siz neden bu programı hazırlıyorsunuz, sizin maksadınız Atatürk’ü unutturmak mıdır” diye... Bu tam bir yobaz kafasıdır. Türkiye bu yobaz kafadan fazla uzun sürmez yüz sene sonra vazgeçecektir. Bizde de inanılacaktır ki, tenkitsiz edebiyat, tenkitsiz fikir olmaz. Bu kabul edildikten sonra Atatürk’ün de birtakım yanlışları kabul edilecektir.

Malumunuz, Atatürk ve dönemi hakkında henüz açılmamış arşivler var. Bu tür baskıların sebebi arşivlerin açılma kaygısından ötürü olabilir mi?
Batı’daki arşivlerin açılması yönünde bir endişe yok, aksine memnuniyetle isterler. Bizim çok değerli sosyologlarımızdan Prof. Orhan Türkdoğan’ın bir kitabında okumuştum. Diyor ki, “Kemalist sistemde dinin yeri yoktur.” Ben de Atatürk’ün İslamiyet’le ilgili bütün görüşlerini biliyorum. Bu görüşlere de katılmıyorum. Ben Müslümanım, ilim ve dinin millet hayatındaki önemine inanıyorum.

Atatürk’ün ilahlaştırılması, İslam nefretiyle beslenmiş olabilir mi?
Birtakım kişiler Atatürk’ü “peygamber” veya “ilah” olarak gördü ve gösterdi. Mesela Behçet Kemal Çağlar’ın, “ne örümcek ne yosun, ne mucize ne füsun, Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter!” sözlerinin yer aldığı bir şiiri var. İslamiyet’in şartı biliyorsunuz beştir. Bu şartlardan biri “hacca gitmektir” Hacca gidenler Kâbe’yi ziyaret ediyorlar. Bu adam iki ayrı şehirden milletvekili seçildi. Çağlar, peygamberimiz için yazılan “mevlid”i olduğu gibi Atatürk’e uyguladı.
“Ol Zübeyde, Mustafâ'nınânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Kim bulasızeger siz ondan necat
Atatürk’e Atatürk’eesselât.
... Türk’e Tanrının bahşettiği bir ruh idi
Zulmün milletimi boğmaya kalktığı an
Nur gibi doğdu karanlık günlerin de
Sensiz bu millet öksüz sayılırdı inan
Gel ey 19 mayıs eşsiz sabah merhaba
Ey Samsun’da karaya çıkan ilâh, merhaba
Merhaba ey yükselen güneş” diye devam eden şiirler yazdı, çeşitli toplantılarda okudu. Bundan dolayı birçok kimse hem Behçet Kemal’e sövdü hem Atatürk’e sövdü. Bu da Behçet Kemal gibilerinin Atatürk’ü ilahlaştırmalarından kaynaklanıyor. Atatürk’e dini bir hüviyet giydirmenin ona bir fayda sağlayacağına inanmıyorum.
 
“Atatürk Dili Tasfiye Edenleri Meclis’e Aldı”
“Tek Parti”nin ilk yıllarındaki uygulamaların sadece İnönü üzerinden değerlendirilmesi söz konusu. Yani İnönü’yü kötüleyip Atatürk’e sempatiyi artırmak maksatlı?
Ben Atatürk’ü biraz yakından bilen kişi olarak düşüncelerimi söylüyorum. Atatürk birtakım profesörlerin, ilim adamlarının bulunmuş olduğu toplantıda söz alsa ve konuşsaydı, mesela deseydi ki, “arkadaşlar, iki kere iki 95 eder” deseydi hiçbir ilim adamı veya profesör buna itiraz edemezdi, mümkün değil diyemezdi. O bakımdan “evet efendim, iki kere iki 95 eder” diye Atatürk’ü tasvip ederlerdi. Mesela Atatürk’ün bir “dil” anlayışı vardı. Ben bunu bir televizyon programında söyledim kıyameti kopardılar. Niçin? Atatürk’ü katiyen okumadıkları için! Atatürk’ün üç ayrı dil anlayışı oldu. Birincisi 1932-34 arasında “dilde tasfiye hareketi”dir. Atatürk, Arapça ve Farsça’dan dilimize giren bütün kelimelerin atılmasını emretti. Hiç kimse itiraz edemedi. Bu hususta iki yıl çalışıldı. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabında da bu anlatılır. İki yıl sonra kimse anlayamaz hale geldi. “Çocuk” diyor, “bu dili bir çıkmaza saplamışız, bırakırlar mı bu çıkmazda, bırakmazlar; ben de bu işi başkalarına bırakmam” diyerek bu anlayıştan vazgeçti. Hem Gençliğe Hitabe’sini, hem Nutuk’unu, Türkçeye giren ama tamamen Türkçeleşen Arapça ve Farsça kelimelerle yazdı. Hitabede geçen “vazife, istiklal, muhafaza, müdafaa, mevcudiyet, istikbal” gibi kelimelere Atatürk baktı ki, bu kelimeler atılırsa insanımız konuşamaz hale gelecek. O bakımdan 1934-35 yılları arasında Atatürk son derece doğru bir dil anlayışı içerisinde oldu. Bu anlayışı Ömer Seyfettin, Ziya Gökâlp ve Ali Canip Yöntem, Selanik’te çıkardıkları Genç Kalemler dergisinde “Türkçeleşen Türkçe” diye savunuyorlardı.

Dil meselesini Harf Devrimi’yle ele alacak olursak, nasıl değerlendirmek gerekir?
O ayrı bir mesele... 1935’ten 1938’e kadar Atatürk bizi bütün dünya milletleri karşısında çıkmazlara sokan yeni dil anlayışı içerisinde oldu. Bu yeni dil anlayışını kendisine Klarniçisimli Avusturyalı, Yakup Kadri’nin ifadesiyle “dil heveskârı” bir kişi telkin etti. Klarniç’in iddiasına göre “ilk insan Türk’tür. İlk lisan Türkçe’dir. Bütün dünya dilleri Türkçe’den doğmuştur.” Bunu ciddiyetle hiçbir ilgisi yok ama Atatürk emir verdi bu iddialara dair eser yazılması için. Birtakım eserler uydurulmaya başlandı. Atatürk bu eserleri uyduranların hepsini milletvekili olarak Meclis’e aldı. 1940 yılında Ankara’da yapılan bir Türkoloji kongresinde dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen adamlar bizim ilim adamlarımızı kaldırıp kaldırıp yere vurdu. “Yahu siz nasıl diğer dillerin Türkçe’den doğduğunu iddia edebilirsiniz” diye. Bizimkiler cevap veremediler. Durumu İnönü’ye anlattılar. İnönü de karşı koyamadı, emir verdi. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden bu “Güneş Dil Nazariyesi” kaldırıldı. Ben bunları okudum, öğrendim, biliyorum. Yine de beni suçladılar. Bunları bize okullarda öğretmediler.

Kemalist zihniyetin fikir babalarından birinin MoizKohen adlı bir Yahudi olduğu biliniyor. Bu noktayı dikkate alarak söz konusu rejimde nasıl bir toplum tasarlanmış olabilir?
Bunları konuşmaya devrimiz müsait değildir. Kemalizm’in prensiplerinden hiçbiri bizzat Atatürk’ün kafasında teşekkül eden veya bize has olan düşünceler değildir. Bunların hepsi Batı dünyasında uygulanmıştır. Bu uygulamaları Atatürk Türkiye’ye getirmek istedi. Bunda muvaffak oldu mu olmadı mı ilim, fikir, sanat adamlarımız cevaplasın.

Bu zihniyetin tesirinden toplum olarak nasıl sıyrılabiliriz?
Bana dünyanın en zor sorusunu soruyorsunuz. Bunlardan sıyrılmanın tek yolu okumaktır. Ama bizim kitabımız Kur’an-ı Kerim “okuma(!)” emriyle başladığı için ve anne-babalarımız, gençliğimiz okumadığı için biz bu tesirden kolay kolay sıyrılamayız.(Tabi bunu mahsustan ters söylüyorum, Kur’an’ın “oku” emriyle başladığı herkesin malumu...) Evlerimizin yüzde 95’i kitapsız, kütüphanesiz. Çocuklarımız, sözüm ona Türkçe okuyarak yetişir ama üniversiteye geldiklerinde yeni baştan Türkçe dersi verilir. Çünkü üniversiteye geldiklerinde hocalarının verdiği kitapları okuyup anlama kabiliyetinde değillerdir. Tabiri caizse ana-avrat sövün ama sakın “okuyun” demeyin bizim toplumda, derseniz kıyamet kopar. Ayrıca tenkid hürriyetine, fikir hürriyetine sahip olmak şart. Böyle yapanı saatlerce dinlerim. Ancak Atatürk’e bir dakika hakaret ederse susturmak yoluna giderim.

Baran Dergisi 619. Sayı