Bercan Bey bir yazınızda Amerika’nın eski gücünü kaybettiğini, eskisi kadar başarılı olamayacağını ifade ediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Soğuk Savaş’tan sonra ABD dünyanın liberalleşeceğini ilân etmişti. Her tarafta ‘Lexus’ların oluşacağı ifade ediliyordu. Dünya düzleşecek, teknoloji, liberalizm ve barış gelecek diyorlardı. Şimdi ise, ABD’nin akıbeti birtakım lobilerin elinde. Amerikan sistemi nasıl reform edilebilir, kitaplar yazılıyor. Osmanlı’nın son zamanlarında yazılan kitaplara benziyor. On, belki on beş yıl önce ABD’nin, Avrupa ekonomisindeki payı yüzde otuz civarındaydı. Şimdi yüzde on sekizlere düşmüş.
 
SAVAŞ LOBİSİ AVRASYA’YI İSTİYOR
Bu değişimi neye bağlıyorsunuz?
Savaş lobisi var. Onlar kendini sistemin sahibi olarak görüyorlar. O sistemin, değişmesini istemiyorlar, hükmetmeye devam etmek istiyorlar. Trump, devletin içerisindeki bir kesime sahip. Ayrı karar mekanizmaları var ABD içerisinde. Savaş lobisi, baktı ki savaşarak bir şeyler değişmiyor, yapmak istediklerini başka kanallarla hayata geçirmeye çalışıyor. Terörizm, darbeler ve saire. ABD’nin birkaç hafta evvelki kongresinde bir şey hazırlamışlar. Avrasya diye bir tanım yapıyorlar. “Biz Avrasya’dan vazgeçemeyiz, içe kapanık siyaseti kabul edemeyiz” diyorlar. İngiltere’den Sri Lanka’ya, Rusya’dan Hindistan’a, Portekiz’den Japonya’ya kadar olan bölgeyi ABD istiyor. Bahsettiğim bölgelerde, ABD’ye karşı çıkabilecek hiçbir güç istenmiyor. “Avrupa’nın hinterlandı Almanya”, “Doğu’nun hinterlandı Çin” gibi kavramlar duymak istemiyor ABD. Kendileri güç dengesi oluşturmak istiyor, o dengenin dışında başka kimseyi istemiyorlar. İsrail-İran kapışması, Türkiye’de Sünnî-Şii kapışması, Avrupa’da aşırı sağ-sol kavgaları. ABD her bölgede kaos ister. Herhangi bir bölgede, kendisine karşı çıkabilecek potansiyeldeki güçleri zayıflatmak isterler. “Balkanlaştırma” diyorlar ya, ABD’nin emperyal politikasında tamamen bu yatıyor, “böl ve yönet.” Bunu da postmodern dönemde, tanımla-yönet diye bir şey yaptılar. “Sen Kürtsün”, “bu feminist”, “şu böyledir” diye kategorize edip, aidiyetler üzerinden de gerilimi tırmandırıyorlar. ABD’nin küresel stratejisinin temelinde Avrasya’ya hâkim olmak var. Avrasya’ya hâkim olunca, İslâm coğrafyasına da hâkim olursun. Ortadoğu, Avrasya’nın Batı kapısıdır. Avrasya’nın Batı’ya açılan kapısı, İran ve Türkiye’dir. Avrupa’yı, Batı Asya diye görüyor. Japonya’yı Doğu Asya olarak görüyor. Kendi dizaynı böyle ABD’nin. Afrika’da da 2006’dan sonra faaliyete geçti ABD. Kendi istediğini güçlendiriyor; bunu yapabilmek için de ya ittifak kuruyor, ya savaşıyor. ABD’nin son 70 yılda, 70 milyonun ölümüne yol açtığı söyleniyor. Bazıları 25 milyon diyor. “Bolşeviklik’in 100. Yılı” dolayısıyla bir Rus yetkilinin açıklaması vardı; “ABD 100 milyon insanı katletmiştir” diye. 1776’da kurulmuş ABD, 224 yılını savaşla geçirmiş bir ülke. Savaş yapmasa darbe yapıyor. Bunu da hegemonya ile meşrulaştırıyor. “Seküler din” diyorlar; Liberalizm-demokrasi ve ulus devlet diyorlar ABD’ye sadece askerî güç yetmez, aynı zamanda ekonomik, siyasî, kültürel güç de önemlidir.

Kültür alanındaki faaliyetlerden bahseder misiniz?
Kimileri Picasso’nun resminin soyutlaşmasını, CIA’nın yaptırdığını söylüyor. Toplumu soyuta yönlendirip, milletin gerçeklikle bağını kesmek istiyorlar. “Millet farkına varmasın” gibi. Böyle bir yazım vardı. Soğuk Savaş’ın içeriğini anlatan bir kitaptan istifade etmiştim. “Kültürel dünyamızı, yayınlanan kitaplar şekillendirmeli” diyor adam... Rockefeller’in sunduğu önergeler, CIA’nın Avrupa’da açtığı sergiler ve hatta Truman ile alâkalı bir şey anlatırlar. Toplumsal mesaj verişte sanatla ilgili bir şey yapıldığında, acıdan, fakirlikten, ahlâktan, adaletten bahsedilir değil mi? Soyut şey, somutlaşır. Bir düşünceyi, bir “gül”, bir “yumruk” üzerinden ifade edersiniz. II. Dünya Savaşı’ndan çıkılmış, insanlar adaletten, haksızlıktan bahsediyor. Bu Batılıları rahatsız ediyor. 1980’den sonra Türkiye nereye sürükleniyorsa, Avrupa da oraya sürükleniyor. Bizde de, 1980’den sonra toplumsal meseleler işlendi. Sol ve liberal kesim, toplumsal edebiyatı işledi. 1980’den sonra, postmodern düşünce ve edebiyatta Orhan Pamuk, Enis Batur ve saire ortaya çıktı. Bir önceki edebiyat kuşağı yok sayıldı. Bir şeyin sonuçlarını söylüyorlar ama, nedenlerine inilmiyor. Türkiye bu durumda. Pastiş, parodiden bahsediliyor şimdilerde. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği isimli kitabın yazarı mesela.
 
BATI HEM SORUN HEM ÇÖZÜM DAYATIR
Milan Kundera.
Evet. Latin Amerika’daki edebiyat faaliyetlerinde CIA’nın Soğuk Savaş dönemindeki kültürel politikaları var. Edebi belgeler üzerinden propagandası yapılıyor. O kitapta “o adam şu resmi niye çizdi, bu adam şunu niye söyledi” diye incelenmiyor. Sadece belgeler üzerinden 500-600 bine yakın makale incelenmiş, ortaya kitap çıkarılmış. Siyasî bir maksat yatar altında. Mesela, Ziyaüddin Serdar’ın Postmodernizm diye bir kitabı vardı. Üniversite yıllarımda okumuştum, ilk cümlelerinden biri şöyleydi, “niye Asyalı bir Madonna yok, Afrikalı bir Beethoven yok yahut Afrikalı bir Mozart ortaya çıkmıyor?” Yani Batı sistemi, bazı şeyleri kendi tekelinde tutuyor demek istiyor. Batı kendi değerlerini “evrensel”miş gibi dayatıyor. Kendi sanatını, resmini, müziğini dayatıyor, dayatırken de senin ona asla ulaşamayacağını vehmettiriyor. Edward Said mesela. Ortanyalizm derken, dışlama vardır, aşağılama vardır; bir de yeni dönemde yazarların getirdiği, aşağılık kompleks durumu vardır. Octavio Paz yine Meksikalı bir yazar, sağlam eleştirir. Latin Amerika’daki ikiyüzlü durumu daha iyi görmüştür. Yakın olduğu için, hem hissedip hem daha iyi görebilmiştir. Paz diyor ki, “Emperyalizm hiçbir zaman normalleşmeyi istemez, buna izin de vermez.” Türkiye şu anda kendi başına karar almaya başladı ya, emperyalistlerin en uyuz olduğu şey budur, “sen bizden habersiz nasıl böyle bir şeye kalkışırsın” diye... Bize sorunu dayatıp, çözümünü de dayatıyorlar. Barış görüşmelerini düşünün mesela. Filistin’deki barış süreci, aslında sömürge sürecidir. Bize kavramları iteler, ruh, düşünce ve zihniyet aşılarlar. Kökten şekilde itiraz etmemiz lazım. Bunu yapanları da, ötekileştiriyorlar, yalnızlaştırıp, hapse mahkûm ediyorlar. Deli muamelesi bile görebilirsin. Suikast düzenlerler. Angola’nın lideri veya İran Başbakanı Musaddık gibi devirirler. Chavez gibi değişik yollarla yıpratırlar. Kaddafi’yi düşünün, linç ettirirler, Fidel Castro gibi pasifleştirirler. Şu anda Batı’nın diş geçiremediği tek Müslüman lider, Erdoğan gibi gözüküyor. Şeytanlaştırıyorlar, olmuyor. Uğraşıyorlar, bitmez bu. Ya uzlaşacaksın, ya şeytanlaştırılacaksın. Şimdi biraz rahatız, ABD’nin merkezdeki gücü azaldı. Dünya, 1990’lar öncesinde Sovyetlerin çözülmeden önceki hâline benziyor. I. Dünya Savaşı’ndan önce de böyleydi.
 
ŞANTAJ/KUMPASLA GASP VE İŞGAL
AB ülkeleri arasında savunma paktı oluşturuluyor. ABD’nin iç vaziyetini fırsat kabul edip, farklı bir güç dengesine mi giriliyor?
Tabiî. Amerika’nın dayattığı bir güvenlik konsepti var. Şu anda AB kendisi hareket etmek istiyor. Mesela ABD’nin 180’e yakın askerî üssü Almanya’dadır. 30 bine yakın asker. Japonya keza öyle, 30 bin ABD askeri mevcut. II. Dünya Savaşı’ndan sonra “yarı özerk” denilen ülkeler çıktı ortaya. Japonya, Almanya, Güney Kore. ABD, bu ülkelerin ekonomisine, siyasetine müdahale edebiliyor. Bazılarının anayasasında parmağı var. Hepsi Amerika’ya muhtaç aslında. ABD, Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı düşman gösterip, Avrupa’yı kendi egemenliği altında tutuyordu. 1990’lardan sonra “süper güç” havasına girdi, kibirlendi. Afganistan ve Irak’ta “terör ile savaş” bahanesiyle kibrini eline yüzüne bulaştırdı. Soğuk Savaş’ta da dünya emperyaller tarafından yönetiliyordu, ama büyük güçler uzlaşmış hâldeydi. Çin, Fransa, İngiltere mesela. ABD sonra “tek başıma” yeterim diye düşündü. Fransa ve İngiltere uyandı. Sonra Ukrayna krizini ortaya atarak, Almanya’yı, Rusya ile papaz ettiler. Şimdi Rusların güçlenmesi İngiltere ve Almanya için büyük bir tehlike. Trump’ın “NATO artık süresi geçmiş bir örgüt” demesinin altında şu yatıyor; “size güvenlik şemsiyesi açacağım.” Trump Avrupa’ya kucak açmaya çalışıyor çünkü eskisi kadar Avrupa’yı kullanamıyor. ABD artık girdiği savaşlardan zarar görmeye başladı. Amerika’nın güneyinde sanayi ile ilgilenen kesim Trump’ı iktidara getiren kesimdir. Bunlar fakir beyaz Amerikalılar. Dijital dünyanın öncü şirketleri, mesela Microsoft, Facebook’n sahibi Zuckerberg Trump’ın iktidarda kalmasını istemiyor. Hollywood’daki belli bir kesim de Trump’ı istemiyor.
 
Silikon Vadisi, “Dijital dünyacı”lar...
Evet. ABD eskiden bir işgal ederdi, petrolünü, öz kaynaklarını ele geçirirdi, seni hâkimiyet altına alırdı. Şimdi zor... ABD “terörle mücadele” adı altında 5-6 trilyon para harcamış. ABD’nin 20 trilyon dolar borcu var. Az para değil. ABD’nin savaş lobisi sömürmek istiyor. Silah satıp, ekonomik rahatlama istiyor. Obama, yumuşak yüzünü göstererek, iç savaşları kızıştırdı. Mısır’ı, Yemen’i, Suriye’yi birbirine kattı. Ülkeler ne kadar müttefik olursa olsun, Hegel’de geçer; “ülkeler kendini tanrı gibi görür, hiç ölmeyeceğini düşünür.” Bir ülke, diğer ülkenin niyetini bilir. Mesela Almanya esir bir ülke, yarı sömürge. Bu ülke özgür olabilse, Amerika’nın taleplerini kabul etmek ister mi? İstemez, ama zorla, şantajla kabul ediyor. Son dönemde Almanya tam kundakçı pozisyonda.

Panama, Paradise belgeleri mesela?
Aynen öyle. Bizi de Rıza Sarraf üzerinden, ekonomik olarak boğmak istiyorlar. Her yoldan tehdide başvuruyorlar, devletleri müttefiklerine boğduruyorlar. Türkiye’nin lobi faaliyeti yürütmesine bir şey demiyorum. ABD’nin dışişleri, CIA ve basının bir kısmı Türkiye ile iyi geçinmek istiyor. Bir de “Derin Amerika” denilen kesim, yani kongre, Pentagon ve basının diğer kısmı Türkiye’yi istemiyor. Yahudi lobileri Türkiye’yi istemiyor. Erdoğan’sız Türkiye istiyorlar. 2008’de başlattıkları projeyle siyasal İslâm’ı tamamen tasfiye etmek istiyorlar. Siyasal İslâm, Batı’nın liberal sistemi karşısında engel. AK Parti’yi bozup, İslâm coğrafyasında AK Parti’yi örnek göstermek istiyorlar.

Sosyal ayağı FETÖ üzerinden, siyasî ayağıysa AK Parti üzerinden gerçekleştirilmek isteniyor?
Evet. Siyasî faturayı AK Parti’ye kesip, devletin kazancını FETÖ’ye devretmek istediler. Ters tepti. Siyasî vaatler verip, risk alacaksın, her şeyin kaymağını FETÖ yiyecek... Erdoğan’ın Gezi’de söylediği bir şey vardı; “ben bu milletin alın terini size yedirmem” diye. Adamlar haraççı, ekonomiyi istedikleri gibi talan edeceğini zannediyor. Milletin alın terinde gözleri var. Erdoğan defalarca söyledi, “bunlar bizi sevmiyor, bölünmemizi seviyor” diye. Batılılar bize başka gözle bakıyor, değerlerimizi görmüyorlar. Economist manşet atmış, “hala bizden kan parası alıyorlar Ayasofya’da” diye. Turistlerin Ayasofya’ya girerken verdiği bilet paralarını kan parası olarak görüyorlar. Türkiye’yi, İstanbul’u fetheden akıl olarak görüyorlar. Erdoğan’ı öyle görüyorlar. “Anadolu bir zamanlar Hıristiyandı, buraları Selçuklu, Osmanlı Müslümanlaştırdı” mantığıyla bakıyorlar.

Tarihî psikolojiyle bakıyorlar yani.
Tabiî. Osmanlı’nın son dönemlerinde Yusuf Samih Efendi’nin “Sicilya Hatıraları” diye bir eseri vardı. Orada diyor ki, “zannetmeyin ki bu mantık değişir.” Yani 100-200 yıl önce nasıl bakıyorlarsa hâdiselere, hala öyle bakıyorlar. Adamlar ekonomik, askerî, içtimaî olarak seni dizayn etmek istiyor. Kontrol etmekten fazlasını istiyorlar, sen ne kadar güçsüzleşirsen, o kadar hızlı değiştirilirsin.
 
ABD GÖZDAĞI VERMEKLE YETİNİYOR
Rusya-Türkiye arasındaki ittifak ABD’ye rağmen sürerken, bahsettiğiniz “Doğu kapısı”ndaki gücü ne seviyededir?
Merkez ülke Amerika, güç kaybediyor demiştim. Merkez zayıflayınca, diğer aktörler ortaya çıkıyor. Tabiat da böyledir. Rüzgar, basınç farkına göre değişir. Jeopolitikte de öyledir. Rusya, Orta Asya’daki Türk milletlerle savaşarak mı böyle güçlendi, hayır. “İflas ettim” dedi. Amerika, Suriye’den geri çekilirse, meydan Türkiye ve İran’a kalır diye düşünüyorlar. İsrail, bu ikisini yerine, Rusya’nın güçlenmesini istiyor. Rusların Suriye’ye girmesine o yüzden bir şey demediler. Rusya, İsrail’e yakın bir aktör, en azından Türkiye-İran ikilisine nisbetle...

İsrail, Rusya’nın politik duruşunu değiştirebilir mi?
Hayır. Kissinger diyor ya, “ABD-Rusya uzlaşabilirliğini yeniden dizayn etsin” diye. ABD bunu yirmi beş yıldır yapmaya çalıştı, bu sefer “ikisi birlikte isterse, uzlaşı sağlanır” dediler. Tek süper güçlü sistem yüzünden, aktörler arası mücadele başlıyor. Ruslar buna “çok katmanlı sistem” diyor. Güç dengeleri değişirse, bu en çok Türkiye’nin işine gelir. İsrail istiyor ki, bir aktör egemen olsun, “benim istediğim şekilde politika” yapsın. Mesela, CIA Ortadoğu’da yanılıyor. Çok pozitivist okuyorlar çünkü. 1980-1982 arasında saldırı vardı ABD askerlerine. Özellikle o tarihten sonra ABD’nin Ortadoğu’yu Yahudiler üzerinden okuduğuna dair eleştiriler var. Kürtlerden, Araplardan, Farisîlerden, Dürzîlerden yararlanıyorlar. Ona göre politika geliştiriyor Amerika. Bundan İsrail de faydalar sağlıyor, suçu ABD’ye atıyor. Diyorlar ya, “İsrail lobisi ABD’yi yönlendiriyor” diye. Ben bu kanaatte değilim. ABD, kendi Ortadoğu politikasını İsrail üzerinden meşrulaştırıyor. İsrail’i bir taşeron olarak kullanıyor. ABD, Araplarla İsrailliler arasındaki savaşlardan önce İsrail’in yüzüne bile bakmazdı. İsrail başbakanları üçüncü, dördüncü sınıf otellerde beklerdi. ABD, Vietnam yenilgisinden sonra İsrail’in üzerine düşmeye başladı. 1975’te İsrail, Arap dünyasına kafa tutunca, Amerikan toplumu İsrail’e sempatiyle bakmaya başladı. İsrail tek başına dört Arap ülkesiyle baş edince, ABD İsrail üzerinden strateji yapmak istiyor. Göz dağı vermekle yetiniyor.
 
LÜBNAN-FİLİSTİN VE İSRAİL
Çakal Carlos’la haftalık görüşmelerimizin tercümelerini yapıyorum. Kendisi Hariri hadisesinden önce 1984’te suikaste uğrayan Beşir Cemayel davasında 33 yıl sonra idam cezası verildiğine dikkat çekmişti. Carlos Fransa’da bulunduğu cezaevinden Baran Dergisi okurlarına şöyle seslenmişti; “Bu boşuna verilmiş bir karar değil”. Bu gelişmenin Hariri’ye uzanacağını dikkat çekip, “O vatansever bir başbakan, Lübnan’da Siyonistler bir tezgâh peşinde. Hariri Arabistan’da tutsak edilecek, istifası istenecek ve Lübnan’a fiili müdahale yapılacak” demişti.
Tabiî sonra Fransa’ya gitti Hariri, Macron ile görüştüler. Evet, başka spekülasyonlar da var. Suudi Arabistan İsrail’i tanıma hazırlığında. Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri de projenin içerisinde gibi duruyor. İsrail, Ürdün ve Filistin arasında bir konfederasyon var gibi.

Hamas’ı dışlayarak.
Evet. Mısır’daki Sisi darbesinden sonra Hamas’ın eli-kolu kırılmış hâlde. Filistin’i Ürdün’e bağlamak istiyorlar. 2002 Barış Plânı’nı yeniden canlandırmak istiyorlar. Batı Şeria’nın C ve D blokları var. 2002’den beri Filistinlilerin 20 bine yakın yaptığı bina var bu bölgede. Binalar, İsrail’e göre “legal olmayan” yapılar. B bölümü tamamen İsrail’in denetiminde. C bölümünde Filistinliler ile İsraillileri bir arada tutmak istiyorlar. İsrail Genelkurmay Başkanı, Suudi Arabistan’da bir gazeteye, “İran’a karşı işbirliği yapalım” diyor. İsrail, meşruiyetini yaygınlaştırmak istiyor. Suudi Arabistan da İsrail’e diyor ki, “İran’a saldır seni tanıyayım.”

ABD bu sürecin neresinde?
Dışarıdan gaz veriyor. Elini taşın altına sokmak istemiyor. “Yanmaz” denilen tankları, 2006’da Rusya’nın verdiği füzelerle harap olunca ABD geri adım attı. Amerikan kongresinde en son Hizbullah kararı çıkarıldı. “Hizbullah terör örgütüdür, evlerde füze stokluyor. Lübnan-İsrail sınırında sivil insanlar kalkan olarak kullanılıyor” denildi. Lübnanlılar “Hizbullah bizim için bir tehdit değil, hükümet bizim çıkarlarımızı mı koruyor yoksa başkasının mı?” diyor. ABD öyle bir yasa çıkarıyor ki, sanki Hizbullah yarın Amerika’ya saldıracak. İtirazlar var bu konuda. Amerika, İsrail üzerinden İran’a gözdağı vermeye çalışıyor. 2009’da Obama’ya “sen bu işleri yaparken farkında olmadan Osmanlı’nın harekete geçmesini sağlıyorsun” diye eleştiri vardı. Türkler her yerde etkin olmaya başladı. İsrail bölgeye göre yüzde 1 nüfusla, yüzde 7 ekonomiyle tutunuyor. Ancak İslâm coğrafyasındaki siyasî etkinliği yüzde 90’larda. Türkiye buna itiraz ediyor.
 
ULUSLARARASI POLİTİKA TEORİLERİ ÇATIŞIYOR
I. Dünya Savaşı sonrasında “İdealizm akımı” diye bir şey türettiler. Daha sonra uluslararası ilişkiler disiplini kuruyorlar ve uluslararası ilişkilerde “Realist Teori”yi geliştiriyorlar vesaire… Bu teorilere göre devletin stratejisini mi oluşturuyorlar, yoksa devletin stratejisine göre bu teoriler sipariş ediliyor?
Her ikisi de diyebiliriz. Uluslararası ilişkiler teorisi yeni bir şey, II. Dünya savaşından sonra ayrı bir disiplin olarak görülmeye başlandı. İdealist teori ve realist teori... Her ikisi de iflas etti. Şimdi yeni bir “İnşacılık Teorisi” diye bir şey attılar ortaya, “Konstrüktivizm” asıl adı. Mesela, Recep Tayyip Erdoğan “Bu ülkede Kürt Sorunu yoktur” dediğinde insanlar haliyle şaşırıyordu, ama ne diyordu sonrasında “Benim için Kürt, bir sorun değil” Batı’da da Müslümanlar sorun olarak algılandığı için mesela “Mülteci Sorunu” diyorlar. “İnşacılık” akımına tabi insanlar da diyorlar ki, “Ben Müslümanı sorun olarak görmüyorum, sorunları olan Müslümanlar var”. İdealizm, realizm hep çatışmalar sonucunda doğmuştur; esasen Batı fikriyatı bir çatışma diyalektiği üzerine kuruludur. Hegel, Marks bildiklerimiz… Ya sınıf çatışması, ya devletlerin çatışması bu tür kurgular üzerinden yeni fikriyatlar türetilmiş. Aslında bu çatışma diyalektiğinin aslı İmam Gazalî’de var: “Her şey zıddıyla kaimdir”.

Hegel’in İmam Gazalî’den okuduğu kitaplar Fransa’da sergileniyor, fikriyatı Gazalî’den almış.
Evet. Diyalektiğin aslı, hakikisi Gazalî’de vardır, İbn Haldun’da vardır. Bizde zaten çeşitlilik, farklılık, zıtlık var; fakat Batı medeniyetinden temayüz eden en büyük farkımız bu zıtlıkların barış içinde, beraber yaşamasıdır. Çin şu sırada onu öne çıkarıyor: “Peacefull Rising”... Diyorlar ki; “Biz Amerika gibi yakıp yıkmayacağız, barışçıl bir şekilde egemen olacağız, böylelikle herkes kazanacak.” Ama baktığımızda Uygurlara yaptığı kıtal ortada, Arakan’daki meseleler vesaire… Batı emperyalizmine alternatif bir yaklaşımın olması lazım. Rusya burada daha farklı bir konumda duruyor. Çin kültürel ve ekonomik anlamda yayılıp gelişiyor ama askeri anlamda da hegemonya kurmak şart, cazibe merkezi olabilmek için. Türkiye’nin de mültecilere sahip çıkması, yurt dışındaki Müslümanlara yardım etmesi Türkiye’ye iyi imaj sağladı. Çatışma olmasın diye en çok uğraşan ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin insani kaynağı da çok yeterli değil, askeri ve ekonomik gücü de… Lakin buna rağmen yükselebilen bir ülke; bunu da siyasi maharete bağlamak en doğrusu.

Tabii güçler dengesi arasındaki sarsılmaları da fırsat olarak değerlendiriyor Türkiye.
Diplomaside dünyanın gidişatını en iyi okuyan ülkedir Türkiye. Türkiye’de devlet aklı oluşmuştur. O beğenmediğimiz Mustafa Kemal döneminde, İsmet İnönü döneminde de bir takım kötü politikalar uygulanmış olabilir, ama en makul seçenek neyse hep ona yönelmiştir Türkiye. İdeolojik bir devlet değildir Türkiye Cumhuriyeti, o sebeple kendini belli bir dinle, mezheple ve ırkla sınırlamaz. Fakat belli bir yerden sonra değişmek durumunda kalıyorsun, Sovyetler 70 sene içerisinde değişmek zorunda kaldı mesela…
 
ÜÇÜNCÜ DÜNYA TÜRKİYE’DEN İLHAM ALIYOR
Osmanlı 600 sene yaşadı…
İşte bunu hiç anlatmak istemezler. Rusya’ya, Çin’e bakarlar ancak bizlerin şu anda bile gidemediği yere Osmanlı nasıl hâkimiyet kurdu bunu çözemiyorlar. Bunun sebebi kültürel hegemonyadır. Adalet, hak, hukuk sende olduğu için bir cazibe merkezisin demektir ve insanlar da yönünü sana çevirir haliyle. Mesela ABD Irak’a girmeden önce çok araştırmalar yapılmış; “Acaba Osmanlı nasıl 400 sene burada kalabildi” diye… Zaten Irak’a girer girmez mahvettiler; Felluce’de vesaire… Türkiye girdiğinde ise “Hoş geldiniz” pankartlarıyla karşılaşıyor. Türkiye gittiği her yerde medeniyeti paylaşıyor. Somali’ye de gittiğinde ABD ve İngiltere’nin oradaki tüm düzeni altüst oldu. Türkiye oradaki insanlara eğitim götürdü, böylelikle o insanlar da kendilerine yetebilsinler diye… Öbürleri öyle yapmıyor. Zimbabve’de darbe yapanlar İngilizlerdir. Orada 600 kişilik ekip tüm ülkeyi yönetiyor, olaya bakın. Yine Sudan’da da benzer bir darbe yapmışlardı. Batılıların kurduğu Afrika modeli çürüyor. 2007’den bu yana Afrika’da bir çekişme var, ABD’nin kurmuş olduğu “AFRİCOM” var, Müslümanların ikamet ettiği bölgelere terör, uyuşturucu kaçakçılığı bahanesiyle girip yönetmeye çalışıyor, buna da “Sahra Projesi” diyor. Boko Haram vasıtasıyla oradaki Müslümanların meşru talebini terörize ederek boşa çıkarıyor. Türkiye’nin böyle olmasında yatan etken, Batı yardımı olmaksızın gelişmeye çalışıyor olmasıdır. Böylelikle onların tahakkümündeyse kurtulacak veya değilse zaten girmeyecek. Kendi sorunlarını çözmeyi deniyor. 3. Dünya ülkeleri de Türkiye’den ilham alıyor. Putin dahi Batı’ya karşı Türkiye’nin bu şahsiyetli tutumuna karşı hayran kaldığını açıkladı. Rusya, Çin, Türkiye başta olmak üzere Doğu ülkeleri köklerine dönmeye başladı artık ve bu da ABD başta olmak üzere Batı’yı çok korkutuyor. Küreselleşme artık sona erdi. Şimdi artık çok merkezli güç dengesi ortaya çıktı. Post laiklik deniliyor, Avrupa’da artık dine gerek kalmayacağına dair tezler vardı ama bunların tutmayacağı gerçeğiyle artık yüzleşmeye başladılar. Akademide de bunun etkilerini görebiliriz, teostratejik çalışmalar daha yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Bir beş sene öncesine kadar Türkiye ve Çin’i “Batı dışı modernleşmenin yıldızları” diye çok överlerdi akademi dünyasında. Çünkü Batı dediğimiz düzen, seküler, pozitivist, toplumsal hayatta dine yer vermeyen, ekonomide de adalete yer vermeyen bir düzen. Türkiye’de ve Rusya’da böyle bir şey yok, mesela Putin’in oligarkları tasfiye etmesi bunu gösteriyor.
 
YENİ BİR “SİYASETNAME” LAZIM
Böyle hamleler yapılabilmesi ve Batı tarzı kalkınmanın kıskacına yakalanılmamasının sebebi sosyolojik bir tabanımızın olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Burada bir millet fikri var, Rusya’da, Çin’de de öyle keza; fakat Amerika’da millet mefhumu yok…
Reel kapitalizmin çöküşünü yaşıyoruz. Dediğiniz gibi ABD’de millet mefhumunun olmayışı hasebiyle Amerika, karşılaştığı en ufak zorlukta diğer devletlerin dağılmasından çok daha süratle dağılacaktır. Trump’ın gelmesiyle milliyetçi bir kapitalizm anlayışı ortaya çıkmaya başladı; milliyetçi bir liberal ekonomi anlayışı… Rusya’da da Yeltsin döneminde kamuyu talan ederek şişen zenginlere Putin dur dedi, Çin’de özel sektör var ama bu sektörün halkı sömürmesine devlet engel oluyor. Türkiye’de de AK Parti bunu yapmaya çalışıyor bir bakıma… Merkez bankasına sürekli çağrı yapıyor Cumhurbaşkanı; “Faizleri indirin” vesaire diye… Ekonomik sorunu tamamen bitiremezsek sosyal sorun, kültürel sorunlar da tamamen krize dönüşüyor. Avrupa’da görüyoruz; ekonomik soruna çözüm getiremeyince ortaya radikal partiler çıkıyor, neo-Naziler çıkıyor mesela…

Uluslararası yönetim sistemi olsun, devletlerin kendi içerisindeki yönetim sistemi olsun bunlar da Batı’nın zihniyetine dayalı aslında.
Tabii ki, Katolik yönetim sistemi diyebiliriz. Başkanlık sistemi diyorlar ya; eğer devletten medeniyete döneceksen kendine has bir sistem kurmak zorundasın. Parlamenter sistem küçük devletlerin sistemidir. Bunu Montesquieu da söyler, Jean-Jacques Rousseau da söyler. Zaten büyük düşünürlerin devlet tasavvuru da hep yıkılmaya yüz tutmuş devletlere bakarak ortaya koyduğu ideal çözümlerden oluşuyor. Hobbes mesela İngiltere için böyle düşünmüş, Machiavelli İtalya için vesaire… Bizde de siyasetnameler var, ona benzer yeni bir şey lazım. Biz 300 senedir denge politikasına göre varlığımızı idame ettiriyoruz. Denge politikasıyla yaşamak da kolay değil. Her şeye şerbetli bir ülke Türkiye… Türkiye’de direniş ruhu var, siyasi liderlik var ve değişim ruhu var. AK Parti iktidara geldiğinde kazan-kazan taktiği uyguladı komşularına karşı. Türkiye’nin dış politikasını biliyoruz tüm komşulara karşı bir önyargısı vardı Türkiye’nin. Fakat son zamanlarda uygulanan politikalarla gördük ki böyle değilmiş. Savunma sanayiine geldiğimizde liberal ekonomi, serbestiyetçilik yok olur, her şey güçlünün elindedir, tekelindedir. Bugün ABD hava kuvvetleri komutanı S-400’leri alma durumunda Türkiye’nin NATO’nun hava savunma sistemlerinden mahrum kalacağını ima etti mesela. Bu tekel Türkiye ve Rusya’nın yakınlaşmasıyla çatırdıyor, yeni bir dünya oluşuyor baktığımızda.
 
TAZİYE
Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz...
Sayın Bercan Tutar’ın babası Mahmut Tutar Bey’in vefat haberini aldık. Baran Dergisi olarak Tutar ailesinin acısını paylaşıyor, merhuma Allah’tan rahmet, Tutar ailesi ve sevenlerine sabır diliyoruz.

Röportaj: Faruk Hanedar-Cumali Dalkılıç 

Baran Dergisi 569. Sayı