Ermeni Meselesi gibi, Türk meselesi, Kürt Meselesi ve benzer her mesele bizce mânâsını, umûmî olarak tarihi düz bir çizgi gibi addeden yanlış görüşlere mukabil dâirevî bir şekilde olan ve "Vedâ Hutbesi"nde geçen "Zaman döne, döne Allah'ın arz ve semavatı yarattığı gündeki düzenini buldu" yahut "işte zaman döne döne devrini tamamladı!" buyurulan ân içinde bulur.

Büyük Doğu-İbda dünya görüşüne kendimizi nisbet etmemiz sebebiyle biz bütün hâdiseleri kendi dünya görüşümüze göre mânâlandırır ve ilişki biçimimizi bu mânâlar üzerinden kurarız. Her dünya görüşü için geçerli olan bu hususun bizim açımızdan "farklılık" arzeden tarafı, bizim, bütün dünya görüşlerinden ayrı olarak (anti-tez) olan bütün görüşlere mukabil kendimizi "tezlerin tezi" olan İslam'a, yani İslam'a Muhatab Anlayış'a (Büyük Doğu-İBDA fikir sistemi) nisbet etmemiz. Tarihî her hâdiseye Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun "Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı" tezinden yola çıkarak bakmaya ve hâdiseleri bu çerçeve içerisinde ele almaya çalışırız... 

Niçin böyle bir girizgâh yaptık? Çünkü bize göre her hâdise, her fikir ve şahıs (tersinden-düzünden) köklerini ancak Asr-ı Saadet"ten alır, mânâsını yahut mânâsızlığının köklerini o devre nisbetle bulur, bilir ve anlar...

Yazımızda öncelikle Peygamberimizin Ermeniler için verdiği "amanname"den, sonrasında ise Selçuklu Türkleri ile Ermeniler arasındaki ilişkilerden bahsedeceğiz... Selçuklu Devleti dönemindeki Ermenilerin konumlarına dâir bir girizgâhın ardından Selçuklular ile Ermenilerin münasebetlerini anlatacağız.

Peygamberimizin Ermenilere Verdiği "Amanname"

Rivayete göre Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in ahirete irtihâlinden iki sene evvel (630), zamanın Ermeni Patriği Allah Resûlü'nün huzuruna çıkmış ve Ermeni Ruhbanlar için "aman-himaye" dilemiştir. Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem ise can, mal ve kiliselerine dokunulmayacağına dâir ahidde bulunmuştur... Kendisini "Osmanlı Ermenisi" olarak niteleyen önemli tarihçilerden Levon Panos Dabağyan* bahis mevzu ahdin Surp-Hagop Manastırı Katedrali'nin duvarlarından birinde günümüze kadar ulaştığını iddia eder. Dabağyan'a göre Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in vefatından iki sene evvel Ermenilere resmî haklar tanınmıştır ve 6 yıl sonra (638) Kudüs Ermeni Patrikliği tesis edilerek gayrı müslimler bu patrikliğe tâbî kılınmıştır.(1) Diğer bir rivayete göre bahis mevzuu "amanname" Kudüs Yakubî (Süryani) Kilisesi'ndedir. Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'den sonra gelen halifeler bahsolunan ahidnamelere uymuşlar ve bu "gelenek" Osmanlı'ya kadar, doğrusu "Türkiye Cumhuriyeti" kurulana dek uzanmıştır... Bu mevzu dâhilinde Dabağyan alaka çekici bir tarihî hâdiseyi anlatarak 1809 senesinde İstanbul Rumları'nın Kudüs Ermenilerine ait "Surp-Hagop Manastırı'nı ele geçirmeye çalışmışlar ancak sözkonusu ferman Rum oyununu bozmuştur" diyerek "amanname"nin kıymeti ve tarihî geçerliliğine dikkat çeker...(2)

Üstad Necip Fazıl'ın, İslam'ı tahrif etmeye çalışmasından ötürü "Baidullah" diye nitelediği Prof. Dr. Hamidullah ise “El-Vesaiku's-Siyasiyye” isimli kitabında Yakubiler'e (Süryaniler) verilen bir ahidname benzerinin Ermenilere de verildiğini, bu "amanname"yi Erzurum İslâmî İlimler Fakültesi Kütüphanesi'nde (bugünkü ismi Atatürk Üniversitesi İlahiyat'tır ve ismi gayet ironiktir) gördüğünü söyler. Bu arada Yakubiler'e verilen "amanname"nin Mardin Deyrulzafaran Manastırı'nda bulunduğunu ekleyelim.

Şimdi burada bir parantez açarak bir hususu hatırlatalım ki, görüldüğü üzere Gayr-ı Müslimler Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in verdiği ahidnameleri hem tarihî ve hem de hukukî olarak kabul etmektedirler ki bu durum, bir yönüyle Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in "El Emin" sıfatının mucizesini, diğer yönüyle de esasında mevcut arızaların "tebaa" sayılan Gayr-ı Müslimler'den değil bunları kışkırtmak isteyen Hıristiyan görünümlü dinsiz Batıcılar'dan geldiğini gösterir... Bunun yanında Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in Gayr-ı Müslimlerce "ahdine sadık" olarak görülmesi ve biz Müslümanların bırakılan emanetler hususunda maalesef gayet lakayıt bir hâlde bulunduğumuz da mevzu bahis "amanname"ler etrafında gözüküyor...

Bunun yanında kısaca bilgilendirelim ki, İstanbul'un Fethi'nde Kudüs Baş Patriği'nin Fatih Sultan Mehmed'e sunduğu Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'in Ahidnamesi, Tur-u Sina'daki Aziz Katerina Kilisesi' arşivindeki ahidname ve Mardin Kırklar Kilisesi'ndeki ahidname nüshaları da bulunmaktadır.

Büyük Selçuklu Devleti ve Ermeniler

Türklerin Anadolu'ya akın yapmaya başladıkları 1015-1017 yılları sırasında Bizans İmparatoru II. Basileios (976-1025) Vaspurakan Ermeni Beyliği'ni işgal ederek 14.000 (sadece erkeklerin sayısı 14.000'dir, toplamda 50.000) erkek nüfus ile beraber kadın ve çocukları Sivas, Kayseri ve Fırat bölgesine sürmüş, göç etmeye zorlamıştır. (1915 Tehciri meselesinin gündemde olduğu şu sıralar, kendi tarihi boyunca Osmanlı'dan başka her devlet ve milletten zulüm görmüş Ermeniler'in özellikle Bizanslılar tarafından kendilerine yapılan hiçbir zulmü ve sürgünü hatırlamamaları, esasında bugün Ermenilerin hâdiseleri değerlendirirken kendi tarihlerinden ne kadar da kopuk bir şekilde davrandıklarını gösteriyor. Nitekim Bizans'ın Ermenilere uyguladığı politikalar Osmanlı'nın tehcir'ini aratan, soykırıma kadar varan bir yapıdadır.) II. Basileios'un Ermenileri sürgün edip Bizans’a bir nevi yeni havza açmasının sebebi, Müslüman Türkler'in önünü keserek ilerleyişlerini durdurmaktır. Nitekim Bizans İmparatoru II. Basileios "doğu hudutlarını emniyet altına almak ve İslam ülkelerine doğru genişletmek siyaseti gereğince doğudaki küçük Ermeni prenslik ve krallıklarını ortadan kaldırarak, Ermeni halkını Orta Anadolu ve Sivas’a zorunlu iskân etmiş, Bizans sınırlarını Azerbaycan ve Kafkasya’ya kadar genişletmiş"tir.(3) Ermeniler, tarihleri içerisinde en büyük zulüm ve işkenceleri Bizanslılar'dan görmüşlerdir. Ermeni tarihçi Urfalı Mateos** "Vekayinâme" isimli bilinen tek eserinde Ermenilerin gördüğü zulmü şu hiddetli cümleyle anlatır "Roma Dükü, Bizans İmparatoru büyük bir ordu ile beraber, Ermenistan’a yürüdü. Hıristiyanların üzerine atılıp onları kılıçtan geçirdi ve esaret altına aldı. O zehirli bir yılan gibi her yere ölüm getirdi ve böylelikle dinsiz milletlerin yerini aldı."(4) Türkleri "kurt"a benzeten Mateos, Bizanslılar'ın Ermenilere mezheplerini değiştirmek için yaptıkları baskının yanı sıra, Selçuklu Türkleri'nden nasıl çekindiklerini de alâka çekici bir şekilde anlatır: "Bizanslılar muharebe ve kahramanlık sahasından nefret ederek, Ermeni mezhebinin tetkiki ile uğraştılar ve Allah’ın Kilisesi’nin içinde kargaşalık ve kavga çıkardılar. Onlar, Türklere karşı harp etmekten kaçınıyorlar, fakat hakiki Hıristiyanları inançlarından döndürmek için büyük gayret sarfediyorlardı. Bizanslılar bu gayretleri ile bütün Ermeni prens ve kumandanlarını doğudan çıkarıp, kendi memleketlerinde ikâmet etmeye mecbur ettiler. Kaçmağı kendileri için bir zafer sayan ve kahramanlık addeden bu Grekler, kurtu görür görmez kaçmağa başlayan kötü çobanlara benzediler."(5)

Soma Linyit Lisesi Tarih Öğretmeni Rahime Özerdem'in tesbitiyle "Anadolu'daki Ermeni nüfûsun büyük ölçüde Bizans'ın uyguladığı tehcir sebebiyle" Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyetindeki bölgelere dağıldığını-yerleştiğini de yukarıda izah ettiğimiz sebeblerden ötürü rahatlıkla söyleyebiliriz. Elbette bu durum, zamanın hâkim güçlerinin politikalarına göre tabiî olarak gerçekleşmiş ve sonrasında anlatacağımız sebeblerle de Ermeniler bulundukları bölgelerin aslî unsurlarına intibak ederek yaşadıkları yerleri vatanları saymışlardır. Nitekim, Aylık Dergisi'nin  2015 Nisan sayısında bu durumu şu ifadelerle anlatmaya çalışmıştık: "Ermeniler yetenekli yapılarını hâkim unsura dâhil ederek varlıklarını sürdürme yolunu tutmuşlardır. Bu bakımdan Ermenilerin birbirilerine bir toprak-vatan hissiyatından daha çok gelenek, dil ve dînî hususlarla bağlı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz."(6) Selçuklu Türkleri'nin bölgeye yaptıkları akınlar 1028'den sonra sıklaşmış ve Ermeniler ile Türklerin münasebetleri de bu sıralarda başlayarak aralarında ciddi yakınlıklar doğmuştur...

Sultan Alp Arslan'ın "Asla Zaptedilemez" Ani Kalesi'ni Fethi: 1064

1071 tarihi ve Malazgirt Meydan Muharebesi yerinde bir şan ile pek meşhur olsa da, bu muharebeye yol açan hâdise Ani Kalesi'nin (bugünkü Kars) Sultan Alp Arslan tarafından 16 Ağustos 1064’de fethedilmesidir. Burası "Anadolu'nun Doğu Kilidi" olarak bilinir ve stratejik olarak mühim bir mevkidedir; Yrd. Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu "Ermeni, Bizans ve Türk Hakimiyetinde Ani" isimli çalışmasında Ani'nin (Kars'ın) önemini şöyle anlatır: "istilâlar yolu üzerinde bir kapı olan Kafkasya’nın fethi ile, bu bölge Türk hakimiyeti altına alınmakla kalmayacak, gelecekte Anadolu’ya yapılacak akınlara da yol açılmış olunacaktır. Nihayet böylesine sistemli, planlı ve programlı olarak başlatılan, fakat aralıksız yıllarca devam eden akınların tek gayesi Kafkasya’yı Bizans’tan koparmak ve onu Türk Yurdu haline getirerek asıl hedef olan Anadolu ve Bizans topraklarının fethinde üs olarak kullanmaktı."(7)

Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun kurulduğu (1040) dönemlerde Bizans İmparatoru Mikhail 1042 yılında Ani'yi almak için aynı yıl içerisinde iki sefer düzenlese de muvaffak olmadı. Hatta son seferinde Ermeniler tarafından büyük bir bozguna uğratıldı... 1044 yahut 1045 yılına gelindiğinde ise "Bizans Entrikası", "Bizans Oyunu" deyimlerine eş bir kurnazlıkla Bizansa davet edilen Ermeni Kralı II. Gagik orada tutularak çıkmasına müsade edilmedi;  Ermenilere ihanet ederek Kapadokya tarafında iki yerleşim yerini Ani karşılığında alan Gagik, Ani şehrinin anahtarını Patriği Bedros aracılığıyla Konstantinopolis’e teslim eder.. Urfalı Mateos Ermeni Kralı II. Gagik için "İmparator, Gagik’in Ani’yi görmesine bir daha asla izin vermedi. Gagik’e gelince bir sürgün gibi hain Grek milletinin arasında yaşadı” der... Bizans İmparatoru Momomakhos (1042-1055) Ani Ermeni kralı II. Gagik’i önce İstanbul’a sonra da Kayseri’ye gönderir. Kayseri ve Maraş’a bağlı Göksun civarında bir müddet kalan II. Gagik, Grek beyleri tarafından öldürülür... 1045 yılında Ani'yi zapteden Bizans bazı zamanlarda yüzbin olarak ifade edilen Ani'deki Ermeni nüfûsunun kendisine karşı kuvvet bulmaması için azaltmış, ağır vergiler koymuş, din adamlarını hapsetmiş, çeşitli baskılarla dinlerini değiştirmeye zorlamış ve zorunlu göç başta olmak üzere bir çok Ermeniyi katlederek soykırım yapmıştır. Yine bu sıralar birçok Ermeni ya göçe zorlanmış yahut da kendi arzularıyla başka bölgelere (Anadolu'nun iç taraflarına) gitmek zorunda kalmıştır. Önemli bir not olarak eklemek gerekiyor ki yukarıda İmparator II. Basil zamanında Ermenilerin zorunlu göçe tâbi tutulduğunu söylemiştik; hatırlanacağı üzere Anadolu'nun iç kısımlarına giden bu Ermenilerin sayısı yaklaşık 50.000'dir. Şu esnada bu hususu hatırlatmamızın sebebi, sonraları kurulucak olan Kilikya Ermeni Baronluğu bütün nüfûsunu bu tehcir ve göçlerle sağlamıştır. Doç. Dr. İlyas Gökhan bu mevzu hakkında şu toparlayıcı tesbiti yapar: "1064’ten itibaren Türklerin Orta Anadolu’yu fetihleri ile birlikte Ermeniler buraları terk edip Toros dağlarına çekileceklerdir. 1045’lerden itibaren Türklerin Doğu Anadolu’ya girmesiyle birlikte Anadolu’nun iç kesimlerine yapılan Ermeni göçleri hızlandı. Bu göçler ile Bizans İmparatorluğunun muhtelif yerlerine dağılan Ermenilerin bir kısmı Halep ve Toroslar tarafına çekildiler. Ayrıca Ermenilerin bir kısmı da Bizans baskısından dolayı kendiliklerinden bu bölgeye göç etmişlerdi. İşte bu göçler ve zorunlu tehcir, Kilikya Ermeni Baronluğu’nun kurulmasında en büyük etkendir.

1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra da Bizanslılar, Türklerle yakın ilişkiler içinde bulunan Ermenileri Orta Anadolu’ya tehcire devam ettiler. Bu sırada başlayan I. Haçlı Seferi, Ermenilerin yararına oldu. Onların yardımıyla Ermeniler, Kilikya Bölgesine inerek, buradaki Türk ve Bizans topraklarını ele geçirip, Ermeni Baronluğunu kurdular."(8)

Selçuklular'a karşı ayrıca silahlı bir Ermeni kuvvetinin varlığından rahatsız olan Bizansın, böylelikle mevcut gücü kazanmak yerine azaltarak esasında korktuğunun, yani Selçuklu Türkleri'nin saldırısına uğramanın yolunu kendi eliyle açmak basiretsizliğinde bulunduğunu görüyoruz. Demek ki, liderlik, kendinde bir güç vehmedip sağa-sola saldırmak değil, konjonktürü iyi okuyup gerekli tedbirleri almakla ve gerekirse liderlik vasıflarına sahip insanlara tâbi olmakla da mükellef olunan bir konum...

22 Şubat 1064'te Kafkasya seferine çıkan Sultan Alp Arslan Arpaçayı önüne kadar gelerek Ani'yi kuşatmış ve Bizans'ı burada mağlup ederek "Anadolu'nun Doğu Kilidi" Ani Kalesi'ni (Kars Kalesi) fethetmiştir... Bu büyük fetih İslam Dünyası'nca sevinçle karşılanmış ve kendisine halife tarafından "Ebul-feth" ünvanı verilmiş, her yere fetihnâmeler yollanmış, bu zaferle birlikte Bizans İmparatorluğu Sultan Alparslan ile anlaşmak zorunda kalmıştır... Selçuklu Sultanı Alp Arslan Ani'deki ilk Cuma namazını Büyük Katedral'den camiye çevrilerek ismi "Fethiye Camii" yapılan yerde kılmıştır... Kral I. Gagik'in eşi Katranide tarafından 1001 yılında yapılan bu eser, zamanın tanınmış mimarlarından ve İstanbul Ayasofya Camii'nin kubbesinin tamiratını da yapan Trdat tarafından inşaa edilmiştir... Mühim bir husus olarak şu iki anekdotu bu esnada aktaralım:

Birincisi, Anadolu'daki ilk cami Antakya'da bulunan Habib-i Neccar Camii'dir; Hazreti Ebû Bekir'den sonra Halife olan Hazreti Ömer'in komutanlarından ve meşhur sahabîlerden Ebu Ubeyde Bin Cerrah tarafından 636 yılında, fethedildiği dönemde fethin simgesi olarak, Habib-i Neccar ve Hazreti İsa’nın iki havarisinin mezarının bulunduğu yerde, bir cami inşa edilmiştir. Habib-i Neccar, Hazreti İsa'nın havarileri Yahya, Yunus ve Şem'un-Sefa'yı*** görüp hak dine inanan bir Antakyalıdır. Batılı kaynaklarda "Yahya Yunus ve Şem'un" sırasıyla "Yuhanna, Pavlos ve Petrus" diye bilinir ve bu isimlerle anlatılır... Bu cami Anadolu'ya sahabiler eliyle yapılmış ve bir nevii İslâm bu topraklara bu cami ile mühürlenmiştir... İkincisi ise, birinci hususu bize anlattıran, mevzumuz dâhilinde olan ve Türkler eliyle Anadolu'ya yapılan Ani'deki ilk cami Ebul Manucehr (1072-1086). Selçuklular zamanında Anadolu'da kurulan ilk Türk camisidir... Kars ilinin Arpaçay ilçesindeki Ani antik şehri içinde bulunan cami Seddatoğulları'ndan Ebu Süca Manucehr tarafından yaptırılmıştır.(9)

Hikâyesi ayrı bahis Bizans semalarında, o sıralardaki (717) ismiyle Konstantinapolis'te ilk ezan sesinin yükseldiği yer ise Arap Camii'dir...****

Sultan Alp Arslan'ın Ani'yi fethi Ermeniler ile Müslüman Türkler arasındaki ilk ciddi ve yakın ilişkiyi doğurmuş, Ermeniler Alp Arslan'ın yağma yapmaması, Ani'de hiçbir yeri tahrip etmemesi ve dinlerinde onları serbest bırakmasından çok etkilenmiştir; Büyük Selçuklu hükümdarı Alp Arslan Ani'nin yönetimini, Selçuklular adına sürdürmesi için Emir Manuçehr'e bırakmıştır. Doğrusu, Sultan Alparslan Ani’yi, Dvin Emiri Şeddadlı Ebu’l Esvar’a bırakmış, Esvar yaşlı olduğu için oğlu Manuçehr Bey Selçuklulara bağlı olarak Ani’yi yönetmiştir. Böylece Ani’de Selçuklulara bağlı olarak Şeddadlı yönetimi kurulmuştur...  Ani Fethi'nin neredeyse Malazgirt Zaferi kadar önemli olduğunu söylemiştik; çünkü Ani için bütün kaynaklar "asla zaptedilemez" demişler ve Sultan Alp Arslan bu "mit"i yıkarak Müslüman Türkler'in birçok sahada ehliyet sahibi olduğu gibi harp sanatında da ne kadar mahir olduğunu tüm dünyaya göstermiştir... Bizansın sert pençeleri altında hayat hakkı bulamayan ve şartların ağırlığı altında inleyen Ermeniler Sultan Alp Arslan'ın bu önemli fethiyle hem ilk defa Türklerle bu kadar yakınlaşmışlar ve hem de tarihleri boyunca görmedikleri bir rahatlığa ermişlerdir... "Şeddadlı Beyi Manuçehr (1064-1110), Ani’nin yıkılan surları ve yapılarını onartmış, saray, cami, kervansaray ve su yolları gibi yeni yapılar inşa ettirmiştir. Böylece şehir canlı ticarî hayatına kavuşmuş, hem Müslüman hem de Hıristiyan Ermenilerin rahat yaşadıkları bir kent olmuştur."(10)

Ermeni tarihçi Asoghik, Müslüman Türklerin Anadolu'ya gelişleriyle Ermenilerin rahat ve huzura kavuştuğunu söyler; keza birçok tarihçi Ermeniler İçin Altınçağ'ın Müslüman Türklerle başladığı hususunda ittifak etmişlerdir. 

Malazgirt Meydan Muharebesi ve Ermeniler

Malazgirt Meydan Muharebesini doğuran sebeblerden belki de en mühimi yukarıda belirttiğimiz üzere  Sultan Alp Arslan'ın "asla zaptedilemez" denilen Ani Kalesi'ni fethetmesiydi; böylelikle bölgede yaşayan unsurlar Müslüman Türklerin adaletini, merhametini, alicenaplığını görmüşler ve Bizansın zalim yönetiminden daha da nefret eder hâle gelmişlerdir. Müslüman Türklerin bu vasıflarını diğer unsurlar gibi Ermeniler de görmüşlerdir. Böylelikle Bizansın zulmüne çok uzun yıllardır maruz kalan ve Bizans nefreti tabiri caizse genlerine yerleşen Ermeniler bu mevzuda daha keskin bir hâle gelmişlerdir. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devleti'nin bölgedeki varlığı Bizans İmparatorluğu'nu tarihi boyunca ilk defa çok ciddi bir şekilde yaşadıkları bir rahatsızlığa sevketmiştir. Müslüman Türklerin "İlay-ı Kelimetullah" mucibince yayılmacı bir kimliğe sahip olmaları, Anadolu'nun içlerine doğru göç edip yeni yurtlarında hayvancılık ve tarımcılıkla uğaşmaları bölgeye ticârî olarak da yeni bir hareketlilik kazandırmış, bunun yanında diğer unsurlarla içli-dışlı olarak yeni münasebetlerin doğmasına vesile olmuştur... Tüm bu gelişmelerin yanı sıra askerî ve siyasî hareketlilikte bu gelişmelere eş değer nitelikte ilerlemiştir:

"1060'lar süresince Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan Türk müttefiklerinin Ermenistan ve Anadolu'ya doğru göç etmesine izin verdi ve Türkler buralarda şehirlere ve tarım alanlarına yerleştiler. 1068 yılında Romen Diyojen Türklere karşı bir sefer düzenledi, fakat Koçhisar şehrini geri almasına rağmen Türk atlılarına yetişemedi. 1070 yılında Türkler (Alparslan komutanlığında), günümüzde Muş'un bir ilçesi olan Malazgirt'te Manzikert (Bizans dilinde Malazgirt) ve Erciş kalelerini ele geçirdi. Daha sonra Türk ordusu Diyarbakır'ı aldı ve Bizans yönetimindeki Urfa'yı kuşattı. Ancak alamadı. Türk Beylerinden Afşin Beyi de güçleri arasına katıp Halep'i aldı. Alp Arslan Halep'te konaklarken Türk atlı birliklerinin bir kısmına ve Akıncı Beylere Bizans şehirlerine akınlar düzenlemesine izin verdi. Bu sırada da Türk akınlarından ve son gelen Türk ordusundan çok rahatsız olan Bizanslılar tahta ünlü komutan Romen Diyojen'i çıkardılar."(11)

Bölgedeki Müslüman Türk varlığına bir son vermek, esasında Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na bir son vermek için Bizanslı meşhur komutan Romen Diyojen 200.000 kişilik bir ordu kurarak Sivas'a doğru hareket etti; Ermeni tarihçi Edassalı Matta, Diyojen'in ordusunun 1 Milyon kişiden oluştuğunu söyler. Esasında Bizans'tan çıkan ordunun ara bölgelerde kendini toparlamasından dolayı bu rakamın tarihçiler tarafından farklı telaffuz edilmesi doğaldır... Bizans ordusu düzenli Rum ve Ermeni birlikleri dışında ücretli Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü, Uz, Peçenek, Kıpçak'lardan oluşuyordu. Bizans ordusundaki Uz, Peçenek ve Kıpçaklar İslâmiyeti kabul etmemiş olan Türklerdendi... Bu büyük ordu Sivas'a geldiğinde bölgedeki halk sevinçle karşıladı ve Ermenilerin bölgedeki faaliyetlerinden şikayette bulundular. Bunun üzerine İmparator Diyojen Ermenilerin mahallerini yıktırıp bir çok Ermeniyi öldürdü, önde gelen Ermeni liderlerini sürgün etti. (Tekrar tekrar hatırlatalım: "Ermeni Meselesi"ni "1915"e indirgeyen ve bütün meseleyi bir torbaya atıp tahrif edici zihin algılarıyla mevzuyu hiç edenlerin karanlığa gömmeye çalıştıkları tarihî hakikatler bunlar.)

Mevzumuzdan kopmamak adına ana hatlarıyla "Malazgirt Meydan Muharebesi"ni ve Ermeniler ile alakasını anlatalım:

Sultan Alp Arslan İmparator Diyojen'in İsfahan'a (bugünkü İran)***** girmek ve Büyük Selçuklu Devleti'nin hakimiyetine son vermek niyetinde olduğunu anlayarak Erzen, Bitlis yolundan Malazgirt'e varan Alp Arslan komutanlarıyla savaş taktiklerini görüşmek için Savaş Meclisini topladı...

Bizans Ordusu'nun 200.000 kişilik gücüne mukâbil 40.000 civarındaki askeriyle Sultan Alp Arslan 26 Ağustos Cuma sabahı Malazgirt'le Ahlat arasındaki Malazgirt ovasında karşılaştılar... Tafsilatı ayrı bahis Sultan Alp Arslan ve erleri IV. Romen Diyojen'in kendilerine göre devasa kuvvet ve teçhizatla kuşanmış ordusunu darmadağın etmiş ve tarihin gördüğü büyük zaferlerden birisini kazanmıştır. Bu savaştaki onlarca mühim ayrıntının yanında şu iki husus mevzumuz ile alakalıdır: birincisi, Bizans Ordusu içerisindeki Türkler, Müslüman Türk Ordusu Kumandanları'nın emirlerinden etkilenerek taraf değiştirmişlerdir. İkincisi ise, yine Bizans Ordusu içerisindeki düzenli Ermeni birlikleri savaşmayı bırakarak Diyojen'i terk etmişlerdir. Grandük Notoras'ın İstanbul'un Fethi'nden evvel söylediği "şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim" demesi gibi, Ermeniler zalim Bizans yerine adaletli Alp Arslan'dan yana tavır koyarak muharebe meydanını terk ederek Müslüman Türklere bir nevî dolaylı yardımda bulunmuşlardır. Esasında bu kararlarında Bizans Ordusu'nun bozguna uğraması gibi bir faktör bulunsa da mevzuyu sadece buna bağlamak sanıyoruz yanlış olur; nitekim Ani'nin fethiyle Anadolu'nun içlerine doğru yayılan Müslüman Türklerin adaletle maruf şöhretinin Bizans'taki Ermenilere ulaşmış olmasının Ermeniler’in tarihleri boyunca Bizans’tan nefret etmelerinin de bu durumda bir katkısı olduğu muhakkak...

Bu savaş ve sonrasında Anadolu'nun kapılarının Müslüman Türklere tamamen açılmış olması, ileride gelişecek olan Müslüman Türkler-Ermeniler ilişkisi açısından da büyük önem arzetmektedir.

Selçuklu Sultanı Melikşah Dönemi ve Ermeniler

Müslüman Türkler ile Ermeniler'in ilişkileri en çok Sultan Melikşah döneminde gelişmiştir. Birçok Ermeni tarihçi Sultan Melikşah'tan büyük bir övgü ve hürmetle bahsederler... 1071'den bir kaç yıl sonra Selçuklular bölgede hâkimiyetlerini iyice sağlamış olarak Marmara sahillerine kadar uzanan bir etki sahasına ulaşmışlardır... 1071'den sonraki elli yıl içerisinde Anadolu coğrafyası'nın yarısının Müslüman Türklerden oluştuğunu söylersek Selçuklu Türkleri'nin nüfuz sahasının genişliği anlaşılabilir...

Sonraki dönemlerde Ani Ermeni Başpiskoposu Barseğ'in başı çektiği bir heyet İsfahan'a giderek Sultan Melikşah'ın huzuruna çıkmış "vergilerin azaltılması, kilise, manastır ve ruhanilerden vergi alınmaması" hususlarında ricalarda bulunmuşlardır. Sultan Melikşah, kendisinden istenen hususlar hakkında yardımcı olmuş, emirlerinin uygulanması için Azerbaycan Valisi Kutbeddin İsmail'i görevlendirmiştir. Kutbeddin İsmail, vergileri kaldırmış, bölgede imar faaliyetlerine girişmiş, Ermeni kilise ve manastırlarını da Selçuklu Devleti'nin himayesine alarak Müslüman Türklerin adalete ne kadar ehemmiyet verdiklerini göstermiştir... Sultan Melikşah, Ermeniler hakkındaki "amanname"yi, hazırlattığı fermanı Ani Ermeni Başpiskoposu Barseğ'e vermiştir...

Ermeni tarihçi Urfalı Mateos ise Sultan Melikşah Dönemi'ndeki Ermenilerin durumunu şöyle anlatır:

"Melikşah’ın saltanatı Allah’ın lütfuna mahzar oldu. Hakimiyetindeki uzak ülkelere kadar yayıldı ve Ermeniler’e huzur verdi. Dünyanın hakimi Melikşah, sayısız askerlerden mürekkep ordusu ile Romalılar’ın memleketlerini fethe girişti. Kalbi Hıristiyanlığa şefkatle dolu idi. Geçtiği ülkelerin halkına bir baba gibi davrandı. Bir çok şehir ve vilayet kendi arzusu ile onun idaresine girdi. Bütün Ermeni ve Rum beldeleri onun kanunlarını tanıdı"(12)

Türklerin Anadolu'daki hakimiyeti ile Bizans ile Selçuklu arasında kalan ve nispeten dağılan Ermeniler bir süre sonra 1077'de Bizans tarafından Maraş valiliğine tayin edilen Ermeni asıllı Vahram etrafında birleşerek yeni bir prenslik daha kurmuşlardı. Tarsus, Anavarza, Andırın, Göksün, Elbistan'dan başka Besni, Samsat ve Hısn-ı Mansur'u (Adıyaman) ele geçiren Vahram Selçuklu Sultanı Melikşah'a itaatini bildirerek Müslüman oldu. Fakat kısa bir süre sonra vefat etmesi orada bütünleşecek ve Müslüman Ermenilerden müteşekkil olacak olan bir prenslik olmasını durdurdu...

Bölgedeki Ermeniler Sultan Melikşah Dönemi'nde Kilikya Ermeni Baronluğu altında birleşerek Çukurova bölgesinde ağırlıklı bir nüfûs oluşturmuşlardır...

Selçuklular Dönemi'nin Sonuna Doğru Ermeni İlişkileri

Bu dönemin sonuna doğru belirli tarih aralıkları ile Ermeni kral ve beylikleri (Selçuklu'nun zayıflamasını fırsat bilerek) Haçlılar ile ittifak yaparak Haçlı seferlerine destek vererek Ermeni milletini arkalarından yürütmüşler ama muvaffak olmak bir yana, neticesinde kendilerine daha önce Bizanslılar tarafından verilmeyen din, ticaret ve hayat haklarına mukabil kendi küçük krallık ve prensliklerini de kaybetmişlerdir. Topluca söylediğimiz bu hükmü tarihleriyle ve ufak notlar ile aktaralım:

6 Şubat 1098: Ermeniler Haçlılar ile işbirliği yaparak Selçuklu Valisi Ermeni Thoros vasıtasıyla Urfa'yı Haçlılara vererek Haçlı Kontluğu kurulmasına sebeb olmuşlardır.

28 Haziran 1098: Ermeniler, Ermeni Firûz aracılığıyla Antakya'yı Haçlılara teslim ederek Haçlı Kontluğu Prinkepsliği'nin kurulmasına sebeb oldular.

1113: Urfa Haçlı Kontluğu, Urfalı Ermenilerin arazilerine el koydu.

1154: Ermeni Prensi II. Toros, Bizans'ın hakimiyetine giren Çukurova'yı tekrar geri aldı; Selçuklu'ya tâbi olmasına mukâbil hızını alamayarak Selçuklu topraklarına da saldırdı.

1155: Sultan I. Mesud Selçuklu topraklarına saldıran Ermeniler üzerine yürüyünce Ermeni Prensi II. Toros savaş yapmadan tekrar Selçuklular'a tâbi oldu.

1180: III. Rupen Kilikya'ya gelen Türkmen çobanları katletti; 10.000 çadır halkından oluşan Türkmenler Kilikya'da hayvanlarını otlatmak için izin almışlarsa da III. Rupen bir çoğunu katletti, bir çoğunu esir aldı, hayvanlarını sürdü. Selçuklu Hükümdarı II. Kılıçarslan'ın ricasıyla Sultan Selahhaddin Eyyûbî Ermeni topraklarına girdi fakat  III. Rupen aman dileyerek barış istedi, Türkmen esirleri serbest bıraktı, çok miktarda para göndererek barış sağladı.

1198: Katolikliği kabul etmesi karşılığında Haçlılar ile ittifak yapan II. Leon Kilikya Ermeni kralı oldu, taç giydi. Aynı sene Türklerden 72 kaleyi zaptederek aldı.

1199: Torosları aşarak II. Leon komutasında Ereğli ve Kayseri’ye kadar gelen Ermenileri, II. Süleyman Şah, Ermeni Oşin ile anlaşarak Toroslara kadar sürdü... II. Leon tekrar Selçuklu'ya tâbi oldu ve vergi vererek Selçuklular adına sikke kesmek zorunda kaldı. Kilikya'da Süleyman Şah adına para basılmıştır.

1206: Kilikya Ermeni Kralı II. Leon tekraren Selçuklu tâbiiyetinden ayrıldı ve Selçuklu topraklarına saldırarak Türk köylerini yağmaladı, esir aldı. 

1208: I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Selçuklu topraklarına saldırmayı adet edinmiş II. Leon üzerine sefere çıkar ve Ermenileri mağlup ederler; netice, Ermeniler Nilüfer'in bir şarkısındaki gibi "yine yeni yeniden" Selçuklular'a tâbî olurlar...

1210: II. Leon bir filmin tekrarı gibi bu sefer de "Türklerden kendilerini korumaları" için Silifke'yi Haçlılara verdi; bunu da Hıristiyanların Papa'sına tasdik ettirdi.

1215:  II. Leon'u durdurabilene aşk olsun; defalarca söz vermesine mukâbil tekraren vergi vermeyi bırakan, üstüne üstlük bir de Selçuklu kalelerine saldıran Kilikya Ermeni Kral'ı II. Leon'a karşı I. İzzeddin Keykâvus harekete geçti ve 1216'da Ermeniler bir kez daha mağlup oldu  II. Leon kaçtı. Bir hafta arandı ama bulunamadı.

1215-1216: Ermeni Kral II. Leon'un iktidar ve mağlubiyet hırsını anlayabilene aşkolsun;  II. Leon bu seferde Ulukışla, Ereğli ve Karaman civarında ortaya çıkarak Selçuklu toprağı olan bu şehirleri işgal etti. Sultan İzzeddin Keykâvus bahis mevzu yerleri geri alarak Ermenileri yine mağlup etti; II. Leon ise yine kayıplara karıştı...

1216: Artık bu gel-gitlere bir son vermek için Selçuklular, Maraş dolaylarından yola çıkarak bütün Kilikya'yı ele geçirdiler ve Ermenileri büyük bir bozguna uğrattılar, ileri gelen ve Ermenileri Selçuklular'a karşı kışkırtan baronlar esir edildi. II. Leon yine bir hafta aranmasına rağmen bulunamadı...

1218: Kilikya Ermeni Kralı II. Leon iki sene sonra ileri gelen baronları olmamasından ötürü İzzeddin Keykâvus ile barış yapmak için aman diledi; altın, gümüş, at, cariye ve birçok hediyelerle elçi yollayarak barış istedi. Sultan İzzeddin Keykâvus, II. Leon'un hak ettiği ağır şartlarla ve bir fermanla ona Kozan Kralllığı'nı verdi. 1219'da ise Leon ölerek yerine kızı İsabbelle geçti.

1243: Moğollar ve Selçuklu arasındaki savaş neticesinde Kösedağ bozgunu Selçuklu Devleti için büyük bir felâketin başlangıcı olmustur. Bu bozgun ile artık yıkılma dönemine fiili olarak giren Selçuklu'nun otoritesinin zayıflaması Ermenileri Haçlılar ve basiretsiz liderler eliyle manipule edilmeye açık bir hâle getirmiştir.

1246: Ermenilerin sözlerini tutmamaları ve Selçuklu topraklarına saldırarak katliam yapmalarından ötürü Çukurova'daki Ermeniler üzerine yürüyen Selçuklular ile tekrar anlaşma yapıldı ve yine yeniden tekrar Ermeniler Selçuklular'a tâbî oldu...

Sonraki dönemlerde Selçuklular her ne kadar devlet olarak bölgede var olsalar da güçlerini iyice kaybetmeleriyle Müslüman Türkler bölgedeki varlıklarını beylikler olarak sürdürmüşlerdir...

1266-1275 yılları arasında ise Memlûk saldırıları neticesinde Ermenilerin bulunduğu bölgelerin çoğu yıkıma uğramıştır...

1297: Ermeni Kralı Simpat Memlûklular'a saldırınca cavabı ağır olmuş ve Memlûklular tarafından Ermeni toprakları yağmalanmıştır.

1321: Moğolların Anadolu Valisi Timurtaş Çukurova'ya girmiş, Ermeni bölgesini yakmış, yıkmış ve yağmalaşmıştır.

Netice:

Netice olarak, Ermeniler XI. yüzyılın başlarında bir azınlık olarak ve Bizans zulmü altında siyâsî, ekonomik ve dînî hiçbir salahiyetleri olmaksızın, bilakis bu mevzularda aşırı bir şekilde işkence ve baskı görürlerken Selçuklular ile büyük bir rahata ermişler ve iki millet biribirleriyle ilk ciddi yakınlaşmalarını bu dönemde yaşamışlardır. Türkler ile Ermenilerin ilk ciddi yakınlığının temellerinin bu dönemde atıldığını söylemek yanlış olmaz; nitekim Osmanlı'da daha da ileriye gidecek bu yakınlığın Selçuklu dönemindeki bu ilişki ağlarının irdelenmeden anlaşılmaya çalışılması eksik çıkarımlar elde edilmesine sebeb olacaktır. Nitekim birçok tarihçinin Selçuklu-Ermeni ilişkileri için söylediği "Ermenilerin Altınçağı'nın başlangıcı" tesbiti, sadece bir tesbit olmaktan öte, bugünkü Ermeniler için iki yüzyıllık bir tarih döneminin yeniden irdelenerek tekraren anlaşılması gereken bir safhasıdır. En son bölümde tarihleriyle kısa kısa aktardığımız hâdiselerden de anlaşılacağı üzere, Ermeniler Bizans zulmünden kurtulmalarına ve eskisine nazaran çok çok iyi şartlara ermelerine mukâbil Selçuklu Dönemi'nde basiretsiz liderler eliyle her defasında içinden çıkılması zor durumlara sürüklenmişlerdir. Bölgedeki Selçuklu varlığının zayıflaması sadece Müslüman Türkleri değil Ermenileri de etkilemiş, Selçuklu zamanındaki huzur ile geçirdikleri uzun yılları Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar bulamamışlardır. Selçuklu'ya intibak için her defasında iyi niyetle yaklaşan Ermeni halkına mukabil her defasında Haçlılar ve II. Leon gibi basiretsiz liderler eliyle kendilerini zor duruma sokan Ermeniler'in, millet olarak otoriteden doğan boşluk zamanlarında manipule edilmeye yatkın bir mizaçları olduğu söylenebilir. Bu sebebten, tıpkı bugünkü gibi her defasında Haçlılar'ın (Batılılar'ın) kullanageldiği bir unsur olmuşlardır. Tabiî ki söylediklerimiz bölgedeki bütün Ermenileri değil mevzu bahis Ermenileri kapsamaktadır; yine, tıpkı bugünkü gibi...

Dipnotlar:

1) Türkiye Ermenileri Tarihi, Levon Panos Dabağyan, İstanbul 2004, sayfa 19.

(2) A.g.e.

3) Ermeni, Bizans ve Türk Hakimiyetinde Ani, Yrd. Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu Ermeni Araştırmaları, Sayı 4, Aralık 2001 - Ocak-Şubat 2002.

4) Urfalı Mateos, Vekayi-namesi (952–1136) 

5) A.g.e.

6) Ermenilerin Tarihî Kökeni ve Osmanlı Devleti Dönemine Kadar Ermeniler, Fatih Turplu, Aylık Dergisi, Nisan 2015.

7) Ermeni, Bizans ve Türk Hakimiyetinde Ani, Ermeni Araştırmaları, Sayı 4, Aralık 2001 - Ocak-Şubat 2002,  Yrd. Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu.

8) Doç. Dr. İlyas Gökhan, Türkiye Selçukluları İle Kilikya Ermenileri

Arasındaki Siyasi ilişkiler, NEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 1 (2012) 70-108.

9) http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebul_Manucehr_Camii

10)http://www.thalassatours.com/rehber/Ani_harabeleri.html

11) http://tr.wikipedia.org/wiki/Malazgirt_Meydan_Muharebesi, Savaş öncesi durum.

12) Urfalı Mateos, Vekayi-namesi (952–1136)

Şerhler:

*Levon Panos Dabağyan "Bugün bir Türkiye-Ermenistan savaşı çıksa, kesinlikle Türk cephesinde yer alır ve Ermenistan'a karşı savaşırdım. Ermenistan'ın toprak taleplerinin arkasında, aslında bir Ermeni devleti kurmak değil, büyük İsrail'i gerçekleştirmek emeli yatmaktadır." diyecek kadar Osmanlı'nın politikalarına aşina ve mevzu bahis bölgeyi tanıyan bir tarihçidir.

**XI. ve XII. yüzyıllarda Anadolu coğrafyasında yaşamış olan Ermeni müellifi Urfalı Mateos,  Anadolu Selçukluları hakkında malumat veren sayılı tarihçiler arasındadır. Mateos'un eserinden faydalanan birçok Ermeni yazar ondan bahsetmekten kaçınır. Çünkü birçok Selçuklu hükümdarından övgü ve minnetle bahseder.

*** Şemun yahut Şemsûn Hazretleri rivayetlere göre Hazreti İsa ile Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem efendimiz arasında yaşamış ve İncil ehlindendi. Hazreti İsa Aleyhisselama indirilen, henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi. Kavmiyse putlara tapardı. Şemun aleyhisselam, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir zât olan Şemun Hazretleri'ni düşmanları türlü hîlelerle şehid etmek istediler. Hangi bağla bağladılarsa, o bağı kırıp kurtuldu... İbn-i İshak'ın Kitabül Meğazi'sinde geçtiğine göre Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem “Geçmiş zamanda Şemun (Şemsûn aleyhisselam) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik.” dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; “Size verilen Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır (Bu gecenin sevâbı, bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur.)” buyurmuşlardır...

El Vahidi'ye göre Kitabül Meğazi'nin 486. sayfasında Hazreti Şemun'dan şöyle bahsedilir:

"Yaşadığı şehrin hükümdârı onu yakalatıp, köşkünün önünde asılmasını emretti. Bunun üzerine Şemun aleyhisselam, Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Dünyâda yaşamayı, kâfirlerle senin yolunda cihâd etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samîmîyse beni kurtar.” diyerek dua etti. O anda bir melek gelip bağı çözdü. Şem’un aleyhisselam kurtulunca, kendisine eziyet eden hükümdârı, adamlarını ve kendi hanımını cezâlandırdı. İnsanları hak yola dâvete devâm etti. Ona inanmayanlarla tek başına cihâd (harp) etti. Çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman Allahü teâlâ onun için taştan gâyet lezzetli bir su akıtırdı. Bu su o içip kanıncaya kadar akardı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti." 

****İstanbul’da ilk ezan sesinin yükseldiği yerdir. İstanbul’un Fethi için 717 yılında gelmiş olan Müslüman Arap kumandanlarından ve sahabe neslinden meydana gelen bir ordu başında Mesleme Bin Abdülmelik adındaki komutan; Galata’da Bizans semalarına ilk Ezan-ı Muhammedi sesinin yükseldiği bir Camii yaptırmış ve adına da "Arap Camii" denilmiştir.

*****Bugün İran müziği ve filmleriyle yakından alakalanan Müslüman Türk gençlerinin, mevzu bahis kültür-sanatın güzelliğinden etkilenirlerken, bunun esasında kendi milletlerinin kültür birikiminden doğduğunu bilmez bir şekilde "İran" hayranlığı beslemeleri trajikomiktir; çünkü, Emeviler başta olmak üzere İslâm kültürü'nün getirdiği zenginlikle gelişen, gerek Selçuklu ve gerekse Babür İmparatorluğu'nun bu bölgede hüküm sürmesiyle bölge ilim, irfan ve kültürde dünyadaki sayılı yerlerden birisi hâline gelmiştir... Fars Edebiyatı'nın en parlak olduğu dönemler Gazneli Mahmud'un hükümdarlık yaptığı ve bugünkü İran'ın bulunduğu bölgeyi hâkimiyeti altına aldığı dönemlerdir...  Zamanına göre pek etkili bir dil olmayan Farsça'nın zenginleştirilmesi yine Türkler tarafından himaye görmüş, bir çok Müslüman Türk şair ve ilim adamı hususiyetle bu dili kullanarak literatür haline getirmişlerdir. Bugün İran'ın neredeyse yarısının Türkçe bilmesi ve konuşması (İran Dışişleri Bakanı'na göre İran'ın yüzde kırkı) ne mânâya gelmektedir? Özellikle İran sineması ve müziği ile alakalanan gençlerin kendi kültür ve milli yapılarını bilmeden -çok özür dilerim ama bunu söylemeliyim- budala bir hayranlıkla İran sevgisi beslemeleri, söylediğimiz gibi trajikomiktir. İngiliz ajanı Sir Ardeşir J. Reporter aracılığıyla İngilizlere tanıtılan Rıza Pehlevi, 1921 darbesiyle İngilizler için çalışmaya başlayana ve 1923 yılında başbakan ve sonunda 1925 yılında İran şahı olana kadar İran esasında bir Türk-İslam memleketidir; yani Osmanlı ne vakit güç kaybetmeye başlamış o vakit İran ve bölgedeki Şii unsurlar İngilizler eliyle canlandırılmıştır, vesaire...

Yazı: Fatih Turplu

Aylık Dergisi 128. Sayı Mayıs 2015