Bir insanın değeri bayağı kesire benzer:

Pay gerçek değerini gösterir,

Payda kendisini ne zannettiğini.

Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır.

 

“Belli ki bu fikir onun vicdanını her zamankinden daha çok rahatsız ediyor, Tanrı fikrinden söz ediyorum. Bazen sadece bir fikir olarak görse de zaman zaman baskısını hissettiği bir ısrara dönüveriyor. Gönlünce tartışmasa bile aklından çıkmıyor bir türlü. Yok, ihtiyarlık belirtisi değil bu, ölümü sezmekle ilgili olduğunu da sanmam, bana kalırsa daha çok insan onurunun sonucu.” diye yazmıştı Maksim Gorki, Savaş ve Barış için kaleme aldığı önsözde.

Tolstoy’un fikirsel dönüşümünü ‘insanlık onuru’ ile alakalı bulmuştu, diğer herkesin aksine. Çünkü Tolstoy’u tanıyan fikir ve sanat insanlarının pek çoğu onun bu durumunu yaşlılık ile tezahür eden ölüm korkusuyla ilişkili görmüşlerdi. Fakat Tolstoy’un sığınmaya çalıştığı hakikat ya da bir diğer ifade ile inanmaya çalıştığı Tanrı, geleceğini kurtarmak için değil geçmişini temizlemek içindi. Yani onurunun üzerine kara bir leke gibi yapışan günahlarının sinir uçlarında yarattığı gerilimi azaltabilmek için.

*

Tolstoy son derece varlıklı bir ailenin çocuğu olarak geldi dünyaya. Hayatı boyunca arzu edip ulaşamadığı tek bir şey olmadı. Düşünsene cennet gibi bir hayat. Parmağını şıklatıyorsun içinden ne geçiyorsa önüne geliyor. Hizmetçilerin, halayıkların, mujiklerin emrine amade. Bir elin balda diğer elin havyarda. Ufukların ötesine uzanan toprakların var ama sen kılını kıpırdatmadan bu topraklar, sürülüyor, ekiliyor, biçiliyor. Sen yatıyorsun çiftliklerin işliyor ve durmadan cüzdanına para giriyor. Hem refah hem de konfor sahibisin. Bugün ikisinden birini diğerine tercih etmen gerek mesela. Dünya değişti çünkü. Ama kont Tolstoy’un zamanında öyle değildi. Zenginlik, refah, konfor, saadet ve huzur denilen insanlığın kahir ekseriyetinin uğruna ölümü göze aldığı olguları beşi bir yerde olarak boynunda taşıyabiliyordun.

Neyse ki hakikat denen şiddetli rüzgâr bu bilgin insanın teknesini es geçmedi. Hatta bir anafor gibi onu içine çekip doğduğuna pişman edecek kadar çalkaladı. 54 yıllık rehavet bir gecede alabora oldu. Hayata tekrar gözlerini açan mumya ıssız, dipsiz ve korkunç bir piramidin içerisinde hapsolmuş buldu kendini. Çünkü o güne kadar hayatın yumuşak yüzüyle muhatap olmuştu. En azından öyle sanıyordu. Kendini korumak için kullandığı kalkan kaburgalarına çoktan saplanmış ama o yeni fark ediyordu. Kan kaybediyordu. Acele etmeliydi. Hayatı boyunca tasa nedir bilmeyen bu adam ilk defa mücerret bir arzunun ardına takılmış, çabuk elde edemeyeceği bir isteğin peşine düşmüştü. Hedefe doğru hırstan başı dönmüş bir şekilde koşuyor ne var ki varış noktasına ulaştığı anda daha yola çıkmadığını görüyordu. Bu paradoks onu daha fazla alevlendiriyor fakat o yılmadan hatta gözünü bile kırpmadan yoluna devam ediyordu. Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar isimli eserinde onun bu durumunu şöyle tasvir eder;

“Tolstoy tüm dünyayı etkileyen faal yaşamının 54. yılında ilk kez hiçliği, tüm insanlığa has bir yazgı olarak gördü. O andan itibaren yok oluşuna dek varlığının arkasındaki o kara boşluğa, o anlaşılmaz derinliğine hiç korkmadan dikti gözlerini. Fakat bakışını bu hiçlikten başka yöne çevirse de Lev Tolstoy’un bakışı, bir insanın zamanımızın gördüğü en bilgili ve en tinsel bakışıdır. Hiçbir insan onun gibi sözle ifade edilmesi mümkün olmayan bir şeye karşı, kötü yazgının trajedisine karşı korkunç bir güçle savaş açmamıştır, hiç kimse onun kadar kararlı bir şekilde insanoğlunun yazgısına eğilmemiş, insanlığın yazgısına karşı tutumunu sorgulamamıştır. Hiç kimse bu boş bakışı, hiçliğin insanın ruhunu yutan bakışını onun kadar ürkütücü bir şekilde hissetmemiş ve hiç kimse buna onun kadar olağanüstü katlanmamıştır. Çünkü burada erkeğin vicdanı bu siyah gözbebeğinin o karanlık pusuda bekleyişine bir sanatçının açık, cesur, enerjik ve gözlemci bakışlarıyla bakabilmiştir. Tolstoy hiçbir zaman bir saniye bile varlığının trajedisi karşısında bakışlarını korkakça kaçırmamış ya da gözlerini kapamamıştır.”

Bu cümleleri Zweig’e katıldığım için iktibas etmedim açıkçası. Hatta düşüncelerim neredeyse onunla taban tabana zıt diyebilirim. Zweig burada bahsettiği durumu ilerleyen sayfalarda biraz daha açıyor. Özetle Tolstoy’un ellisinden sonra aydınlanmasını yaşlılık döneminde hemen herkesin maruz kaldığı ölüm korkusu ile ilişkilendiriyor. Her yaşlının bu dönemlerde ölümle yüzleştiğini ve bu sebeple ontolojik bir boşluk içerisinde salındığını psikanalitik açıdan inceliyor. Tolstoy’un anlam arayışını bu perspektiften değerlendirmek doğru olmaz diye düşünüyorum. Şunu da eklemek gerek Tolstoy’un hayatının belli bir döneminde nihilist olduğu ve Zweig’in dediği gibi varoluşun arka planında yatan hiçlikten mustarip olduğu inkâr edilemez. Fakat onu derin uykusundan uyandıran itici güç, ruhunu sarsan ve içinden çıkılmaz bir girdabın içerisinde otuz yıl sürecek bir çileye sürükleyen asıl sebep bu değil. Bugüne kadar yazılmış itiraf kitaplarının belki de en samimi ve en çıplak olanı diyebileceğimiz İtiraflarım isimli eserinde şöyle diyor Tolstoy;

“Savaşta insanlar öldürdüm, düelloda insanlar vurdum, köylülerin elinden zorla alınmış paraları kumarda çarçur ettim, onlara gaddarca davrandım, hafif meşrep kadınlarla zina yaptım ve erkekleri aldattım. Yalan, hırsızlık, zina, her türlü serkeşlik ve zalimlik, her türlü rezillik yaptım, işlemediğim tek bir suç kalmadı.”

Kucağındaki tüm çürük elmaları böyle döküyor Tolstoy. Ama bundan önce bir insan ne için itiraflarını kaleme alır ki? Hayatı boyunca yaptığı tüm rezillik ve serkeşlikleri hiç tanımadığı insanlara anlatır? En mahrem sırlarını bizzat kendi eliyle faş eder? Kalbinin ve ruhunun derinliklerinde saklı olan müphem kapıları yabancılara açar ve gönüllülükle onları içeri davet eder? Elbette itiraf bir tür arınma ritüelidir. Günahları başkalarıyla paylaşmak ilk bakışta her ne kadar bir ceza gibi görünse de günahkâr için ödüldür. Suça ortak toplamak o suçun vicdanda yaratacağı hırçın sesi azaltmak adına yapılan çok antik bir taktiktir. İtiraf da bir yerde suça ortak toplamak anlamına gelir. Yani vicdanı susturmak… Varlığımızın en ücra köşelerinde yatan fıtri iyilik güdüsünün davul gibi gerilen yüzünü yumuşatmak…

Ama Zweig’e soracak olursak insanı Tanrı’dan bile yukarı bir makama koyan bu abimiz şöyle diyecektir: “Ne olmuş yani üç-beş köylünün parasını yediysen, tamam köylülere de acıyorum ama siz o noktada olmayı tercih etmediniz. Bugüne kadar yattığınız kadınlardan niçin bu kadar mustaripsiniz ve vicdan azabı duyuyorsunuz azizim? Siz gençliğinizin en ateşli dönemindeydiniz, farklı bedenler elbette arzulayacaktınız, ki beraber olduğunuz hanımları sanki buna siz mi zorladınız? Aldattığınız kocalara da üzülmüyor değilim ama suçu üzerine atacak kimse de bulamıyorum açıkçası. Bunun yanı sıra savaşta öldürdüğünüz insanları da fazla düşünmeyin. Savaş zamanındaki entelektüel kapasiteniz savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu size göstermiyordu ne yazık ki!” Vs. vs.

Ki Zweig, Tolstoy’u anlattığı bölümde buna benzer şeyler söylüyor. İnsan iradesini hiçe sayan bu bakış açısıyla Tolstoy’un mistik buhranlarını, hatta ilahi bir muhtevaya sahip olan bu hakikat arayışını basit bir yaşlılık nevrozuna indirgiyor. Çünkü ona göre Nehlüdof gibi asil bir günahkarın ve Katyuşa gibi aşağılık bir fahişenin bile yanlış yaptığını ispat edecek argümanlar bulmak imkânsız. İnsandır neticede. Susuz kaldığında kendi bebeğinin şah damarını kesip, kanını emse bile suçlayamazsın. Ez cümle ben bu anlayışa kökten karşıyım. Tolstoy insanlık onuruna yakışmayacak hareketlerde bulunduğunu sezdi. Burada belki sezgi kelimesinin altını çizmekte fayda var. Çünkü hakikat akla değil sezgiye hitap eder, yani dolayısıyla ruha... Tolstoy da Hayat Üzerine Düşünceler isimli eserinde tam olarak bizim anladığımız manada olmasa da bir tür sezgiden bahseder ve buna “akli vicdan” der.

Özet olarak Tolstoy 30 yıllık müreffeh bir yaşamın akabinde 30 yıl boyunca sürecek derin bir anlam arayışı içinde buldu kendini. Bunun sebebi ise geçmişinde işlediği hataların bir gün içinde yaratmış olduğu burukluk hissiydi. Ahını aldığı hatta canına kastettiği masum insanların kulaklarında çınlayan çığlıkları. Haksız kazançlarının midesindeki ekşimsi tadı. Günahkâr ve inançsız bir insanın böylesine köklü dönüşüm geçirmesi elbette küçümsenecek bir durum değildi; üstelik bir insanın hayatında sahip olabileceği her şeye sahipken. Ama kont Tolstoy son nefesine kadar mücadelesini sürdürdü. Gözlerini son kırpışında bile aradığı şeye ulaşma ümidi yüreğinin derinliklerinde alev alev yanmaktaydı.

*

İtiraflarım, normal bir okuyucu için Tolstoy’la ilgili kâfi miktarda malumat sunuyor. Gustave Flaubert “ne büyük bir sanatçı ne büyük bir psikolog” der onun için. Hayali karakterlerinin ruh dünyasına derinlikli bir şeklide nüfuz edebilen bu sakallı bilge, kendi içinde olup bitenleri ne kadar ustaca anlatabilir siz düşünün. Psikanaliz ve genel olarak psikoloji topluma mal olmuş nevrotik ve psikotik vakalar üzerinden yürütür araştırmalarını(1). Genel geçer önermeler ile tanımlar üretir ve vakalara toplu bir bakış ile olası terapötik yöntemler oluşturur. Ama elimize aldığımız bir mezura ile çevresini çizemeyeceğimiz insan karakterleri, eylemleri ve eğilimleri tarihin hiçbir noktasında görülmemiş vakalara her zaman teşnedir. Çünkü sonsuz ihtimaller barındıran bu eylem çeşitliliği hayatın kaotik yapısı içerisinde hiçbir olasılık matematiğinin sınırları içerisine giremez. Sadece Tanrının bilgisi dahilinde olan bu dünya-insan arasındaki irrasyonel algoritma hala öngürelemezliğini korumakta. Bu sebeple bireyin içsel karmaşıklıklarını, sorunsallarını -sorunların boyutuna göre değişebilir- kendisinden daha iyi analiz edebilecek dışsal bir otorite araması doğru değildir. Dolayısıyla Tolstoy’u, Tolstoy’un kaleminden okumak büyük önem arz ediyor.

Anlam buhranlarının ilk evresinde inanca sığınıyor Tolstoy. Delicesine inanmak aşkıyla yanıp tutuşuyor. İçindeki lağım kokusunun sebebini inançsızlıkta buluyor. Fakat inancı yanlış yerde arıyor; Kilisede. Aklını bir kenara koyarak kiliseye gidiyor. Tüm inançlı insanların yaptığı gibi. Kilisenin öğretilerini harfi harfine yerine getiriyor. Tüm sakramentleri eksiksiz şekilde uyguluyor. Ne yazık ki ruhunda hissettiği kasırgalar durmuyor. Kendini hala inançsızlık dehlizinde, ayakları prangalı bir günahkâr gibi hissetmeye devam ediyor. Bu dönem tam üç yıl sürüyor.

Böyle olmayacağını anlayınca mujiklerin arasına karışıyor. Mujiklerin yani Rus köylülerinin yani kölelerinin. Kendileriyle dost olmaya çalıştığını bile anlamayan bu köylüler, fiziksel anlamda Tolstoy’u içlerine kabul etseler de, ruhsal anlamda hep bir mülteci muamelesi gösteriyor. Kilisede bulamadığını halkın gönlünde arıyor Tolstoy. Asıl inancın, saf imanın onların yüreklerinde saklı olduğunu düşünüyor. Ve onlar gibi olursa yani onlar gibi giyinir, onlar gibi yer-içer ve çalışırsa onlar gibi olabileceğine inanıyor. Ne yazık ki yine yanlış bir teşebbüsün içerisinde buluyor kendini. Kucağında bir demet hüsran ile geri dönüyor. Bu dönüş kitaplara, bilgiye, akla, bilime ve elbette felsefeye…

Antik filozoflardan kendi dönemindeki fikir adamlarına kadar herkesi okuyor. Aklın ışığı ve felsefenin rehberliğinde bilgiden inanç damıtmaya çalışıyor. İçindeki gel-gitleri, yüreğinde çağlayıp duran kuşkuları susturmak istiyor. Susuzluktan iflahı kesilmiş gönlüne bir damla ab-ı hayat arıyor. Ama yine nafile. Yine olmuyor. İçinde tasarladığı binayı inşa etmeye çalışan fakat tam olmadığı için yıkıp yeniden yapmaya girişen bir mimar gibi durmadan farklı yöntem ve teknikler deniyor. “Zihnin tunç surlardan berkitilmiş ülkesi” içinde ayaklarında felsefe çarıklarıyla gezmenin faydasız olduğunu anlıyor. Bundan sonra yazmış olduğu tüm fikri eserler bu dönemde yaptığı okumaların bir meyvesidir.

İtiraflarım, Tolstoy’un itiraflar serisinin ilk eseridir aslında. Kutsal metin incelemelerini kaleme aldığı ve süreç içerisindeki teolojik duraklarından bahsettiği başka eserleri de var. Bunlardan İncil üzerine kaleme aldığı yazılardan başka Türkçeye tercüme edilmiş bir çalışması yok maalesef. Ama İtiraflarım’ı iyi okuyan bir okuyucu kurgularında onun hayatına ve fikriyatına dair ciddi malumatlar edinecektir.

*

Peki, tüm bu fikrî karmaşa içerisinde Tolstoy hayatının son demlerinde hangi inanca sahipti? Ya da bir inanca sahip miydi? Onunla ilgili sorulan en popüler sorulardan bir tanesi de şudur; “Müslüman mıydı?”

Bir zamanlar Ukrayna’da doğup, büyümüş daha sonra Türkiye’ye gelmiş Müslüman bir abi ile tanışmıştım. Bana Tolstoy’un, Gogol’ün, Çehov’un, Puşkin’in, Dostoyevski’nin Müslüman olduğunu söylemişti. Yetiştiği çevrede nasıl bir İslami anlayış vardı ya da nasıl bir kültürel politika yürütülüyordu bilmiyorum. Fakat adı geçen Rus yazarları Müslüman çocukları gönül rahatlığı ile okusun diye sanırım böyle bir şey uydurmuşlardı. Gayr-i Müslim bir ülkede zaten yeterince İslam-dışı öğelere maruz kaldıkları için her şeye temkinli yaklaşmaları buna sebep olmuş olabilir. Ki tanıdığım tüm gurbetçi Müslümanlar bize göre oldukça vesveseliler diyebilirim. Hatta hastalık derecesinde bir vesveseden mustarip oluyorlar genellikle.

Konuyu daha fazla uzatmadan, ülkemizde de Tolstoy’un Müslüman olduğuna dair bir algı söz konusu. Bu algıyı oluşturan şey ise bir kitap. Pek çok yayınevinin “gizlenen” “yasaklanan” kisvesi ile bastığı Tolstoy’un pek de meşhur olmayan bir eseri. “Hazreti Muhammed” “İslam Peygamberi Muhammed” gibi isimlerle basılıyor. Fakat eserin asıl adı; “Muhammed’in Kuran’a Girmemiş Hadisleri.” Başlık bir şeyler çağrıştırıyor bize. Tolstoy Kuran’ın Hz. Peygamberin sözlerinden oluştuğunu zannediyor. Tıpkı İncil’in Hz. İsa’nın hayatı ve sözlerinden müteşekkil olması gibi. İlk bariz hata burada gösteriyor kendini.

 Eser toplam 93 hadisten oluşuyor. Bu hadisler 1908 yılında Hindistan’da basılmış olan Abdullah el-Sühreverdi’nin, Hz. Muhammed’in Hadisleri isimli kitabından iktibas edilmiş. Ne yazık ki seçilen hadislerden 26 tanesi kaynaksız,(2) 1’i uydurma ve 9 tanesinin de aslı değil fakat benzeri bulunmakta. Bu problem elbette Tolstoy’un değil eserin yazarı el-Sühreverdi’nin. İlk olarak Tolstoy’un bu hadis derlemesi onun Müslüman olduğuna dair geçerli bir delil olarak kabul edilemez. Bolşevikler’in bu eserin yayınlanmasını yasaklamaları da doğrudur. Fakat buradaki amaç Tolstoy’un Müslüman olduğunu gizlemek değil, iktidarın ideolojik yönelimine ters düşen bir yayın unsurunu ortadan kaldırmaktır. Mesele bununla bitmiyor. Bir de Tolstoy’un Rus asıllı bir hanıma yazdığı kısa mektuplar var. Benim okuduğum Çalıkuşu yayınlarının baskısında bu mektuplar eserin sonuna iliştirilmiş ve Tolstoy’un Müslüman olduğuna dair kıymetli envanterler olarak sunulmuş.

1909 yılında Azeri kökenli General İbrahim Ağa ile evli olan Rus kökenli Yelena Vekilova Tolstoy’a bir mektup yazar. Mektubunda kafasının karışık olduğunu belirtir. Çünkü kocası Müslüman, kendisi ise Hristiyan’dır. Sorun; çocuklarının hangi dine mensup olacağı ve kimliklerine hangi dini yazdıracaklarıdır. Tolstoy’un bu konulara ciddi yönelim sahibi olduğunu bilen Bayan Vekilova bir mektup yazarak, fikir danışır ve tavsiye ister. Elbette Tolstoy bayanı cevapsız bırakmaz. O ana kadarki teolojik arayışlarını özetler öncelikle. Son olarak da İslam dinine övgüler yağdırarak çocuklarını İslam din ve kültürüne göre yetiştirmesini öğütler. Hatta “Müslümanlık Hristiyanlık karşısında üstündür” ya da “İslam en son ve en büyük dindir”, “Hristiyanlığı kabul edemiyorum” gibi cümleler de kullanır. Ama ne yazık ki bu cümleler onun Müslüman olduğunu kanıtlamaya yetmez. Çünkü burada bahsettiği Hristiyanlık günümüzün dejenere olmuş, kutsal kitabı tahrif edilmiş paganist unsurlarla özünü kaybetmiş Batı dinidir. Halbuki Din Nedir? Ve Hayat Üzerine Düşünceler isimli eserlerinde Tolstoy kendisinin İsa’nın getirdiği ilk dine mensup olduğunu ve bir havari gibi iman ettiğini bas bas bağırıyor. Sadece bir örnek olması açısından Din Nedir? kitabından bir alıntı:

“Bize göre hakiki din; harici suretleri değil, temel ilkeleri itibari ile Brahmanizm’e Konfüçyusçuluğa, Taoculuğa, Yahudiliğe hatta İslam’a uyan ilkeleri ile Hristiyanlıktır.”

Bir tür dini çoğulculuk gibi düşünülebilir belki ama öyle değil. Hristiyanlığın ilk formunun kendisinin iman ettiği din olduğunu söylüyor. Diğer bölümlerde de bunu destekleyecek pek çok açıklamada bulunuyor. Bu durumda elbette İslam’ın paganist bir din olan Hristiyanlık’tan daha üstün olduğunu iddia ediyor.

İslam ile ilgili bu türden övücü ifadeler kendisinin altı yıl doktorluğunu yapmış olan Slovak asıllı D. P. Makovitski’nin “Tolstoy’un Yanında” isimli eserinde de var. Burada da Hristiyanlığa karşı yapmış olduğu teolojik eleştiriler ve İslam ile ilgili ifadeler yanlış bir okumaya tabi tutuluyor. Halbuki kendisinin fikri eserleri, bulunduğu dini konumu göstermesi açısından apaçık bilgiler sunuyor. Kısacası Tolstoy bir Hristiyan olarak öldü. Fakat o İsa’nın dinine iman ediyordu. Ve bu dinin diğer dinlerle özünde çatışmadığına inanıyordu. Belki ona Hanif denilebilir. Ama Müslüman demek doğru olmayacaktır.

*

Din Nedir? ile Hayat Üzerine Düşünceler ve Tanrının Egemenliği İçimizdedir isimli eserleri Tolstoy’un fikir dünyasını anlamamızı sağlayacak önemli ipuçları barındırıyor.  Özellikle Din Nedir? ciddi bir araştırma eseridir. Bol ansiklopedik bilgilerden, nitelikli istidlâllerden ve derinlikli tenkitlerden oluşur. Bu tenkitlerden kültür ve politikadan maada bilim nasiplenir. Öyle sert ve haşin davranır ki bilime belki de bu tutuma tenkit demek doğru olmayacaktır. Şu cümle maksadımıza açıklık getirecektir:

“Bilim denilen şey; tesadüfi, birbirinden tamamen kopuk, çoğu kez hiçbir fayda taşımayan ve tartışmasız hakikati sunamamakla kalmayıp çoğu kez ham hayaller sunan, bugün hakikat diye ilan edilip, yarın reddedilen bilgi parçacıklarıdır.”

En temelde din, ahlak, insan, Tanrı olgularını tanımlamaya çalışır Tolstoy. Bu metinde bir edebiyat ve sanat adamından öte filozof ve bilge bir insanla karşı karşıyadır okuyucu. Tolstoy’un arayışının üçüncü evresinde yapmış olduğu okumaların bir meyvesidir. Hayat Üzerine Düşünceler de aynı şekilde ciddi bir arayış ve araştırmanın mahsulüdür. Daha ilk etapta Tolstoy’un kendisine sormuş olduğu altı sorunun cevapları bu eserlerde saklıdır. O sorular ise şunlardır;

1-Ne için yaşamalı?

2-Benim ve başkalarının varlığının sebebi ne?

3-Benim ve başkalarının varlığının amacı ne?

4-İçimde hissettiğim iyilik ve kötülük bölünmesinin anlamı ne, ne için varlar?

5-Nasıl yaşamalıyım?

6-Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?

Tabiî sonraki kurgu eserlerinde bu sorulara verdiği cevaplar da bariz bir şekilde ortadadır. Sadece bu iki eserde daha felsefi bir üslup ve daha mantıksal bir kurgu ön plandadır.

Sevgi… Tolstoy’un üzerinde en fazla durduğu, hikayelerinde en fazla işlediği ve en fazla önem verdiği olgudur. İnsan Ne ile Yaşar? diye soracak olsaydınız, büyük ihtimalle sevgi diyecekti. Hayat Üzerine Düşünceler’in en önemli kısmı “akli vicdan” ve “sevgi” meselesidir. Çünkü burada Tolstoy tüm insan toplumlarının ideal saadete nasıl ulaşabileceğinin reçetesini sunar. Akli vicdan, idrak dışı olmayan bir tür sezgidir. Ve bu insani meleke ile birey sevgi denen şeyi kavrayabilir. Sevgi ise şahsi menfaati yadsıyabilecek ve insanın çıkarsız eylem yapabilmesini sağlayabilecek tek güçtür. Sevgi zorunludur. Çünkü menfaatsiz eylemler hayat şartlarının zorunlu bir sonucudur. Bunun dışındaki ihtimaller insan yaşamını kaosa sürükleyecektir.

Bu düşünceyi oldukça etkileyici bir hikâye ile anlatıyor Tolstoy. İçimizdeki Şeytan’ın sonlarında yer alan Aptal İvan isimli öykü yukarıdaki karşılıksız iyilik ve saf sevgi fikirlerinin ete kemiğe bürünmüş halidir sanki. Aptal İvan’ın haricinde daha pek çok hikayesinde bu temayı işliyor elbette. Fakat burada kelimenin tam anlamıyla saf bir karakter olan İvan’ın elibol tavırları, sahip olduğu her şeyi bir an kuşku duymadan kardeşleriyle paylaşması okuyucuyu derinden etkiliyor. Ve son olarak deli gözüyle baktığımız bu karakterin hikâyenin sonunda kazanan taraf olması büyük bir ders veriyor.

 

Dipnotlar:

1-Konuyu biraz daha derinleştirecek farklı bir bakış açısını yeri gelmişken paylaşmak isterim. Aliya İzzetbegoviç, Doğu-Batı Arasında İslam adlı eserinde psikoloji ile alakalı olarak alanın uzmanlarından derlediği bilgileri şu cümlelerle ifade ediyor: “İnsanın ruhu vardır. Ama psikoloji ruh bilimi değildir. Asıl ruh bilimi mümkün de değildir. Psikoloji görünüşte olan iç manzaranın muayyen bir sahasını, insanın iç aleminde dış dünyadan gelme geçici ve yok olabilen gayri şahsi ve aynı olan şeyleri tetkik eder. Bu itibarla psikofizyoloji, psikometri, psikohijyen, ruhun fiziğinden bahsedebilir. Nicelik psikolojisinin mümkün oluşu ise düşünce ve hissiyatın harici, mekanik, nicelikli, yani gayri manevi mahiyeti hakkındaki savı teyit etmektedir. Hayvan psikolojisi ile insan psikolojisi bir bütün teşkil edebiliyor, çünkü psikolojinin ruhla değil, canlıların sırf psişik yönünün tezahürleriyle ilgisi vardır.” Burada da psyche denilen ve ruh diye tercüme edilen bu kelimenin ruhla alakasının olmadığı olsa olsa nefis olduğu, onun zaten hayvanda da bulunduğu, psikolojinin de işte bu nefs durumlarını incelediği iddia ediliyor kısacası.

2-Usul-ü Hadis literatüründe uydurma hadislere terminolojik olarak “mevzu” denir. Ve bir hadis mevzu dahi olsa kaynaklarda senetleriyle yazılı olarak bulunur. Bu 26 hadisin kaynaklarda bulunmaması demek; eseri yazan kişinin bile uydurmuş olabileceği ihtimalini barındırır.

Sevginin anatomisi ya da ellisinden sonra kendinden kaçan adam -II-

 

Bir insanın değeri bayağı kesire benzer:

Pay gerçek değerini gösterir,

Payda kendisini ne zannettiğini.

Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır.

 

Fikirler buruşturup çöp kutusuna atabileceğimiz karalanmış kâğıt parçaları değildir. İnsanın gözlerinden süzülüp kanına karışan ve tüm uzuvlarına dağılan sıvılaşmış vesvese gibidirler. Sen farkında olmasan da zihnindeki kontrol noktalarını ele geçirip bir virüs gibi tüm güvenli bölgeleri tarumar eder ve fiillerine hakimiyet kurar. İçtiğin bir bardak suyun molekülleri arasında gezinen mikropları göremezsin. Balın içinde sunulan zehri de geri çeviremezsin. Zihnine uladığın metinler de böyledir. Satır aralarında gizlenen hastalıklı fikirleri frambuazlı pasta gibi indirirsin midene. Ta ki kanser, hücre çeperlerini ele geçirip, nöral ağlarını zehirli bir örümcek gibi dokuduğunda, sana ait olmayan eylem ve telaffuzlarda bulunduğunda fark edersin. İznin olmadan biri seni senden kaçırmaktadır. Oyuncak bebek gibi giyindirip, soyundurmaktadır. Ama ellerin bağlı, gözlerin kapalıdır.

Tam da bu yüzden elimize aldığımız her metne temkinli yaklaşıyoruz. Ölçüp, tartıyor, kesip, biçiyor ve okuyup okumayacağımıza karar veriyoruz. Fayda-zarar muvazenesinde hangi kefenin daha ağır geldiğini müşahede ediyor akabinde olasılıkları mülahaza edip bir karar veriyoruz. Ne kadar iyi yüzücü olsan da bulduğun her dereye lop diye atlayamazsın. Kırk yıllık baytar da olsan destur demeden boğanın ardından geçemezsin. Tabiî ki risk her zaman önemlidir. Biraz kafa karışıklığı iyidir. Ama çorba olmuş bir kafa ne kendisine ne de bir başkasına fayda verebilir.

Bu ikircikli durumu daha çok başka medeniyetlere ait yazarların eserlerini okumadan evvel yaşarız. Malayani ile iştigal etmek biz doğuluların pek sevmediği bir şeydir. Pragmatist denemez bize. Fayda odaklı düşünmeyiz sadece. Ama fayda meşgul olacağımız işten hasıl olacak önemli olgulardan bir tanesidir. Zülfü Livaneli, ünlü yönetmen Elia Kazan(3) ile anılarını anlattığı ve biyografik malumatlar sunduğu Elia ile Yolculuk isimli kitabında okuyucularıyla garip bir ayrıntıyı paylaşır. İddiası; Elia’nın genlerinde hala doğu kültürünün yoğun bir şekilde dolaştığıdır. Örnek olarak Elia’nın şatafatlı sofralardan, nümayiş havasında geçen yemek şölenlerinden pek hazzetmemesidir. Verilen örnek doğrudur. Çünkü doğulu bu türden şeyleri faydasız görür. Yemek karnı doyurmak, hayatta kalmaya devam etmek ve İslami bir bakış açısı ile ibadetlerimizi kusursuz şekilde yerine getirebilmek adına yeteri kadar yenir. Bunu bir tören havasında, ritüel gibi icra etmek hedonist hovardalar misali dünyanın en kıymetli şeyi olan zamanı çarçur etmektir. Bu sebeple okuyacağımız eserleri önceden tetkik eder, boşa zaman harcamamak adına dikkatli bir şekilde seçeriz.

Mesele Tolstoy’a gelince iş biraz değişiyor. Yukarıda Tolstoy’un hayatını üç evreye ayırmıştık. 0-20 birinci, 20-54 ikinci ve 54-82 yaşları arası üçüncü dönemini ifade ediyor.  Hayatının ikinci evresinde şöhret ve itibar kazanmak adına Savaş ve Barış ile Anne Karanina isimli eserlerini yazmış Tolstoy. Dilediği de olmuş tabiî. Dünya çapında nam salmış eserleriyle. Fakat aydınlanma sonrası yani 54 yaşından sonra o güne kadar çizdiği çizginin dışına çıkmış. Daha hikemi, felsefi ve mistik kurgular üretmeye başlamış. Bu dönem eserleri çekinmeden okunabilir.

*

İkinci dönem eserleri ve bunlardan da Savaş ve Barış ile bahsi açacak olursak -ki Harb ve Sulh daha güzel bir tercüme olurdu- yazılması uzun bir süre ve emek istemiş. 500’ü aşkın karakter var içerisinde. Oldukça hacimli. Ciddi bir saha araştırması neticesinde ortaya çıkmış. Yazım sürecinde Tolstoy ruhsal bir çöküntü yaşamış. Fransa-Rusya arasındaki harbi olanca gerçekçiliği ile anlatıyor diyebiliriz.(4) Büyük bir kitlenin üniversite zamanlarında zevkle okuduğu hatta ömürleri boyunca unutamadıkları eserlerden bir tanesidir. -O kadar kalın bir eser okuduktan sonra, okuma hayatına ara verdiği ve yeni eserlerle tanışma şerefine erişemediği için olsa gerek.- Fakat Tolstoy’un en sevmediğim(5) eseri diyebilirim. Tabiî kurgu türünde yazdığı eserler içerisinde. Bir süre sonra beni ciddi anlamda bunalttığını, dişlerimi sıkarak okumak zorunda kaldığımı ve hatta kısa bir okuma süreci içerisinde üzerimde ağır sıklet bir yorgunluk hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

Genel kanaat Tolstoy’un 54 yaşından önce yazdığı eserlerin daha güçlü ve etkin olduğu yönünde. Hatta yakın arkadaşı Turgenyev’in, Tolstoy’u uyardığı, yazdığı hikayelerden vazgeçip eskisi gibi uzun ve daha donanımlı kurgular kaleme almasını istediğini biliyoruz. Benim kanaatim ise aksi istikamette. Son dönem eserlerinin eskilere nazaran çok daha didaktik ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Edebiyatı, daha genel bir ifade ile sanatı araçsallaştırma mevzusu söz konusu burada belki. Tolstoy’un ilk dönem eserlerini “sanat için sanat” başlığı altında toplayabiliriz. Ama “sanat için sanat” diye bir şey insanlık tarihinin hangi döneminde mümkün olmuştur ki? Kâinat nedensellik kanunu(6) ile bir düzen içinde ayakta kalabilir. Her fiziksel eylemin arkasında neden-sonuç zinciri yatar. Hal böyleyken hangi insan edimi bu kanunun dışına çıkarak bir şeyi yine o şey için gerçekleştirebilir? Ayrıca bir şeyin varlığı kendisine nasıl bağlı olabilir? Ki bu sorular da bizi ciddi bir felsefi tartışmanın ortasına çekecektir. Bu sebeple özet olarak söyleyecek olursak; her ne kadar genel kanaat Tolstoy’un ilk dönem eserlerini sanat için sanat yaptığı -ama açıkça itibar için yaptığını “itiraf” ediyor”- gerekçesiyle sanatsal değerini yüksek görse de bana göre sonraki eserleri eskilere nazaran çok daha işlevsel, faydalı ve sanatsal açıdan daha kıymetlidir.

“Roman sulandırılmış hakikattir” der Cemil Meriç. Uzun romanlar biraz fazla sulandırılmış olduğu için bana göre laçkalaşmaya teşnedir. Bir adamın yazdığı tuğla gibi iki ya da üç ciltten oluşan bir eseri okumak bir yerde bireysel terbiye işidir. Çünkü okuyucu böyle eserlerin içindeki bilgilerden çok okuma sürecinde kendiyle savaşarak kazanım elde eder. Azim, istikrar, kararlılık, sabır gibi pek çok erdem gerektirir. Okuduğum uzun edebi eserlerde “bu bölüme ne gerek vardı?” “şu paragraf gereksiz değil miydi?” gibi pek çok tenkitte bulunmadan edemiyorum açıkçası. Savaş ve Barış da bunlardan bir tanesiydi. Diyebilirsiniz ki “e edebiyat yapıyor işte, ne olacaktı?” katılıyorum size ama bu bir kişisel okuma atlası. Görüşlerim son derece sübjektif.

*

Anna Karanina, yazının icadından bugüne kadar yazılmış olan en iyi 100 edebi eser içerisinde yer alıyor. Tolstoy’un karakter analizlerine ve psikolojik tahlillere en fazla yer verdiği eseridir. Başkarakterin aristokrat bir hanımzade olması dönemin elit çevrelerinin sosyal yaşamlarına, politik, felsefi ve etik görüşlerine yakından bakmamızı sağlıyor. Okuduğum zamanlarda ufuk açıcı olmuştu. Rus edebiyatına karşı ilk ciddi merak bu eserle beraber uyanmıştı içimde. Çarlık Rusya’sının yıkılışı ile Rus edebi yazın dünyası arasında ne gibi ilişkilerin olduğunu düşünmeye başlamıştım. Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı da o zamanlarda geçmişti elime. Beni bir hayli etkileyen Bazarov(7) karakteri ile iyiden iyiye Rus yazarlarını okumaya başlamıştım.

Anna Karanina popülistlerin niçin mujiklere yöneldiğinin ispatı mahiyetinde. Aristokrat kesimin çürük lahana kokan nefesi ile hiçbir şeyin olmayacağı ortada çünkü. Herkes halinden memnun. Irgatların kazandığı paralar adamların sofralarına zenginlik katıyor. Avrupa dünyaya hükümran olma yolunda ilerlerken bunlar balolarda, partilerde pabuç eskitiyor. Haliyle bir avuç vicdanlı aydın da köylerde insan yetiştirmenin peşine düşüyor. Toplumun en alt kesimini harekete geçirmenin devrimi hızlandıracağını düşünüyor. Tolstoy da bir zamanlar tüm gereksinimlerini karşıladığı bir okul açmış ve çocuk yetiştirmişti. Ama popülist ideolojinin derdi köyde eğitimsiz kalan çocuklar değil, bizzat tarlalarda avuçları nasır tutan köylülerdi.(8)

Finalde gerçekleşen intihar sahnesi şaşırtıcıydı. Ölüm geliyorum demez ama intihar gelmeden klakson sesiyle okuyucunun kulaklarını infilak eder. Bunu önceden tahmin etmek okuyucu için daha fazla gerilim yaratır. İntihar ile biten eserler zihnimde kurgunun yarım kaldığına dair bir intiba oluşturuyor daima. Benim için bunun tek istisnası Zweig’in Sabırsız Yürek isimli eseriydi. Hayatı baştan aşağı ruhsal bir eziliş ve psikolojik bir buhran içerisinde geçen karakterin hazin sonu oldukça makuldü. Fakat diğer eserlerindeki intiharlı finaller gözüme hep eğreti gelmiştir. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sinin finali hakeza. Bir tek ben mi böyle düşünüyorum diye araştırdığımda kimi edebiyat münekkitlerinin gazabına uğradığını fark ettim.

Hayat pek çoğumuz için meşakkatli. Bu hep böyleydi. Ama medya organları sosyal hayatın iliklerine bu kadar işlememişti. Refah içinde zevk-u safa edenlerden haberimiz yoktu. Bu sebeple hayat işve edip neşve vermeyen bir gamlı hazan gibi. Ve biz bu neşveyi okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde arıyoruz. Bundan olsa gerek hep neşeli, eğlenceli, gönlümüzü hoş edecek şeyler istiyoruz belki. Bulamayınca da burun kıvırıyoruz. Ya da artık çok fazla özgün içeriklerle karşılaşmaya başladık. İyiyi kötüsünden kolayca ayırt edebiliyoruz. Bu sebeple daha nitelikli bir bakış açısı ile metni değerlendirdiğimiz için beğenimize hitap etmeyen içeriklerin sayısı git gide artıyor. İki ihtimalden hangisi doğru ve hangisine bağlı olarak intihar finalleri bana hep eksik geliyor? Bu da cevaplamam gereken bir başka soru.

*

Bir yazarın klasikleşmesi ona değer katıyor. Fakat diğer yandan ayağa düşmesine sebep oluyor. Telif hakkı kalktığında önüne gelen istediği gibi basıp, yayınlıyor. Sonra insanlar kitap almak için yayınevine değil, marketlere gidiyor. Geçenlerde bir market reyonunda yığılmış bir sürü klasik eser gördüm. Meseleyi hangi ucundan tutsak elimizde kalır. Bu mevzular artık epey popüler zaten. İnsanların sosyalleştiği dijital mecralarda bol bol tartışılıyor. Tolstoy’a gelecek olursak o da aynı dertten mustarip. Bir yayınevi yazarın tüm eserlerini ele geçirmiş. Mal bulmuş Mağribî gibi yağmalayıp duruyor. Aynı hikayeleri derleyip derleyip farklı başlıklarla basıyor.

İnsan Ne ile Yaşar? herhalde en çok okunan eseridir Tolstoy’un. Öyle olmasa da en çok okunan hikâye kitabıdır diye düşünüyorum. İnsana Ne Kadar Toprak Lazım başlıklı hikâyeyi kaç defa okudum bilmiyorum. Pahom insanlığın içinde yatan tüm mülevvis hislerin menbaı gibi gelmişti. Açgözlülük, hırs, doyumsuzluk, korku, endişe ve daha pek çok insanı dalalete sürükleyen hasletlerin bir kalbi nasıl çürüttüğünü görüyorsunuz okurken. O satırlarla karşılaşan her zihin kendine göre muhtelif hikmetler derebilir ve anlamlar çıkartabilir. Aynı durum Tolstoy’un tüm öyküleri -Sivastopol hariç- ve karakterleri için de geçerlidir. Aptal İvan, Emelyan, Asarhadon, İvan İlyiç, İlyas, Nehlüdov hemen hepsi sizi doğunun kadim ahlak anlayışı ile yüzleştirebilir ve basit hikâyeleriyle ile pek çok argümanı önünüze sunabilir.

Tolstoy’un hikâye karakterleri oldukça çeşitlidir. Zengin, fakir, hakir, tekinsiz, tehlikeli, cahil, zalim, ahmak, akıllı, bilge, tecrübeli, hercai, korkak, cesur, asker, köylü, asil, dilenci ve daha nicesine yer verir. Amacı her zaman öğretmektir. Bir şeyler öğretmek ister okuyucusuna. Bazen başını ellerinin arasına alıp düşünmesini. Bazen tüm tabularını yıkmasını. Ama ekseriyetle hayatta uğruna yaşanacak bir şeylerin olduğunu söyler. Yılmamayı, yıkılamamayı. İstikrarla yola devam etmeyi. Tüm engellerle baş etmeyi ve çıkmazlara karşı direnç göstermeyi. Hayatın bin bir türlü hali vardır. Haklı görünenlerin haksız olabileceğini, zalim dediklerimizin yufka yürekli çıkabileceğini gösterir. Çalışkanlık, azim, umut ve emeğin temiz bir kalp ile birleştiğinde insanı her zaman güneşli yarınlara çıkaracağını öğütler. İliklerimize işleyen şeyin hayasız bir bencillik olduğunu, kardeşimizi kendimize tercih ettiğimizde kazanacağımızı söyler.

Tolstoy’un hikayelerinde masalsı bir lezzet vardır. Ve reel ile rüya, hayat ile hayal arasında bir kapı varsa onun adı masaldır. Masallar en çok büyükler için yazılmalıdır. Büyükler okumalıdır. Çünkü bizi mengene gibi burkan tüm dünyamızı acı çeperlerle berkiten hayatın yüzüne tükürmek, az da olsa heyecan ve umut deryasında yüzebilmek adına masal okumamız gerek. Masallarda yaşamamız gerek. Bir simülasyondan beter duruma düşen şu palyatif dünyanın göbeğinde masallar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar çok şey anlatıyor bize. Hiç olmadıkları kadar gerçekçiler. Modern insanın mite duyduğu hasretin altında yatan illeti de burada aramak icap eder. Geleceği alıp geleceği satma peşinde koşuyoruz artık. Gelecek kalmayıncaya kadar devam edecek bu. Tabiatı unuttuk. Hava kirlendi. Su kirlendi. Tabiat bozuldu. Arıların balları bile metal radyoaktif bir tada sahip. Siberuzayda biraz daha fazla yer sahibi olmak için temiz sibernetik klavyelerimizin başına oturup, gözlerimiz çürüyene kadar sanal alemde kayboluyoruz. Karnımız şiş, tenasül uzuvlarımız aşınmış, gözlerimiz kan çanağı… İçimiz gökdelenler kadar büyük egomuzun kölesi, arzularımızın alçak halayığı, benliğimizin itaatkâr ulağı... Böyle bir hüsran ve habaset gayyası içinde masallardan başka bizi ne tatmin edebilir ki?

Çok şey anlatıyor Tolstoy. İnsanlığı insanlığa davet ediyor. Hırçın keşmekeşten kaçışı, insan özünün aradığı huzur ve sükûneti. Ezberleyip unuttuklarımızı. Bunu hikayelerle yapmayı tercih etmiş. İnsanoğlunun en eski ifade biçimi ve en iyi anladığı dil ile. Hakikate çağırıyor. En azından onu aramaya. Peşinden koşmaya. Uğrunda bir şeyler feda etmeye. Hayatı gerçek anlamıyla kavramaya. Kaçınılmaz ölüme boyun eğmeye. Kabullenmeye. İçe dönük bir savaşa. Yazımı bitirirken bu sakallı bilgenin sözlerine kulak vermenizi tavsiye ediyorum sevgili dostlarım. Son olarak:

“Ve dedi:

‘En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm… Fakat insanlar ölüyü kefenledikleri gibi ölümü de kefenlemişlerdir. Ve kefenlenen her şey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı…’”

 

Dipnotlar:

3-Kayseri, Germir kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul, Fener’de doğmuş, 4 yaşında ailesi ile ABD’ye göç etmiştir.

4-Tam burada Japon-Rus savaşını Kızıl Kahkaha isimli eserinde çarpıcı bir üslup ve derin imgelerle işleyen Leonid Andreyev’e selam çakmadan geçemeyeceğim. Paragraf bütünlüğünü bozmamak adına dipnot olarak paylaşıyorum.

5-Bu zayıf olduğu anlamına gelmez. Hacı Murat ve Sivastopol bir okuyucu olarak zayıf bulduğum eserleridir mesela. Zaten oldukça erken tarihlidirler. İlk yapıtların makus talihi sanki. Pek çok yazar, düşünür, araştırmacı, yönetmen ilk eserlerinden şikayetçidir. Çoğu ilk ürünlerinin yayılmasını istemez. “Elinizde filanca eserim varsa lütfen yakın!” diyen bir yazar gördüm. Neden çöpe atmak yerine yakıyorsak? Sivastopol, Savaş ve Barış’a zemin hazırlaması açısından ayrı bir yere sahiptir. Ve Hacı Murat da Kafkasya’daki Müslüman grupların aralarındaki iç çekişmelere değinmesi açısından okuyucuya farklı bakış açıları sunar. Değerlidirler ama güçlü oldukları söylenemez.

6-Kuantum teorisini es geçmemek lazım elbette. Ama hala iki teori arasında fizik dünyası ihtilaf etmektedir. Yani kâinat her şeyin sürekli olduğu eğri bir uzay mıdır yoksa enerji kuantumlarının sıçrayıp durduğu düz bir uzay mı? sorusu cevaplanabilmiş değildir. Bunun yanı sıra Olasılık, İlmek Kuantum ve Kaos Teorileri de var ki bunlarla beraber ciddi bir kafa karışıklığı söz konusudur. Kâinat algımız fiziksel açıdan hala net değildir kısacası. Bu bilgileri edindiğim eseri de okuyucular için tavsiye etmek isterim; Carlo Rovelli isimli bir fizikçinin hazırladığı Fizik Üzerine 7 Kısa Ders adlı eser, alan dışı okuyucular için oldukça öz ve istifadeye açık bilgiler sunuyor.

7-Çerniçevski’ye ayrıca bir yazıda değinmeyeceğim için Nasıl Yapmalı? eserinden kısaca bahsedelim çünkü Bazarov’un beni götürdüğü eserlerden bir tanesidir. Komünizmin ilkel nüvelerini görüyoruz bu kitapta. Pek çok yeni fikrin fink attığı o dönemde, Çerniçevski çağdaşlarına nazaran oldukça farklı bir ses ve farklı bir renk. Fakat fikirleri geniş kitlelere ulaşmamış. Küçük bir yapılanma olarak kalmış.

8-Slavcılar, Batıcılar, Nihilistler, Popülistler, Anarşistler olmak üzere o dönemin Rusya’sında entelijansiya pek çok farklı fikir ve hareket fraksiyonlarına ayrılmıştı. Aydın kesimin niçin köklü bir arayış gayreti içerisinde bulunduğunu bu türden aristokrat çevrelere projeksiyon yansıtan eserlerle daha iyi kavrayabiliyoruz. Tüm yapılanmaların ortak hedefi devrimdi. Yani monarşiye karşı duyulan iğrenti ve her geçen gün biraz daha tefessüh eden sosyal, kültürel ve politik sahadan duyulan rahatsızlık. Konuyla ilgili geniş çaplı malumat edinebilmek adına Cemil Meriç’in Mağaradakiler isimli eserinin 64 ve 107. sayfaları arasındaki bölümlere göz atılabilir.

Aylık Dergisi 189. ve 190. Sayı, Haziran, Temmuz 2020

Yazı: İbrahim Türkan