Pekin de, tıpkı Washington gibi insan hakları ve demokrasiyi desteklemenin ideolojik bir meydan okuma olduğunun farkında.

Temmuz ayı sonlarında yapılan ABD-Çin görüşmelerinin gösterdiği üzere, iki süper güç arasındaki gerilim artmaya devam ediyor. Pekin, ilişkinin "şu anda çıkmazda ve ciddi zorluklarla karşı karşıya olduğunu" açıkladı. ABD Başkanı Joe Biden, demokrasi ve otokrasi arasındaki daha geniş bir çatışmanın bir parçası olarak 21. yüzyılda, Çin ile stratejik rekabeti giderek daha fazla karakterize eden kişi oldu. Bu durum, Washington'daki ve dünyadaki muhalifleri, iki ülkenin Soğuk Savaş'ı andıran ideolojik bir rekabete girme olasılığına işaret ediyor.

Bu tür uyarılar iki ana kamptan gelme eğiliminde. Siyasi ilerlemeciler [Political progressives], bu açmazı Soğuk Savaş gibi bir ideolojik rekabet olarak tanımlamanın dünyayı böleceği, yurt içinde toplumsal meseleleri ele alma çabalarından uzaklaştıracağı ve iklim değişikliğiyle mücadeleyi zorlaştıracağı konusunda uyarıyor. Öte yandan realist eğilimli dış politika düşünürleri [Realist-leaning foreign-policy thinkers], ABD-Çin ilişkisine ideolojik olarak bakmanın, büyük güçler arasındaki rekabetin temel meselelerine yabancı olmak anlamına geldiğine ve ABD'yi önemli müttefiklerinden ve ortaklarından uzaklaştırabileceğine inanıyor.

Ancak buna rağmen, her iki grup da ABD'nin dünyadaki insan hakları ve liberal demokratik yönetim için ısrarcılığı bırakmasını istemiyor. Bu, şu anda Washington'da ve daha geniş çapta iki partinin seçmenlerinin mutabık olduğu nadir bir konudur. Çin bu meselenin öne çıkmasına hizmet ediyor. Çünkü Çin’in tutumu bir çelişki teşkil ediyor: Bu değerlerin savunuculuğu, Pekin'in bağlı olduğu dünya görüşüyle temelden çelişen bir ideolojiyi temsil ediyor. Bu nedenle, gerçek şu ki Çin ile ideolojik rekabet kaçınılmazdır.

Çin ile ideolojik rekabete karşı çıkan ancak liberal değerleri desteklemeyi sürdüren ilerlemeciler ve realistler, biri Çin diğeri ABD hakkında olan iki temel yanlış anlamadan mustariptir. İlk anlamadıkları nokta, Çin Komünist Partisi'nin (CCP) temel Marksist-Leninist dünya görüşüdür. Pekin, liberalizmin teşvik ettiği evrensel değerleri, varlığının devamı için ölümcül bir tehdit olarak görüyor. Bu sonuca ise demokratik reformlar, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü çağrısında bulunan 1989 Tiananmen Meydanı protestolarına ve iki yıl sonra Sovyetler Birliği'nin çöküşüne tanık olduktan sonra vardı. Bu görüşe göre liberalizm ve Komünist Parti, Çin içerisinde bir arada bulunamaz ve liberalizmin değerlerini evrensel olarak kavraması Pekin için aktif ideolojik savaşı bir gereklilik haline getirmektedir.

Pekin, Batılı eleştirmenler konuyu keşfetmeden çok önce, kendisini Batılı liberalizmle ideolojik bir rekabet içinde gördü.

Komünist Parti bu görüşü, Nisan 2013'te, daha çok “Belge 9” olarak bilinen, "İdeolojik Kürenin Mevcut Durumuna İlişkin Tebliğ" adlı bir belgede doğrudan dile getirdi. Bu belgede Komünist Parti, iktidarı üzerindeki hakimiyetini engelleyen yedi "tehlike" konusunda uyarıda bulundu. Bu tehditler arasında "Batı'nın değerlerinin tüm insan uygarlığı için hâkim norm olduğu", "Batı'nın özgürlüğü, demokrasisi ve insan haklarının evrensel ve ebedi olduğu" ve "tüm insanlık için geçerli olduğu" iddiaları vardı.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, kamuoyuna yaptığı açıklamalarda bu bakış açısını sürekli olarak pekiştirdi. Temmuz 2013 gibi erken bir tarihte, partiyi "şu anda ideolojik alandaki mücadelelerin olağanüstü şiddetli olduğu" ve "görünmemesine rağmen, ölüm kalım mücadelesi içerisinde oldukları" konusunda uyarıyordu. Xi Jinping, “Batı düşman kuvvetleri, ‘Batılılaşma ve Çin'i açık ve gizli bir şekilde bölme’ stratejisiyle, Çin'deki ‘barışçıl evrimi’ ve ‘renkli devrimi’ hızlandırıyor” dedi.

Aynı şekilde, Ocak 2014'te Xi Jinping, ABD'nin Komünist Parti rejimini baltalamak ve Çin'in yükselişini durdurmak için liberal fikirleri kullanmakta çaresiz olduğu "hain bir uluslararası durumdan" ve "iki ideolojinin yoğunlaşan rekabetinden" bahsediyordu. Pekin ile on yıllarca süren stratejik "sürtüşme" ve ardından 2018'de ABD-Çin ticaret savaşının başlaması ertesinde Washington'daki yaygın hayal kırıklığının büyümesi neticesinde ABD-Çin ilişkilerinin daha da rayından çıkması, Xi'nin Çin'in ideolojik bir savaşın sonunda olduğuna olan inancını arttırdı.

Bu nedenle Pekin, Batılı eleştirmenler konuyu keşfetmeden çok önce, ABD'nin savunduğu Batı liberalizmiyle uzun süredir devam eden ideolojik rekabete girdi. Batı, liberal değerleri desteklemeye devam ettiği sürece Çin'in ikna olabileceğini düşünmek bir hatadır.

İkinci yanlış anlama, Komünist Parti’nin en azından bir konuda haklı olduğunun kabul edilmemesidir: Liberalizm, birçok Amerikalının unutmuş olmasına rağmen, insan hakları ve demokratik normlar hakkındaki fikirleriyle, gerçekten de bir ideolojidir. Liberalizmin 20. yüzyıldaki ideolojik rakipleri faşizm ve Sovyet komünizminin yenilgisinden sonra evrenselleştirilmiş Batı liberal demokrasisini, Francis Fukuyama'nın 1989'daki "Tarihin Sonu" adlı makalesinde savunduğu gibi "insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve hükümet tipinin son şekli” olarak görmek alışkanlık haline geldi. Başka bir deyişle, Batılı hâkim düşünce liberalizmi, Çin'in “Belge 9'unda” tam olarak iddia ettiği gibi görmeye başladı: "Tüm insan medeniyeti için hakim norm."

ABD-Çin ideolojik rekabetiyle sorunu olanların anlamadıkları nokta şu: İnsan hakları ve demokrasiyi desteklemek aslında bir ideolojiyi savunmaktır. Bu hal, Washington'un bunları yapmaması gerektiği anlamına gelmez, ancak en azından bunların tarafsız bir pozisyon olmadığının farkında olması gerekmektedir.

ABD’nin demokrasinin üstünlüğünü ve insan haklarının evrenselliğini desteklemekten vazgeçme ihtimalinin oldukça düşük olduğu ve Komünist Parti’nin kendisini batıyla ideolojik bir rekabete yoğunlaşmış olarak gördüğü göz önüne alındığında, ideolojik rekabet, hoş karşılansın ya da karşılamasın, daha geniş bir ABD-Çin stratejik çekişmesinin kaçınılmaz bir parçası olacaktır.

Bunun yerine doğru soru, bu ideolojik çatışma unsurunun ABD-Çin stratejik rekabeti etrafında, açık çatışmaları önleyebilecek daha geniş bir stratejik çerçevede nasıl yönetileceğidir. Bu, Trump yönetiminin zaman zaman açıkça ortaya çıkardığı gibi, Çin'deki rejim değişikliğinin, ABD’nin stratejik bir hedefi olmasından kaçınmak anlamına gelebilir. Bu da ABD'nin Çin'e yönelik insan hakları eleştirilerinde hem söylem ve yaptırım hem de cezalandırıcı önlem bakımından daha sert bir politikaya dönüşmemesi adına dikkatli olması anlamına geliyor. Ama önce, Batı'da uzun süreli soğuk savaş tarzı bir çatışmaya karşı temkinli olanlar, Çin ile bir miktar ideolojik rekabetin kaçınılmaz olduğunu kabul etmelidir.

Nathan Levine, Asya Toplum Politikası Enstitüsü'nde Çin danışmanı.

ForeignPolicy

Tercüme: Abdulkerim Kiracı