Osmanlı padişahlarının ilim adamlarına, hüner ve marifet sahiplerine ve tabii ki sanat erbabına büyük bir saygı duydukları öteden beri biliniyor. Padişahların nezaretinde ve “Huzur Dersleri” adıyla sarayda yapılan sohbetlerin de böyle bir muhabbetin neticesinde ortaya çıktığını kabul etmek gerekiyor. Yerli tarihçilerin yanı sıra Batılı ilim adamları da Osmanlı kültür hayatını süsleyen ilim meclislerine, kütüphane sohbetlerine ve benzeri toplantılara eserlerinde yer veriyorlar.

Bu mukaddimeden sonra belirtmek isterim ki, Osmanlı hükümdarları arasında âlimlerle, ediplerle ve şairlerle bir araya gelmekten, onlarla hembezm olmaktan, hatta nükteli sözlerle kendileriyle şakalaşmaktan en çok hoşlanan padişah Fatih Sultan Mehmet Han’dı. Bu büyük padişah, İstanbul’u fethetmeden önce hem milletin hem de ulemanın gönlünü kazanmıştı. Eğer İkinci Mehmed’in birinci vazifesi kalplere hükmetmek olmasaydı, dünyaya hükmetmesi de mümkün olmayacaktı.

Fatih’ten ve İstanbul’un fethinden söz eden hemen hemen bütün tarihçiler eserlerinde onun ilme ve ulemaya olan düşkünlüğüne ayrı bir yer veriyorlar. Hükümdarın tam bir cazibe merkezi olduğunu, mıknatısın demir parçalarını çektiği gibi, İstanbul fatihinin de bu kadim şehri bir dârülulûm yani ilim şehri haline getirdiğini itiraf ediyorlar.

Kronikler de dahil, bütün tarih kitaplarında – dipnotlar, hâşiyeler ve zeyiller halinde bile olsa – bu cihan hükümdarının bizzat kendisinin de büyük bir âlim olduğu belirtiliyor. Fatih devri ilim ve sanat hayatını anlatan yüzlerce, binlerce makalenin yanı sıra müstakil kitapların da kaleme alındığını biliyoruz. Buna iki önemli misal olmak üzere Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in hacimli eseriyle, Sâmiha Ayverdi’nin “Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih” adındaki kitabını gösterebiliriz.

Sâmiha Hanım, bu eserinde Fatih’in ilk hocaları başlığı altında Molla Gürânî’yi, Molla Hüsrev’i, Hocazâde’yi anlattıktan sonra yine “Fatih’in Müsahip Hocaları” başlığını taşıyan bölümde Molla Zeyrek, Hızır Çelebi, Ali Tûsî, Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Molla Lütfi gibi büyük ve değerli ulema hakkında da ayrıntılı bilgiler veriyor. Asrın önemli şairlerine yer verilen bölümde ise, Şeyhi, Ahmet Paşa, Necâti, Mahmut Paşa, Zeynep Hatun, Mihri Hatun ve Melihî gibi isimlere de rastlıyoruz. Müellifimiz – tabii ki – bu isimleri tanıtırken sağlam Osmanlı kaynaklarının yanı sıra yabancı kaynaklardan da istifade ediyor.

Şunu da belirtmek gerekir ki, başta Akşemseddin olmak üzere, Fatih’in etrafında pervane olan ilim, sanat, edebiyat ve tasavvuf erbabı sadece yukarıdaki isimlerden ibaret değildi. Bu büyük hükümdarla senli benli konuşan, latif latifeler anlatan, fakat az bilinen başka bilginler de vardı. Mesela “Ümm-ü Veled” yahut “Nüktedan Hoca” lakaplarıyla tanınan Mevlânâ Hüsameddin de işte bunlardan biriydi. İtiraf edeyim ki, Fatih’in hocalarına az çok âşina olduğum halde bu zât-ı muhteremi ben de bilmiyordum. 10 Nisan 1959 tarihli “Büyük Doğu”da onunla ilgili olarak yayımlanan yazıyı okuyunca İstanbul fatihinin cazibesine kapılan bir bilginle daha tanışmış olduk. Sizin de bilgi dağarcığınıza katkıda bulunmak için bu yazıyı aşağıya alıyorum:

“Mevlânâ Hüsameddin, Fatih’in çok sevdiği bir ilim adamıydı. En ileri ve yüksek dereceli medreselerden birinde müderristi. Ümm-ü Veled, lakabıyla şöhret bulmuştu.

Şakâik müterciminin ağzıyla, ‘Mevlânâ Ümm-ü Veled Efendi, ulum-u âliyenin babası’ olmuştu.

Her kitabı fâtihasından hâtimesine kadar tashih ve tenkid ederdi. Çok zengin bir kütüphanesi vardı. O, kendisini kitaplar ve meseleler içinde kaybederdi. Geniş mesaisi onu dalgın yapmıştı. Fatih medreselerinden olup kendisine tahsis edilen ve her gün ders verdiği dershaneyi – dalgınlığı yüzünden – kılavuzsuz bulamazdı. Yalnız gittiği zaman başka medresenin başka odasına girerdi. Talebeleri onu ararlar, bulurlar koltuğuna girerek kendi dershanesine getirirlerdi.

Fatih, Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyarete giderken Ümm-ü Veled Efendi, yol üzerinde bulunan evinin önünde padişahı selamlar, ona şerbet ikram ederdi.

Fatih:

* Bu şerbeti gayrın elinden içmezem, ancak senin elinden içerim der, onunla tatlı tatlı konuşurdu. Ümm-ü Veled Efendi’nin konuşması çok güzeldi. Tatlı ve âhenkli sesiyle dinleyicileri âdeta büyülerdi. Onun nükteleri pek meşhurdur. Fatih, seferlerinden birine gitmek üzereyken muhteşem bir uğurlama alayı ile İstanbul’dan çıkıyordu. Pâyitahtın en kudretli ve yetkili âlimleri her vakit olduğu gibi padişahın etrafında hâlelenmişlerdi. Davullar ve kös-ü hâkâniler çalınıyordu. Fatih, böyle zamanlarda bile ilmi müsahabeleri (sohbetleri) severdi. Âlimler, bir âyet üzerinde konuşuyorlar. Allah’ın, zaten iman etmiş olanlara ‘İman ediniz şeklinde hitap buyurmasındaki mânâyı inceliyorlar, fakat bunu bir türlü

izah edemiyorlardı. Hazret-i Fatih, Ümm-ü Veled Efendi’ye dönerek:

* Siz ne buyuruyorsunuz Mevlânâ, sorusunu yöneltti. Ümm-ü Veled Efendi şöyle cevap verdi:

* Orduyu hümâyununuzun davul ve kös-ü hâkânî sesleri bu sualin cevabını kulaklara söyleyip dururken meselenin çözülmemiş bir tarafı kalmamıştır ki Hünkârım!

Bu cevap padişahı hayrete düşürmüştü. Cevaptaki nükteyi ve inceliği birden kavrayamamıştı.

* Hocam anlayamadım, biraz daha açıklar mısınız, dedi.

Ümm-ü Veled Efendi, muradını biraz daha açarak:

* Devletlû Hünkârım, davullar ve kös-ü hâkânîniz bu sualin cevabını ‘düm…düm..’ diye cevap verip duruyorlar, dedi.

Arapça ‘düm…düm’ kelimeleri ‘devam et.. devam et!..’ mânâsına geldiğine göre, bu âyetteki ‘âminû’ cemi sigasıyla ‘imanda devam ediniz!’ demektir. Yani Allah’a ve peygamberine iman edenler, bu imanınızda devamlı ve sebatlı olunuz!

Ümm-ü Veled Efendi’nin bu açıklaması padişahın çok hoşuna gitti ve Fatih güldü. Bu gülüş etrafındakilere de sirâyet etti. Herkesin Ümm-ü Veled Efendi’ye olan hayranlığı, padişahın saygısı ve sevgisi gibi arttı.

Ümm-ü Veled Efendi, bir gün padişahın huzuruna kabul edildiği zaman padişahın eli yerine avucunun içini öpmüştü. Padişah, âdete ve hürmet geleneğine uygun olmayan bu öpüş şekline hiç itiraz etmemiş yalnız şöyle sormuştu:

* Mevlânâ, niçin avucumu öptünüz?

Yarının Dünyası - Dr. Martin Rees Yarının Dünyası - Dr. Martin Rees

Ümm-ü Veled Efendi, cevabını âhenkli sesine inci gibi dizerek şu cevabı verdi:

* Türkçede ‘aya’, ‘avuç içi’ demektir. Bu, devletlûmden rica ettiğim bir nimetin ilk parçasıdır. Yani “Ayasofya” kelimesinin başıdır. Ayasofya’nın müderrisliğini istirham ettiğim için ‘aya’nızı öptüm!

Bu zarif buluş da Hünkâr’ın çok hoşuna gitti. Kendisine Ayasofya Medresesi Müderrisliği’ni verdi.”

Ulema semtinin sakinleriyle

Fatih arasında geçen böyle daha

bir çok latif latife var. Onları da – inşallah – sırası gelince naklederiz.

Dursun Gürlek, Yeni Şafak