İslâmcılığı İslâm dairesinin dışında görmek, İslâm kelimesinin köküne itiraz olacağı için ben ilkin gerçek İslâmcılığı yani Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın mutlak manada tek olan Rabbine kulluk sözünün sorumluluğuyla, yine Rabbini hayatının her alanında söz sahibi kılma mücadelesini Nebevi usûlle bireysel ve toplumsal olarak veren öncü Müslüman şahsiyetin inancı olarak tanımladıktan sonra; ümmete miras kalan Nebevi duruşun ve hareket anlayışının uzağında, ötekileştirildiği dünyanın fikir ambarından kendisini ve toplumunu tanımlama arayışında, kökleri 19.yy’ın başlarına dayanan modern zamanın siyasî kuramı olarak karşımıza çıkan Neo İslâmcılıktan bahsetmek istiyorum..

Hazret-i Adem (as) ile başlayan ve Son Nebi ile devam eden, gayesi Tevhid ve Adalet olan İslâm’ın sözde Öze Dönüş adına kuru akıl vasıtasıyla 1500 yıllık birikimini geleneğe hapsederek özünden koparan, 19.yy’ın başında hakim modern dünyanın sorduğu soruya yine arzuladığı cevabı üreten Neo İslâmcılığı, ”Bilginin ve mutlak hakikatin kaynağının beşer olduğu iddiasına sahip modernizmin muktedir olduğu zamanlarda, sırtını yitirdiği güneşe dönen ve Emperyalist Avrupa’nın sözde medeniyetinin yalancı cazibesi karşısında, kompleks bir tavırla “neden geri kaldık?” sorusuna cevap ararken, fikri sıratta asılı kalan sarıklı aydınların ve papyonlu münevverlerin, Batı aklının ruhsuz gözlüğünü takıp İslâm alemine boş şifa arama çabası” olarak tanımlıyorum.

Neo İslâmcılığın çıkış noktası ideolojiler çağına denk gelir ki devletlerin siyasî ve ekonomik yol arayışlarında o günkü aydın birikiminin tezleri yön verici mahiyettedir. O günün Aydın rolünü İslâm coğrafyasına taşıma memuriyetini de yine onların gölgesinde reçete arayan taklit işçisi, yarı aydın yarı ulema sınıfı üstlenmiştir.

Osmanlının son yüzyılında gerçek ulema üretkenliğini siyasî çalkantılar içinde yitirirken, bir kısmı da geçmişin fıkhî mirasını yemekle meşgul oldu, sarayla medrese arasında mekik dokuyan ulemanın yerini yine sarayla Avrupa arasında git gel yapan aydın sınıfı aldı. Devletin ana kimliğinin İslâm olması, hilafet müessesesinin özünü yitirse de işlevinin devam etmesi yeni aydınların bu eksende fikir üretmesini sağladı. Lakin devlet zayıfladıkça bu aydın söylemlerinin de sekülerleşmeye doğru evrildiğini görüyoruz. Çünkü aydın düşüncesinde İslâm yalnızca bir ahlâk sistemiydi; halk arasında ritüellerle yaşayan ama devlete müdahale etme hakkı olmayan bir din. Cumhuriyet sonrası yine aydınlar eliyle şekillenen muhafazakarlığın da öze dönüş gibi bir derdi olmadı tam aksine dünyevi saiklerle gelenek olarak adlandırdığı dini kendince biçimlendirmek istedi.

Her ne kadar bu aydın İslâmının dilinden, Müslümanların ana gayesi olan “İttihad-ı İslâm” emeli eksik olmasa da slogandan öteye gidemedi. Perde arkası ideologları olmak istedikleri sarayla, fikirlerinin sadık yurdu Avrupa arasında mekik dokuyan Neo İslâmcı aydınlarımız, ihmal ettikleri ve tepeden baktıkları halkın nezdinde yer edinemediler. Hem düşünce, hem de yaşam biçimleriyle akıllardaki kurtarıcı fikir ve öncü adam rolünü sağlayamadılar.

Renan, İslâm’ı ilmi gelişmeye kapalı bir din olarak gördüğünde “hayır beyefendi! İslâm terakkiye mani değildir” cılız cevabını modern bir kompleksle vermeye muktedir kişi fraklı resmiyle hafızalarımızda yer edinen ilk İslâmcı olarak nitelendirilen Namık KEMAL idi. 

Türkçülüğün ilk mimarlarından Yusuf AKÇURA yine İslâmcılığın ilk sözcülerinden olan Afganiyi Türk milliyetçiliğine ilham verenler arasında sayıyordu. Aynı Afgani bir yandan Türklerin dine hurafe soktuğundan bahsederken, Türk milliyetçiliğin fikir babası Ziya GÖKALP tarafından da öve öve bitirilemiyor, bir yandan da ümmet coğrafyasında milliyetçiliği alevlendiriyordu. Afgani’nin İttihat-ı İslâm emeli ile çelişen İslâmcılığı Milliyetçiliğin lokomotif olarak kullanıldı ve bunu Hindistan’a, İran’a, Mısır’a taşıdı. Bu üç ülkede de gelinen durum ortada, Batı menşeli milliyetçiliği esas alan resmî ideolojiler ve üçünde de millileşip sisteme entegre edilen dinle karşı karşıyayız. Houran’in ifadesiyle Afgani’nin ve yol arkadaşı Abduh’un İslâm dünyasına bıraktığı miras, İslâm’a hürmetkar onu vazgeçilmez bir bağ olarak gören ama siyasal ilkelerini İslâm’dan değil Batı aklından alan laik toplum anlayışını üretti. Bu tespit Neo İslâmcılığın geldiği noktayı ifade etmekte son noktayı koyar nitelikte. Lakin bu damar toplumun tüm ideolojik dinamiklerinde hâlen devam etmekte olan izler bıraktı ve bırakmaya devam ediyor.

Tanzimatla birlikte başlayan yerli olana karşı kötü, dışarıdan gelene ise sorgusuz sualsiz iyidir gözüyle bakan taşımacı eklektik kafanın, yüzyılın başında tüm hareketlerde kendini gösterdiği şüphe götürmez. Devleti yıkılmaktan nasıl kurtarırız arayışını üç tarzı siyasette (İslâmcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük) arayan aydınların sunduğu üç düşünce biçimi de bu eklektizmden nasibini fazlasıyla aldı. Özellikle, Modern Türkiye’nin doğuşundaki Militar laisizm tüm uygulamalarıyla bu fikrin heykelleşen eseri hükmündeydi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında pozitivist aydınların kendini Durkheimci, muhafazakarların ise Bergsoncu olarak ifade etmeleri bu Aydın kopuşu fotoğraflıyor. Sonrasında Neo-İslâmcılığın J. Paul SARTRE’yi kıymetli olarak seçip İmam Gazali’yi aklın düşmanı ilan etmesi, 3000 yıllık Yunan düşüncesini tereddütsüz okurken İslâm’ın nakil kaynaklarına karşı şüpheyi merkeze koymaları ayrı bir trajedi. Batı’da aydın olmanın ve kalmanın temel prensibi kutsalı didiklemekti ve son safhada çürütmek, bugün modern düşüncenin Sahih İslâm’ın içine sızarak Tarihselci bakış açısıyla liberal öğütlemelerde bulunması, İslâm’ın had cezalarını Batılının gözüne girme adına zamana hapsetmeleri, Neo-İslâmcılığın bize kalan başka bir sorunlu mirası.

Şunu kabul edelim ki, Neo-İslâmcılığın gündeme sık sık oturarak hâlen kendini tanımlama çabası, eklektik düşünceden nasiplenişiyle aynı paralelliktedir. Zira Batı’da cereyan eden her düşünce biçimi ya da görüş Neo-İslâmcılıkla 100 yıldır ortak bir hat üzerinde durmakta.

Müslümanların gerileme sebebinin faturasını dinamik olmayan fıkha kesenler, “Batı ne der?” yaranma endişesiyle, sürekli Hakikati budama işinden sıyrılıp, yeniden kökleriyle ve toplumlarıyla barışık olmadan muktedir olamayacaklarını ne zaman kabul edecekler?


Baran Dergisi 617. Sayı