Bir an önce hatalarımızı görüp kendi köklerimize dönmeliyiz. Zira hatalarını görme istidadını yitirmiş bir toplum için “var olma”nın da bir anlamı yoktur.

Marx’ın sermayenin genel formülünde belirttiği gibi, finans kapitalin seyri, nihaî kriz emareleri gösteren merkezlerden, kapitalizmin yükselen merkezlerine doğrudur. Ve bu durum, en başından beri kapitalist sistemin belirleyici bir özelliğidir; nöbet değişiminin, bir sermaye birikim sisteminden bir başkasına geçişin habercisidir. Ancak günümüzde, kapitalist sistemin bu alışıldık işleyiş tarzında sanki bir şeyler değişmiş gibi görünüyor. Zira Amerika, sistemin çöken merkezi konumunda olmasına rağmen, kapitalizmin hâkim tepelerini tutanlar, başka bir merkezde yoğunlaşmak yerine hala Amerika üzerinde ısrarcılar. Gerileyen kapitalist gücü (Amerika) devletler ve devlet dışı örgütler aracılığıyla desteklemeye devam ediyorlar. Fransa ve Almanya gibi, destek vermekte isteksiz davranan ülkeleri de terörle, ekonomik tedbirlerle terbiye etme peşindeler. Amerika’yı gözden çıkaramamalarının en önemli sebebi ise, kapitalizme liderlik edebilecek başka bir Batılı gücün olmaması. Doğu Asya ve Güney Doğu Asya ülkelerinin istenmemesinin en büyük sebebi de bu. Dahası; kapitalizmin dünyanın başka bir yerinde Avrupa’daki kadar gelişip serpilme şansı neredeyse hiç yok. İnsanı ve coğrafyasıyla kapitalizmin fideliği Avrupa’dır. Doğuda da müteşebbis gruplar vardı ve Avrupa’dakine benzer usûllerle, benzer tekniklerle yüzlerce yıl ticaret yaptılar. Lâkin kapitalist unsurlar Avrupa dışında hiçbir yerde, Avrupa’dakine benzer bir biçimde hiçbir zaman birleşemedi. Malî ve siyasî güçler başka hiçbir yerde Avrupa’daki kadar örtüşemedi. Dolayısıyla kapitalizmin tarihinde izaha kavuşturulması gereken asıl soru; feodalizmden kapitalizme geçişin serencamından çok, dünyayı tüm üstündekilerle birlikte yutmaya hazır modern yamyamlığa niye sadece Avrupa’nın fidelik ettiği sorusu olmalıdır.

Gelinen nokta itibariyle; bunama emareleri gösteren Batı Medeniyeti’nin sömürgeleştirme, aşılama ve başka kültürlerden beslenme marifetiyle elde ettiği yaratıcı güçler zayıfladıkça, amiyane tabirle; “kırkından sonra azanı teneşir paklar” misâli, ömrünün sonuna doğru dünya hâkimiyeti için duyduğu hayvanî iştah da iyice kabardı. Radikal bir biçimde yeniden yapılanmalara, yeniden örgütlenmelere doğru bir değişimi gerçekleştirmeye soyundu. Küresel güç merkezi dünya imparatorluğuna doğru giderken, hem devletle sermayeyi farklı bir konseptte yeniden örtüştürme, hem de dünya üzerindeki sermaye fazlası verimli kaynaklara bir şekilde el koyma peşinde. Modern haramiler ve onların irili ufaklı zorba uşakları, bu yolda, insan karakterindeki alçalmanın her türlüsüne başvurmaktan bir an bile imtina etmeyeceğe benziyor. İstiyorlar ki; insanlık kendilerinin kurguladığı bir kaderi yaşasın! Emellerini gerçekleştirebilmenin manivelâsı olarak da sorunlar çözüme yeğ tutuluyor. Engel teşkil edebilecek her türlü oluşum ya demokratik olmamak ya da terörizm yaftasıyla damgalanıyor. Hak ile halk arasındaki bağı koparan, toplumun düşünme tarzında temel nitelikte bir farklılaşmaya yol açan “şizofrenik bir yapı” kurma derdindeler. Dünyevî mutlak arayışı içindeler. Ne var ki, böylesine şizofrenik bir yapının dünyada tek başına hâkimiyet kurma girişimi, insanlığın da geri dönüşü olmayan bir biçimde tehlikeli bir sürece sokulması anlamına gelir ki, tek tip bir kültürün bu şekilde dayatılması, insanlığın tüm yaratıcı damarlarını dumura uğratır. Bu netameli sürece dur diyebilecek tek medeniyet ise İslâm Medeniyeti. Ve insanlığa kurtuluşunu müjdeleyen yeni bir ruh Doğu’dan yükselmeye başladı. “Bu oyun”u kurgulayanlar ve bu “şeytanî plan”ı yapanlar bunun bilincindeler. Nihaî bir hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu da görüyorlar. Bu sebeple, hem dinî hem dünyevî olanı tekrar kalıba döküp yeniden tanzim etmek, İslâm’ın içini boşaltıp İslâm dinini yeniden düzenlemek istiyorlar. Çünkü kurguladıkları yeni sistemin yeni yapılarında dinin yeri yok!

İdeallerini yitirmiş bir toplumda her türlü fetihçi ve evrensel anlayış anlamını yitirir. Şayet kendinize has bir anlam anlayışınız yoksa, inandırıcılığınız da olmaz, açıkta kalırsınız. Demokratik siyasetin ve muhtevadan çok şekilciliği esas alan çoğulculuğun, sivil toplum düşüncesinin istediği şey de tam budur. Resmî ideolojinin, Batı’nın bir ilişkiler bütünü içinde oluşan kültüründen ideoloji ithal ederek, toplum mühendisliğiyle insanımıza giydirmek istediği model de böyle bir şeydi. Bunda da epey başarılı oldu. Fakat devlet resmî ideoloji bağlamında zayıfladıkça, insanımızda da bir nefs emniyeti oluştu. 15 Temmuz’la birlikte bu algı güçlü bir Türkiye algısına dönüştü. Bizi biz yapan değerleri yitirmediğimizi gördük. Gördüğümüz bir başka şey de devletin tüm kurumlarıyla kokuşmaya yüz tuttuğuydu. Tüm bu kokuşmuşluğa rağmen, nasıl ayakta kalabildiğine şaşmamak mümkün değil. Şimdilerde iktidar, halktan da aldığı büyük destekle devleti yeniden yapılandırma derdinde. Ancak bu yeniden yapılandırma sürecinde, kurumların hangi “model” üzerinde yükseltileceği konusunda çaresiz! “Mevcut formlar” üzerindeki bir yeniden yapılandırmanın fayda getirmeyeceğini kendisi de görüyor. Lâkin radikal bir biçimde yeniden yapılandırmalara, yeniden örgütlenmelere doğru gitmek gibi bir kararlılığı da gücü de yok. Dört bir taraftan kuşatılmış olmanın çaresizliği içinde kıvranıp duruyor. Üstelik hangi çıkar çatışması içinde olurlarsa olsunlar, söz konusu olan İslâm düşmanlığı ise gerisi teferruat hesabı, bir araya gelip sarmaş dolaş olabilen, derin bir nefretin birleştirdiği “besleme beyaz tıkaçlar”la uğraşmak da işin cabası! Tüm bu olumsuzluklara rağmen, artık Batı’nın karşısında kendisine dikte edilenleri sorgusuz, sualsiz yerine getirecek bir Türkiye yok! İnsanımızda İslâmî bir kimlik anlayışı üstünden gelişen bir şuur oluştu. Devlet resmî ideoloji bağlamında zayıfladıkça, toplum da geçmişiyle barıştı, gelenekleriyle tanıştı. Bu süreci iyi değerlendirmeli, bir an önce hatalarımızı görüp kendi köklerimize dönmeliyiz. Zira hatalarını görme istidadını yitirmiş bir toplum için “var olma”nın da bir anlamı yoktur.

Dolayısıyla, artık, ideolojisini yitirmiş bir topluma ağıt yakma modunda seyreden, reaksiyoner bir ifade tarzıyla kendimizi tanımlamak hastalığından bir an önce kurtulmalı; Batı’yı, demokrasi oyununda ne kadar maharetli olduğumuz konusunda ikna etmek gibi beyhude bir çaba, ahlâkî bir pejmürdelik içinde olmamalıyız. Zira biz ne zaman bu oyunda ne kadar maharetli olduğumuzu göstermeye yeltensek, her seferinde oyunun kuralları değişiyor. Bize; “Sen ne söylersen söyle, ben bildiğimi sallarım” kıvamında bir pişkinlikle, yeni bir oyuna geçildiği söyleniyor. Dolayısıyla, yıllardır içinde olduğumuz ya da kapısında beklediğimiz içi boş birlikteliklerden bir an önce kurtulmalı, kurtuluşumuzu; bizi biz yapan kendi değerlerimizde aramalıyız.

Batı insanı “gelecek körlüğü”, yani “varlığı” kendinden bilmenin kibri ve küstahlığı içinde istikbâle projeksiyon tutarken, ne doğru hükme varabildi ne de doğru hükmü ayırt etme becerisine sahip olabildi. Sırrını kavrayamadığı bir dünyaya karşı umutsuz bir savaş yürütürken, kendi dünyasının normlarının dönüştüreceği toplumlarda kabul görmemesini, sadece bir kural ve metot eksikliğine bağladı. Evrensel olanı da sadece Batılı değerlerden hareketle tanımlanan olarak gördü. Bunun dışındaki tüm yaklaşımları ya demokratik olmamak ya da terörizm yaftasıyla damgaladı. Böylelikle de her türlü hukuksuzluğu yapmayı kendinde bir hak olarak gördü. Gelinen noktada ise; “Batı modeli” tabu olmaktan çıktı, tartışılır hale geldi. Kendi iç düzeninde de kendi değerlerine olan inancın yitirilmesi tehlikesiyle karşı karşıya! Dahası, “Biz”e söylenmiyordur, fakat kapitalist dünyanın gidişatı zannedilenden çok daha kötü olabilir. Şayet durum bu merkezde ise, kapitalist tarih de hiç hesapta olmayan bir biçimde, tüm serveti ve devlet gücüyle birlikte sona erebilir. Bir yerde, “Amerika’nın da sahibi” olan küresel güç merkezi, böyle bir tehlikenin idrakinde olmalı ki, bir taraftan İslâm düşmanlığını yükselterek kendi iç düzenini koruma, diğer taraftan da yeni sistemin yeni yapılarını kurma peşinde. Muhtemeldir ki Orta Doğu’da ve dünyanın farklı bölgelerinde cereyan eden hadiseler de “bu iş”in dinî, malî ve toprak boyutuyla alâkalı gelişmeler. Dolayısıyla, emellerine ulaşıncaya kadar bunlarda oyun bitmeyecektir. Onun için, huzur arayanlara duyurulur: Bundan sonra huzur yok! Hep İlâhî huzurda olduğumuzu idrak edinceye kadar da olmayacak!

Aylık Dergisi 146. Sayı Kasım 2016