15 Haziran 1826’da, II. Mahmud’un öncülüğünde gerçekleştirilen ve tarihe "Vaka-i Hayriye" (Hayırlı Olay) olarak geçen gelişmeyle birlikte Yeniçeri Ocağı kökten kaldırıldı. Reform girişimlerine karşı çıkan ve devlet otoritesine başkaldıran yeniçerilere karşı, saraya bağlı askerî güçlerle sert bir müdahale gerçekleştirildi; kışlaları topa tutuldu, direnenler öldürüldü veya sürgün edildi. Bu tasfiye sonrası, modern bir ordu kurma hedefiyle “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla yeni ve disiplinli bir askerî teşkilat ihdas edildi. Bu teşkilat, batı tarzı eğitim ve organizasyonla donatılarak Osmanlı'nın merkezi otoritesini tahkim etmeye yönelik köklü bir adım oldu.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Yeniçeri Ocağı’nı bir “iman-ahlâk barometresi” olarak görür. Ona göre aynı kurum, ilk devirlerinde Allah yolunda cihadın sembolüyken, İslâm nurunun gönüllerde “sararıp solması” ile birlikte devletini yağmalayan bir fitne yatağına dönüşmüştür; bu yükseliş-çöküş çizgisini “ulviyetten süfliyete düşüş” diye aktarır.
Kuruluş döneminde Yeniçeri, Orhan Gazi’nin emri ve Hacı Bektaş Velî’nin duasıyla teşkil edilen, disiplin ve vakar timsali ilk meslek ordudur. Cenkten arta kalan zamanda alimlerin halkasında ahlâk ve din eğitimi alır; “bal peteği gibi hendese ahengi”yle kaleden kaleye yürür, üzüm yediği asmanın dibine parasını bırakacak derecede kul-devlet sadakati taşır.
Bozulma XVII. yüzyıl ortasında başlar. Tütün ve meyhane alışkanlığı, Bektaşîliğin içtimaî gevşekliğine sığınan şarap muafiyeti, her cülûsta bahşiş dayatmaları ve saray baskınları derken “düşman yurdunu bırakıp kendi vatanını işgal eden asker” tipine evrilir. Üstad bu hâli “sınırların kaçağı, öz yurdunun alçağı” sözleriyle damgalar. Haçova bozgunundaki dağılma, III. Selim’in Nizam-ı Cedid’ini boğmaları ve Kabakçı vakası gibi hadiseler, devletin beynini ezen yumruk sayılır.
1826’da Sultan II. Mahmud Eşkinci adıyla ıslah denemesine kalkınca Ocağın cevabı isyandır. Et Meydanı’na kapanan yeniçeriler topçu bataryalarıyla kuşatılır; “kışlayı haşere yuvası gibi ateşe vererek” yok etme kararı uygulanır. Toplar ve alevli paçavralar arasında binlerce nefer yanarken, içeriden “bizi diri diri yakmayın” feryatları yükselir; Üstad bu sahneyi tarihimizin en dramatik anı sayar.
Aynı cuma akşamı kaleme alınan ferman, “Yeniçeri namı bile kalmadı” diyerek Ocağı resmen ilga eder ve yerine talimli yeni ordu Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyyeyi kurar. Serasker Hüseyin Paşa kumandasında tesis edilen bu teşkilât, Avrupaî talimle İslâmî ismi birleştirmeye çalışır; ferman eski ocağı, içinde “yüz yıldır türlü fesadlar karışmış” itaatsiz bir güruh olduğu gerekçesiyle mahkûm eder.
Necip Fazıl, Vaka-i Hayriye’yi sırf bir “teknik ıslahat” değil, “Yeniçeri virüsünün kökten kazınıp ruhun temizlenmesi” olarak görür: “Nasıl çivi çiviyi sökerse, Yeniçeriliği kökünden bozmak için de bir kerecik Yeniçeri olmaktan başka çare yoktur; fakat iman, ahlâk, fikir ve adalet sahibi bir Yeniçeri…” Bu yüzden 1826 tarihli fermandaki “Yeniçerilik ismi topyekûn ortadan kaldırılmış ve yerine Muallem Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye tertiplenmiştir” hükmünün gerçek başarı ölçüsünü, kışlalarla birlikte yanan kalplere yeniden İslâm çimentosu dökülüp dökülemeyeceğinde arar.