Modernizm, reform ve dinde tahrifat… Son dönemde hem akademik çevrelerde hem popüler tartışmalarda sıkça duyduğumuz bu kavramlar, İslâm’ın temel hakikatleriyle bağdaştırılarak meşrulaştırılmak isteniyor. Bu mülakatımızda, İslâmî ilimlerle iştigal eden Ali Değermenci Hoca ile bu üç başlık etrafında kapsamlı bir sohbet yaptık.


Modernizmin ve reformculuğun fikrî kökenlerinden günümüzdeki temsilcilerine, Diyanet tarafından hazırlanan “Kur’an Yolu” tefsirindeki problemli yorumlardan Hayrettin Karaman’ın söylemlerine kadar pek çok konuda hocamızın dikkat çekici tespitlerini sizlerle buluşturuyoruz. İslâm’ın asliyetini savunmak, tahrif projelerini ifşa etmek ve hakikat mücadelesine katkıda bulunmak niyetiyle hazırladığımız bu röportajı alâkanıza sunuyoruz.


Modernizm, dinde reform, dinde tahrifat gibi sık sık işittiğimiz kavramlar var. Bunların anlamı üzerinde ne dersiniz? Yani bunları tanımlar mısınız?

Bu kavramlar daha ziyade, son 150-200 yıl içinde, Batı kültürünün dünya hâkimiyetini tesis etmesi sürecinde gündeme gelmiştir. Modernizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Batı toplumunda sanayileşme, şehirleşme ve teknolojik ilerlemenin getirdiği hızlı değişimlere bir cevap olarak ortaya çıkan kültürel ve sanatsal bir hareket diye tanımlanıyor ve beraberinde seküler/dünyeviliğe dayalı bir hayat tarzı getiriyor. Geleneğe karşı bir çatışma, ondan kopuş, toplumsal ve politik hayattaki hızlı dönüşüm ve değişim var yani modernizmin temelinde.

Elbette bunun bir arka planı da var: Hurafelerle dolu Hıristiyanlık, gelişen şartlar çerçevesinde Batı insanını daha fazla tatmin edemez, avutamaz hâle geliyor. Böylece sadece kendini değil, neredeyse bütün bir insanlığı felakete sürükleyen materyalist bir Batı toplumu ve Batı kültürü ortaya çıkıyor. Bugün Batı'ya baktığımızda ne görüyoruz? Sınırları belli olmayan bir başıboşluk. Buna bağlı serkeşlik, küstahlık, sosyal ve ahlâkî kontrolsüzlük, şımarıklık. Bu sefihliği bize “dünya kültürü” diye yutturmaya çalışıyorlar.

Modernizmin veya halkımızın dilindeki karşılığıyla çağdaşlığın iki temeli vardır: Değişkenlik ve dünyevilik. Bunu çok iyi bilmek lâzım. Bu sebeple, mutlak hakikatin adresi olan İslâm, modernizmi reddeder. Dünya-âhiret dengesini esas alan bir hayatı, bu hayat içindeki ilmî faaliyetleri teşvik eder.

Modernizmi biraz uzun izah ettik, diğerlerini daha hızlı geçelim: Reform, köklü değişiklik anlamına gelir. Mevcut yapının kısmen veya tamamen değişmesini esas alır. Allah'ın nizamı, sistemi olan İslâm, ekmel ve mütekâmil bir yapı olup, reformun her türlüsünü reddeder. Tahrifat, bir şeyin aslını bozma ve değiştirme anlamına geliyor. Tahribat da ona yakın bir kelime; harap etmek, yıkıp bozmak, zarar vermek, kırıp dökmek demek. Bunların hepsi de doğrunun zamana ve mekâna bağlı olarak değişebileceğine inanmak temelinde birleşirler. Dolayısıyla İslâm açısından küfürdürler. İslâm’ın neresi bozulmuş ki değiştirilsin? Neresi yozlaşmış ki ıslah edilsin? Allah'ın yapısını beğenmemek, kişiye küstahlık olarak yeter. Cenâb-ı Hakk hepimizi bu felaketlerden muhafaza eylesin.

Modernist ve reformist fikirlerin başlangıcı kimlerle olmuştur?

Elbette ki bu işin tarihi çok eskilere dayanır. Ama sistematik anlamda Tanzimat’a kadar götürmek mümkündür. Biz biraz daha yakın bir tarihten alalım ve somut örnekler üzerinden gidelim: 1930'lu yıllarda Kudüs'te, Zeytindağı bölgesinde misyonerler bir toplantı yaparlar. Bu toplantıyı idare eden papaz, orada toplanan misyonerlere bir konuşma yapar. Bu konuşmanın ana fikri şudur: “Size Müslümanları Hristiyan yapın demiyorum. Sizden istediğim şudur: Öyle bir çalışma yapalım ki, Müslümanlar kendi dinlerini sorgular hâle gelsinler. İtikadlarını, inançlarını, değerlerini, dinlerinin kaynağını, Kur'an-ı Kerim'i, hadisleri... Bunları tenkit eder hâle gelsinler. Bunu başardığımız zaman, bizim yapmamız gereken çalışmaların çoğunu onlar kendi kendine yaparlar. Ondan sonra biz onları Batı’ya götürerek, iş vaadiyle, başka vaatlerle, hatta cinselliği de kullanmak suretiyle kendi maksatlarımız doğrultusunda çok rahat kullanabiliriz.” 1930'lu yıllarda yapılmış bu misyonerler kongresi, İslâm dünyasındaki tahrifatı hızlandırmada çok önemli bir köşe taşıdır diyebiliriz.

Türkiye özelinde bir diğer köşe taşına geçiyorum: 1949 yılında Ankara İlahiyat kuruluyor. Bilen bilir, “dinde tenkitçilik” bu fakültede ana meseledir. Bunun da temsilcisi, -özellikle belirtiyorum- bugün hâlâ hayatta olan ve aynı fikirleri devam ettiren Mehmet Said Hatipoğlu’dur. Ayrıntılarına giremiyorum. Arkasından 1962-63 yılları arasında Vatikan’da yapılan bir toplantı geliyor. 800 kardinalin katıldığı bu toplantıda Dinlerarası Diyalog süreci başlatılıyor. Biz, geçtiğimiz aylarda çıkan “İslâm'ı Yok Etmeyi Hedefleyen Modern Misyonerlik: Dinlerarası Diyalog” adlı kitabımızda bu dinlerarası diyalog fitnesini etraflıca anlatmış bulunuyoruz.

Gelelim 90’lı yıllara. Şimdi çok önemli bir toplantıya dikkat çekeceğim. Yıl 1994, Nisan ayı. Bursa’da Gönlüferah Oteli’nde, Kur’an Araştırmaları Vakfı tarafından bir program düzenleniyor. Dinde ıslahatı/reformu esas alan bir program. Katılımcılar arasında eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş, daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı yapacak olan Ali Bardakoğlu, Hayrettin Karaman, Hüseyin Atay, şimdi ABD’de FETÖ kaçağı olan Suat Yıldırım, yine Hayri Kırbaşoğlu ve Ali Bulaç dikkat çekiyor. Toplantıda tahtaya bir üçgen veya piramit çiziliyor ve üçe bölünüyor. “K” ile sembolize edilen en üst bölüm, Kur’an ve Kur’an ilimleri üzerinde değişiklik veya ıslahat yapılmasını; “S” harfiyle sembolize edilen ikinci bölüm, Sünnet ve hadis ilimleri üzerinde yapılacak reform çalışmalarını; “F” harfiyle sembolize edilen en alt kısım da Fıkıh ve Usul-i Fıkıh konularında yapılacak değişiklikleri gösteriyor. Daha sonradan kitaplaştırılan bu toplantı da -az önce ifade ettiğim gibi- açık ve net bir “dinde reform” toplantısı niteliğindedir.

Bunu da geçiyorum. Sene 1998. Diyanet, II. Din Şûrası’nı tertip ediyor ve bir Vatikan projesi olan Dinlerarası Diyalog’u faaliyet kapsamına alıyor. Bakın tekrar ediyorum: Vatikan’ın üç yıl boyunca üzerinde çalışarak piyasaya sürdüğü bir fitneyi -Dinlerarası Diyalog fitnesini- Diyanet kurumsal mânada sahipleniyor ve bu doğrultuda nice faaliyete imza atıyor. Hâlbuki Diyanet’in kuruluş kanununda, İslâm’ı doğru olarak anlatmak ve tatbik ettirmekle yükümlü olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hristiyanlığın bir projesini, Müslümanların projesiymiş gibi faaliyet kapsamına almak, hem o kanuna muhalefettir hem de ind-i ilâhîde büyük bir sorumluluktur. II. Din Şûrası’ndaki tebliğ ve müzakereler, iki ciltlik bir kitapta toplanmış ve basılmıştır. Temin etmek mümkündür. Muhterem okuyucularımıza bu kitaptan özellikle Mehmet Aydın’ın konuşmasını tetkik etmelerini tavsiye ederim.

II. Din Şûrası’ndan bir sene sonra, 9-11 Temmuz 1999 tarihlerinde yapılan 2. Abant Toplantısı da bu sorunuza cevap olarak anmamız gereken hadiselerden biridir. “İslâm’ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar” adlı kitabımızda bu konuda gerekli mâlumat verilmiştir. Ve son olarak, Dinlerarası Diyalog’u faaliyet kapsamına alan Diyanet’in, “Diyanet’in tefsiri” namıyla bastığı bir tefsirden de bahsetmek isterim ki, o da hepimizin bildiği gibi, Hayrettin Karaman riyasetindeki dört kişilik bir komisyon tarafından hazırlanan “Kur’an Yolu Tefsiri”dir.

Modernist ve reformistlerin dış kaynaklarının değerlendirmesini yapar mısınız?

İslâm dünyasındaki reformist ve modernist görüşler Müslümanlar arasında ortaya çıkmamıştır, Avrupa menşelidir. Mâlumunuz, Müslüman olmadığı hâlde İslâm dini ve Müslümanlar üzerinde çalışan, sözüm ona ilim adamı/akademisyen, araştırmacı görünümlü şahıslara müsteşrik yahut oryantalist denir. Bunlar ya Yahudi’dir ya da Hristiyan’dır. Ve bu müsteşriklerin çalışmaları siyasî yönden de desteklenmiştir. Vatikan ve İngiltere burada ilk akla gelen ülkelerdir. İngiltere'nin bilhassa Hindistan'da yaptığı tahrifatlar gayet iyi bilinmektedir.

Yıl 1878. Yer İngiltere, Lordlar Kamarası. Konuşan, Birleşik Krallık Başbakanı William Gladstone. “İslâm’ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar” adlı kitabımızdan bir pasaj okuyorum: William Edward Gladstone, 1878 yılında İngiltere Lordlar Kamarasında, eline Kur'an-ı Kerim'i alarak şöyle demişti: “Müslümanların elinden bu kitabı almadıkça onlarla baş etmemiz mümkün değildir. Ya bu kitabı ortadan kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur'an'dan soğutmalıyız.” Birincisi mümkün olmadığına göre oklar ikinci yol haritasını gösteriyordu. Zaten bu yöndeki faaliyetlere çoktan başlamışlardı. Bu süreçte Geleneksel İslâm olarak niteledikleri Sünnî Müslümanları, yani Ehl-i Sünnet Müslümanlarını hedef aldılar. Hadis, sünnet, fıkıh, müçtehit, mezhep, kader, şefaat, ehl-i kitap gibi kavramların ters yüz edilmesi gerekiyordu.

Peki, bunu kim yapacaktı? İngilizler bu doğrultuda pek çok yerli reformist yetiştirdi. Mesela bunlardan biri, 1800’lü yıllarda Hindistan’da İngiliz işgaline destek veren Seyyid Ahmed Han’dır. Cihadı nefis terbiyesine indirgeyip fiilî cihadı inkâr etmiş, İngilizleri överek Müslümanların cihad fikrini yok etmiştir. Diğeri Mirza Gulam Ahmed’tir. Şiî-İsmailî kökenlidir. Sünnet ve hadisleri inkâr etmiştir, Kur’ancılık yolunun Hindistan’daki ilk temsilcisidir. Hint Müslümanlarının imhası, bu iki ajan eliyle olmuştur. Bölgedeki 400 yıllık İslâm devleti bunların çalışmalarıyla ortadan kaldırılmıştır. Bu akım daha sonra Mısır’a sıçramış, Cemaleddin Afganî, yardımcısı Muhammed Abduh ve onun talebesi Reşid Rıza tarafından yürütülmüştür. Bu reformist fikirler daha sonra Türkiye’ye de sıçramıştır. Bu akıma karşı Osmanlı'nın son Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi ve Zahid el-Kevserî ciddi mücadele vermiştir. Allah kendilerine rahmet eylesin.

Müsteşriklerin hedefleri doğrultusunda çalışan bir başka isim, Rusya Kazan’dan Musa Carullah’tır. Birtakım dolambaçlı yollardan Sünnet’i inkâr etmiştir. Türkiye'de Mehmet Said Hatipoğlu ve Mehmet Görmez gibi isimleri etkilemiştir. Bir başka isim, Mısır’da Nasr Hamid Ebu Zeyd, “İlâhî Hitabın Tabiatı” adlı kitabıyla Kur’an'ı edebî metin gibi göstermeye çalışmıştır. Bu kitap Mehmet Emin Maşalı tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Muhammed Esed de -ki asıl adı Leopold Weiss’tir- burada anılması gereken biridir. “Kur’an Mesajı” adlı -güya- bir tefsir-meâl yazmıştır. Çok büyük cinayetlerin işlendiği, çok büyük tahrifatın yapıldığı bu kitap, ne hazindir ki Türkiye’de bazı çevrelerde başucu kitabı yapılmıştır.

Gelelim Fazlurrahman’a. Yahudi kökenli iki müsteşrik olan Goldziher ve Schacht'ın fikirleri İslâm dünyasına Fazlurrahman üzerinden taşınmıştır. Tarihselciliğin temsilcisidir. Çok büyük tahribatlara imza attığı için Pakistan ulemâsı tarafından mürted olduğuna hükmedilmiş ve Pakistan Parlamentosu onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. Amerika’da ölmüş ve orada defnedilmiştir. Onun görüşlerini Türkiye’de Mehmet Görmez ve yardımcısı Mehmet Emin Özafşar seslendirmiştir. Schacht'ın, hadislerin güvenilir olmadığı yönündeki tezin kendilerine ait olduğu, Fazlurrahman’ın buradaki görevinin, geleneksel Müslümanlardan gibi görünerek projenin İslâm dünyasının geneline taşınması olduğu yönünde ifadeleri vardır.

Bitirirken; saydığımız bu reformistlerin fikirlerinin Türkiye’ye taşınması sırasında öne çıkan birkaç isim de vermek isterim: Hayrettin Karaman, Mustafa İslamoğlu, İhsan Eliaçık, M. Said Hatipoğlu. Mesela M. İslamoğlu’nun Goldziher’den tercüme ettiği kitap ve makaleler vardır. Kitap çevirisi dolayısıyla Yahudilerden bir de ödül almıştır. Mehmet Said Hatipoğlu ise bir röportajında, yine Goldziher’den Almancaya çevirdiği bir kitabın, Türkçeye de çevrilmemesinden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir. Bütün bunlar, bu sorunun cevabına başlarken bahsettiğim, İngilizlerin Lordlar Kamarasında aldıkları kararla birlikte değerlendirilmelidir.

Modernistlerin temel argümanları nelerdir?

Argüman; tez, bir şeyin doğruluğu, gerçekliği konusunda inandırıcı belge, bilgi, kanıt demektir. Bizdeki karşılığı delil, burhan ve ispattır. Modernistlerin tezi, değişimin kaçınılmaz olduğu, her şeyin zamanla değiştiği, dolayısıyla dinin de bu değişime ayak uydurmak zorunda olduğudur. Hâlbuki zamana, çağa ve şartlara göre değişen şeyler ilim ve hakikat olamaz. Yani ilim ve hakikat, değişmeyen esaslar üzerine bina edilmiştir. Kâinat gerçekleri değişmez. İnsan fıtratı değişmez. İlim bunlar üzerine bina edildiği için, o da değişmez.

Bugün çağdaşlık gereği doğru sanılan bir şey, 10 sene, 20 sene veya bilemediniz 50 sene sonra modası geçmiş, çağ dışı, faydasız, belki de yanlış sayılacak. 20 sene, 50 sene sonra yanlış sayılması ihtimal dâhilinde olan bir şey, ilim olamaz. Çünkü ilim/hakikat, zamana ve şartlara göre değişmez. Değiştiği iddia edilirse, ilim ve hakikat olmaz. 50 sene sonra çağ dışı ve hurafe olacak bir şeye bugün ben neden hakikat diye inanayım? Bunun anlamı, mantığı olamaz.

İlmin, hakikatin değişmeyeceğine dair çok basit fennî deliller zikredilebilir. Mesela 2x2=4 eder. İlk çağda bu böyleydi. Orta çağda böyleydi. Yeni çağda, yakın çağda, gelecek çağlarda da böyledir. Niye değişmiyor? Çünkü hakikat. Yine mesela, yerçekimi katsayısı 9,81’dir, değişmez. Suyun 100 derecede kaynaması fizikî bir esastır, değişmez. Allah’ın yarattığı kanunlar -ki bunlara sünnetullah veya âdetullah diyoruz- değişmez. İlimler de buna istinat ettiğinden değişmez. Örnek vermeye devam edelim: İnsan fıtratı değişmez. Buna bağlı mantık kuralları, psikolojik kaideler değişmez. İnsan, tarih boyunca aynı insandır.

İslâm, her şeyi bilen Allah’ın binasıdır. Allah yanılmaktan münezzehtir. Cenâb-ı Hakk, Mülk Sûresi'nde, “Elâ ya’lemu men halak / Allah yarattığını bilmez mi?” buyuruyor. Bilir. İşte, İslâm ve diğer bütün gerçekler Allah’ın bilgisinden geldiği için, Cenâb-ı Hakk’ın bilgisi de noksansız olduğundan, hakikatler değişmez. Tarih boyunca vahiyle gelen bütün bilgiler kesin ve nettir. Hristiyanlık ve Yahudilik neden tenkit ediliyor? Çünkü vahye ters düşmüş. Kendi kafalarına göre bazı şeyler uydurmuşlar. Dolayısıyla hakikati ters yüz etmişler ve ondan uzaklaşmışlar. Bundan dolayı da bâtıla düşmüşler. Hâlbuki İslâm, bir noktası bile değişmeden vahiy ürünü olarak günümüze kadar gelmiştir ve bundan sonra da değişmeden devam edecektir.

Peki, o hâlde neden kalkıp da “şu konu değişsin, şurası şöyle olsun, burası böyle olsun” diye Allah Teâlâ’nın dini üzerinde ameliyat yapmaya kalkışıyorlar? Bunun kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Bu hezeyandır ve küfürdür.

Din vaz’etmek ancak Allah’a mahsustur. Ama Allah, Resulüne bazı hususlarda teşri yetkisi vermiştir, verebilir. Zira bu da Allah’ın emri ve izniyledir. Allah’ın binasına müdahale, insan için en büyük haddi aşış olur. İşte dinde reform tam olarak budur. Dinde -hâşâ- noksan ve/veya yanlış olduğunu kabul etmek demektir. Burası çok önemlidir. Yani “Dinde reforma ihtiyaç var” diyen biri, dinde -hâşâ- noksanlık, yanlışlık olduğunu iddia etmektedir. Bu yaklaşım, ilmî ve makul olmadığı gibi, aynı zamanda küfürdür; kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarır.

Beşerî planda insanların eserlerinde yanlışlık, noksanlık olabilir. Buna bağlı olarak da bunlarda düzeltmeler, reformlar gündeme gelebilir. Keza muharref Hristiyanlıkta da işin aslından uzaklaşmak, tevhitten sapmak ve şirke bulaşmak söz konusu olduğundan, reforma ihtiyaç hissedilebilir. Dinde reform fikrinin Batı'dan çıkmasının sebebi zaten budur. Lâkin insanlık, dinde reform yaparak -hâşâ- hak bir din ortaya koyamaz. Bir yanlışa müdahale, başka bir yanlışı doğurur. Aynı yaklaşımı, Allah’ın nizamı olan ve bir noktası bile değişmeden devam eden İslâm için düşünmek muhâldir. Bu, Kur’an ifadesiyle söylersek, “Allah’a din öğretmeye kalkmak” demektir (Hucurât: 16). Bu âyet-i kerimeyi, Yunus: 18 ve Ra’d: 30. âyetlerle birlikte düşünmek gerekir.

Batılılar ve hususen oryantalistler, İslâm’ın reforma ihtiyacı olmadığını aslında çok iyi bilirler. Ama hasetlerinden isterler ki Müslümanlar da yoldan çıksın, kendileri gibi kâfir olsunlar. Bu sorunun cevabı mahiyetinde son olarak Âl-i İmrân Sûresi'nin 99 ve 100. âyetlerini bizi takip edenlere hatırlatmak isterim. 100. âyette meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Ey müminler! Ehl-i kitaptan herhangi bir gruba uyarsanız, sizi gerçek imandan çevirip kâfir yaparlar.” Âyet-i kerimede “ferîkan” kelimesi geçmektedir. Tefsirlere bakıldığında görülecektir ki, bu kelime “nekre”dir, yani genel anlam ifade eder. Demek ki ehl-i kitap denen Yahudi ve Hristiyanların hangi grubuna uyulursa uyulsun, kişi mutlaka yoldan çıkar, dinden çıkar ve küfre düşer. Allah muhafaza eylesin.

Kitaplarınızda yahut makalelerinizde modernist ve reformistlere, tahrifatçılara reddiye yapıp tenkit getirirken takip ettiğiniz usul, metot yahut uyduğunuz prensipler nelerdir? Bunu sormak istiyoruz.

Açık ve net söylüyorum: Reddiyelerimiz ilmî çerçeveyle sınırlıdır. Yani itiraz ettiğimiz hususlara delille cevap veriyoruz. İkincisi; tenkitlerimiz yanlışlaradır. Yanlışı yapanların bu yanlışlardan kurtulmalarını arzu ederiz. Hatta onlara bu yoldan dönmeleri için dua da ederiz.

Kitap ve Sünnet’e ters düşen inanç, fikir ve amellere asla müsamaha gösterilemez. Zira bunda Allah hakkı vardır, kul hakkı vardır. Kişi yanlış inanç ve fikirlere kapıldığı zaman ebedî hayatını mahvediyor. Burada ebedî hayat söz konusudur. Allah hakkı olması yönünden de inançtaki yanlışlar, Allah Teâlâ’nın emir ve hükümlerine ters düştüğünden kabul edilemez.

“İslâm’ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar” adlı kitabınızda Hayrettin Karaman'la ilgili bölümler de var. Orada da yer verdiğiniz gibi Karaman, Mısırlı reformistler için diyor ki, “Bunlar İslâmî uyanışın öncüleridir.” Bu sözü bir kere de bizim için yorumlar mısınız?

Bu sözün mefhum-u muhalifini düşündüğümüzde, demek ki bu reformistlerden önce ümmet uyuyordu! Demek ki İslâm 14 asır boyunca yanlış anlaşılmıştı ve buna bağlı olarak da bütün insanlık gafletteydi! Hâşâ! 14 asır sonra bu tahrifatçılar gelmiş, ümmeti uyandırmışlar! Bu ne korkunç bir bühtandır. Nasıl bir gaflet ve dahi dalâlettir.

Mısırlı bu reformistler, uyanışın değil, Yüce İslâm'a ihanetin öncüleridir. Haklarında biraz mâlumat verelim: Cemaleddin Afganî aslında İranlı bir Şiî'dir. Tepki çekmemek için kendini Afganlı gibi tanıtmıştır. Tescilli masondur. Ahmet Davutoğlu Hoca, "Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri" adlı eserinde bu şahsın masonluk belgesi olduğunu zikreder. Arkadaşı Muhammed Abduh da masondur. Reşid Rıza da Abduh'un talebesi olarak yine onların yolunda yürümektedir. Afganî bir ara İstanbul'a gelmiş, yaptığı bir konuşmada peygamberliğin -hâşâ- marangozluk gibi bir sanat olduğunu, çalışarak elde edilebileceğini iddia etmiştir. Osmanlı ulemâsı buna şiddetle karşı çıkmış ve neticede İstanbul'dan kovulmuştur. İstanbul’dan çıktıktan sonra da fitne fesat çıkarmaya devam edince, Sultan II. Abdülhamid, onu kontrol altında tutmak için tekrar İstanbul'a davet etmiş, bir evde zorunlu ikamete mecbur bırakmış ve Cemaleddin Afganî bu evde ölmüştür.

Şimdi burada çok ilginç bir şey anlatacağım size. Afganî, İstanbul’a gitmek üzere alelacele yola çıkınca, bir çantasını yanına almayı unutur. Arkadaşları da içinde önemli şeyler varsa gerekirse peşinden gönderelim düşüncesiyle açarlar ve bir mektup bulurlar. Bu mektup, Abduh’tan Afganî'ye yazılmıştır. Mektupta şu ifade yer almaktadır: “Biz senin sağlam yolundayız. Bu dinin boynunu yine kendi kılıcıyla vuracağız.” Şimdi soruyorum: Hangi dinin boynu vurulacak? İslâm’ın değil mi? Evet. Peki, İslâm dininin boynunu vuracak olan adam, nasıl oluyor da uyanışın öncüsü oluyor? Acaba Hayrettin Karaman, bunlara bu vasfı yakıştırırken, "uyanışın öncüleri" derken bu gerçeği hesaba katmış mıdır?

İşin aslı, Afganî 26 farklı imza kullanan profesyonel bir ajandır. Bahsi geçen çantadan, mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve kabul edildiğine dair belge de çıkmıştır. Renan denen, Yahudi asıllı Fransız bir müsteşrikin dostudur. Ona hitaben bir cümlesi şöyledir: "Müslümanlığın ilmi ve ilmî gelişmeyi yok etmek istediği bir hakikattir." Şu mermer kafaya sormak lâzım: Asırlardan beri dünyada ilmî inkişafı, insanların medeniyetle buluşmasını temin eden İslâm değil miydi? Astronomiden matematiğe, tıptan kimyaya, fiziğe kadar bütün ilim dallarındaki gelişmeyi Müslümanlar ortaya koymadı mı? 1400 yıllık tarihi inkâr eden böyle bir safsata, böyle yanlış bir iddia olabilir mi? Bunu söyleyen birinin İslâm'da samimi olması mümkün müdür? Bunlar mı uyanışın öncüleri? Evet, soruyoruz: Bunlar mı uyanışın öncüleri?

Bu üç reformistin arkasından daha birçokları gelmiştir. Ahmet Davutoğlu'nun yukarıda bahsettiğimiz eserinde bunların 30 kadarı tanıtılmıştır. Fakat burada hazin bir şey var. Diyanet’in tefsiri olarak hazırlanan "Kur’an Yolu Tefsiri"nde Abduh’un görüşlerine yer verilmektedir. Bunu -eğer sorarsanız- daha teferruatlı konuşuruz. Kısacası Hayrettin Karaman’ın bu reformistlere kapıldığı gerçeği çok açıktır. Bunu inkâr etmek mümkün değildir.

Soralım o zaman: “Kur'an Yolu” tefsirinin “Menar Tefsiri”ni esas almasını nasıl yorumlarsınız? Bunun itikadî ve ilmî cihetten mahzurları nelerdir? Anlatır mısınız?

“Menar Tefsiri”, biraz önce anlattığımız "üç Mason şövalye" diye anılan reformistlerden Abduh ve Reşid Rıza'nın birlikte “tefsir” adı altında yazdığı kitaptır. Bu kitapta, Kur'an ve İslâm açıkça saptırılmaktadır. Dikkat ederseniz “tefsir” demiyorum, zira tefsir metodundan çok uzaktır. Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok mucizeyi aklî izahlar getirmek suretiyle mucize olmaktan çıkarmaya çalışır ki bu, mucizenin inkârı demektir. Bir örnek verelim: Musa Aleyhisselâm’ın Allah’ın emriyle asasını Kızıldeniz’e vurması, orada Hz. Musa ve beraberindekiler için bir yol açılması, onları takip eden Firavun’un ise boğulması mucizesini hepimiz biliriz. Ama “Menar Tefsiri” buna nasıl bir izah getiriyor? Efendim, o anda meddücezir olayı olmuş da, bundan dolayı denizin suyu çekilmiş... Ne ilgisi var? Yani Allah Teâlâ'nın kudretiyle meydana gelen bir mucizeyi illâ aklın anlayacağı seviyeye indirmek zorunda mısınız? Neden böyle yapılıyor? Çünkü Kur'an saptırılmak isteniyor; buna baştan böyle karar verilmiş. Konu bu.

Bir diğer husus: Kur'an'daki kıssaların gerçekliği de inkâr ediliyor. Bunlar -hâşâ- mitolojik uydurmalar gibi lanse ediliyor. Bu ise apaçık küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hakk kıssaların gerçek olduğunu bizzat kendisi haber veriyor. Mesela Kehf Sûresi'nde, Ashab-ı Kehf denen gençlerin kıssası hakkında, “Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz” (Kehf: 13) buyruluyor. Dolayısıyla kıssaların gerçekliğini inkâr etmek, hâşâ Kur'an’ı ve Allah’ı inkâr etmekten farksızdır.

Yine bu kitapta ehl-i kitap, yani Yahudi ve Hristiyanlar “vahyin takipçileri” olarak, adeta kurtulanlar zümresinden gösterilmektedir. Peki, eğer Yahudi ve Hristiyanlar -bu mevcut hâlleriyle- kurtuluşa erecekse, Tevrat ve İncil hak kitap vasfını sürdürüyorsa, o zaman Kur'an niye geldi? Hz. Peygamber (s.a.v.) niye geldi? Bunun mantığı olamaz. Hâlbuki Tevrat da, İncil de bozulmuş, tahrif edilmiştir. Ehl-i kitabı, Yahudi ve Hristiyanları da kurtulmuş kabul etme yaklaşımı, İslâm'ın tevhid akidesine tamamen aykırıdır. Baştan sona böyle aslı astarı olmayan, dahası İslâm akaidine ters düşen, İslâm’ı tahrif mânası taşıyan ifade ve iddialarla dolu olan bu “Menar Tefsiri”, ne yazık ki arkadan gelen ve yine sözüm ona tefsir adı taşıyan birçok kitaba kaynak olmuştur. İşte onlardan biri de “Kur'an Yolu Tefsiri”dir.

“Kur'an Yolu Tefsiri”ne dair, gazeteci-yazar Ali Eren hocamızın kitabından aldığım bir mâlumatı burada okumak istiyorum. “Dinde Deformistler” kitabının “Diyanetin Kur'an Yolu Tefsirli Meâlinde Skandallar” adlı bölümünde hoca şöyle diyor: “Tefsiri yazan heyetteki dört profesörden hiçbirinin alanı tefsir değildir. Tefsiri yazanlara 300.000 dolar gibi büyük bir ücret ödenmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı böyle bir tefsir hazırlatmaya 1998 senesinde, yani 28 Şubat hadisesinin cereyan ettiği 1997'nin hemen akabinde karar vermiştir. 2003 yılında çıkan ve kısa zamanda tükenen ilk baskısında Muta nikâhına bile cevaz verilmektedir…” Bizi takip eden kardeşlerimize bu makaleyi mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum.

Özetleyecek olursam şunu anlatıyor Ali Eren Hoca: Bu tefsirde ehl-i kitap hakkındaki âyetler saptırılmakta; yer yer onların da, yani Yahudi ve Hıristiyanların da cennete gideceği şeklinde mesajlar verilmektedir. Az evvel kendilerinden bahsettiğimiz tescilli mason Afganî, Abduh ve Reşid Rıza’dan "İslâm âlimi" denilerek alıntılar yapılmaktadır. Yine muharref Tevrat ve İncil'den, "ek bilgi vermek maksadıyla" denilmek suretiyle sık sık alıntılar yapılmakta ya da o muharref kitaplara atıfta bulunulmaktadır. Böylece okuyucunun zihninde adeta “bu kitaplar da haktır, Kur'an gibi mukaddes ve güvenilirdir” gibi bir izlenim uyanmasına sebebiyet verilmektedir ki bu çok tehlikeli bir durumdur. Bütün bunlar gösteriyor ki, “Kur'an Yolu Tefsiri” birçok hakikati ters yüz etmekte, tefsir olmak şöyle bir yana dursun, İslâm'ın gerçeklerini, akaid ilkelerini maalesef tahrif etmektedir.

“Kur’an Yolu” tefsirinde “Yahudi ve Hristiyanlar cennete girer” denmiş oluyor.

Bir örnek vermek istiyorum: Bakara Sûresi 62. Âyet -ki Maide Sûresi 69. Âyetle aynıdır- bu âyetlerde dört zümreden bahsedilir: Müminler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sâbiîler. Bu dört zümreden herhangi biri, eğer Allah'a ve âhirete iman eder ve güzel amel işlerse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir denir. Şimdi burada mühim olan mesele şudur: Cenâb-ı Hakk imanın şartlarını Kur'an'ın her yerinde altı madde olarak saymaz. Bazı yerlerde iki-üçünü sayar. Mesela Âl-i İmran 110. âyette Müslümanları anlatırken diyor ki: "Onlar Allah'a iman ederler." Yani imanın bir şartı sayılmış, ama o şartla Müslümanların kâmil imanına işaret edilmiştir. Dolayısıyla burada da -Bakara: 62’de- “Allah'a ve âhirete iman” denirken, diğer dört iman şartı -hâşâ- ikinci plana atılmış olmuyor. Onlar olmasa da olur denmiyor. Evveliyatında kim hangi gruptan olursa olsun, gerçek mânada Allah'a inanır, âhirete inanır ve imanın diğer şartlarına da riayet ederse ve aynı zamanda salih amel işlerse, kurtuluşa erer deniyor. Burada "müminler"in de sayılması bizi şaşırtmasın. Çünkü bu müminlerden maksat, iman kalbine tam olarak yerleşmemiş kimseler veya münafıklardır; yani tefsirlerde böyle izah ediliyor. Dolayısıyla burada anlatılan dört grup, dört zümre, aslında İslâm'ı hakkıyla yaşamayan, ona hakkıyla iman etmeyen, sapkınlıkta olan zümrelerdir. İşte bunlar, bu dört zümre, gittikleri yanlış yoldan dönüp gerçek anlamda Allah'a ve âhirete iman eder, güzel amel işlerse, onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir. Diğer mânayı aldığımız zaman, Yahudi ve Hristiyanlar, Sâbiîler (yıldıza tapanlar), nasıl oluyor da iki iman şartıyla cennete giriyor? Müslümanlara imanın altı şartı var da, Yahudi ve Hristiyanlara ve diğer sapkınlara iki şart mı var? Bunu böyle anlamak, Kur'an'ı tamamen ters yüz etmek anlamına gelir. İşte “Kur'an Yolu Tefsiri”nde bu iki âyet, yani Bakara 62 ile Maide 69, böyle saptırılmak suretiyle Yahudiler, Hristiyanlar ve Sâbiîler de hak yolda gösterilmiştir. Ama unutmadan söyleyelim, bu ve benzeri birçok tahrifat, ekseriyetle 1. baskıdadır. Sonraki baskılarda, gelen tepkilerin dozuna bağlı birtakım değişiklikler yapılmıştır.

Bir örnek daha vermek isterim. Âl-i İmrân Sûresi 64. âyette Yahudi ve Hristiyanlar (ehl-i kitap) “ortak bir kelimede buluşmaya” çağırılmaktadır. Ortak kelimeden maksat -tefsirlere bakılabilir- Kelime-i Tevhid’dir: “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah”tır. Âyet meâlen şöyledir: “De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.’ Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz Müslümanlarız.’” Şimdi burada “yalnız Allah’a ibadet edelim” ifadesi tevhidi anlatır. “O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım” demekle “İsa Allah'ın oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur” fikri reddedilir. “Kimimiz kimimizi ilâh edinmesin” kısmıyla da Yahudilerin hahamlarını, Hristiyanların da rahiplerini Allah’tan başka ilâhlar edinmeleri reddedilir. Ve âyetin sonunda diyor ki: “Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz Müslümanlarız.’” Ne demektir bu? “Siz doğru yolda değilsiniz. Gerçek anlamda iman etmemişsiniz. Dolayısıyla İslâm’ın dışındasınız. Gerçek Müslüman biziz” demektir. Ama “Kur'an Yolu Tefsiri”nde -özellikle ilk baskıda- bu âyet, Vatikan’ın hazırladığı Dinlerarası Diyalog projesi doğrultusunda Hristiyan ve Yahudileri de ehl-i necat gösterecek şekilde açıkça tahrif edilmektedir.

Menar tefsirinde Abduh’a, Reşid Rıza’ya çokça atıf yapılıyor ve onlara “İslâm âlimi” denerek merkeze alınıyor. Bu hususta ne dersiniz?

Evet, söz sözü açtı, buraya kadar geldik. “Menar Tefsiri”nin “Kur'an Yolu Tefsiri”ne etkisini sormuştunuz. İşte “Kur'an Yolu”nda Menar’ın yazarlarını, Abduh ve Reşid Rıza’yı ve de onların üstadı Afganî’yi, bize “İslâm âlimi” diye yutturmaya çalışıyorlar. Böyle bir cinayet olabilir mi? Kimdir bu “İslâm âlimi” dediğin şahıslar? Afganî, Abduh, Reşid Rıza... Böyle bir saçmalık olabilir mi? Tescilli mason bunlar. Abduh, Afganî’ye yazdığı mektupta diyor ki: “Bu dinin boynunu yine dinin kılıcıyla vuracağız.” Şu kine bak! Şu cinayete bak! Sen bu insanları İslâm âlimi diye yutturuyorsun ve tefsirinde bunlardan alıntılar yapıyorsun. Bunun izahı olamaz, bunun mazereti olamaz.

Artı, muharref, bozulmuş Tevrat ve İncil’den “ek bilgi vermek maksadıyla” diyerek sık sık alıntı yapıyorsun. Bâtıl bir şey delil olabilir mi? Adamlar kitaplarını bozmuşlar; haham ve rahiplerin uydurdukları birtakım hurafeleri kitaplarına sokmuşlar; sen hak olan Kur’an’ı buradan delil getirerek tamamlayacaksın, öyle mi? Son derece yanlış, çok vahim bir durum…

Bir de muta nikahına cevaz vermesi, mevzuu var? Ayrıca şunu da sorayım. Bu tefsirin vebali kime ait?

Birinci baskıda, ebediyen haram olduğu bildirilen muta nikâhına cevaz veriliyordu. Daha sonra tenkitler sebebiyle bu ifade kaldırılmış, çıkarılmış. Birinci baskıda bunları söylüyorsun, milletin tepki göstermesine bakarak düzeltme yapıyorsun. Peki, millete mi düzelttireceksin bunu? İlim adamı sensin. Bu tefsiri sen yazdın. Neden yanlış yaptın o zaman? Onun izahını yap bize. Böyle ilim olur mu? Böyle ilim adamı olur mu? Böyle müfessirlik olur mu? Olmaz.

Burada lafı eğip bükmeden söyleyelim: Bu kitabın dört kişilik bir heyet tarafından hazırlandığını söylemiştik. Bu dört kişilik heyetin başındaki kimdir? Hayrettin Karaman’dır. Dolayısıyla en büyük vebal Hayrettin Karaman’dadır. Ama bu tefsir Diyanet’in tefsiri olarak tanıtıldığı için, milletimiz de Diyanet’i dinde söz sahibi gördüğü için, bu sapma bütün milleti, hatta tüm İslâm dünyasını tehdit eder durumdadır. Diyanet bu yanlışını mutlaka düzeltmelidir. Hayrettin Karaman da bu yanlışını mutlaka düzeltmelidir.

“Kur'an Yolu” tefsirinin hazırlanış amacı Allah’ın kelamını tefsir etmek olmadığı, Dinlerarası Diyalog fikriyatı için Kur’an’ın açıkça âlet edildiği anlaşılıyor. Bir örnek daha verebilir misiniz?

Tabii ki. Mesela -rahmetli oldu- Ahmet Tekin Hoca'nın “Kur’an Yolunda Kalem Oynatanlar” adlı kitabında da konuyla ilgili bir mâlumat var. Biz de kendi kitabımız “İslâm’ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar”da oradan bir alıntı yaptık. Ahmet Tekin şöyle anlatıyor: “‘Kur’an Yolu’ tefsirinde hâkim ana fikir, Dinlerarası Diyalogtur. 2000’li yılların ilk senelerinde Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı adına hazırladıkları tefsir ile diyaloğa destek verdiler. İlgili ilgisiz birçok âyete ‘diyalog âyeti’ dediler. Hiç ilgisi olmayan bir âyetin tefsirinde, sözü döndürüp dolaştırıp Vatikan’ın diyalog kararına getirdiler. Sözüm ona müfessirlerin görüşlerini öne çıkararak, İslâm’ın iman esaslarını ikiye, üçe indirdiler. Ehl-i kitaba, Yahudiliğe, Hristiyanlığa meşruiyet verdiler. Prof. Dr. Süleyman Ateş, bunları ‘Benim söylediklerime 30 yıl sonra geldiler’ beyanıyla karşıladı. Üç defa Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nda incelenip onaylanarak yayın hayatına geçtiğini ifade ettikleri bu tefsirlerinde, Prof. Dr. Karaman ve arkadaşları; Kur’an’ın bazı âyetlerindeki mânaları daraltarak, bazı âyetlerindeki mânları da genişleterek diyaloğa ve diyalogçuluğa hizmet ettiler.”

Ahmet Tekin Hoca başka bir yerde de şöyle diyor: “Kitabınızın vitrininde Şevkânî’nin Fethu’l-Kadîr’ini, Süleyman Ateş’in Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsirini, Muhammed Esed’in Kur’an Mesajını vermiş; elhak, tefsirinizin her sayfasında da yeterinden fazla kullanmışsınız. Ancak bu zatların tefsirlerindeki fikirler kadar, fikirlerini kullandığınız Muhammed Abduh’u, Reşid Rıza’nın Tefsîrü’l-Menârını, Kitâb-ı Mukaddes’i ve Fetullah Gülen’i burada zikretmemişsiniz…” Tespiti görüyor musunuz? İşte ilim adamı bu. Fikirlerinden, sahiplerini tanıyor. Devam ediyor: “Hatta Kitâb-ı Mukaddes’le Fetullah Gülen’i, beşinci cildin sonundaki bibliyografyada da zikretmemişsiniz. Bunları ortaya koymamızın sebebi, Kur’an Yolu tefsirine bu altı zat ile birlikte Kitâb-ı Mukaddes’in damgasını vurduğunu görmemizdir.”

Başka bir cümlesini okuyorum: “Önsözde, orta seviyede kültürlü bir Müslüman esas alınarak bu tefsirin yazıldığı belirtildiği hâlde, Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin görüşlerine yer verilerek koydukları sınırı da çiğnemiş müellifler.” Başka bir yerde "hak" kelimesinin nasıl saptırıldığını anlatıyor. Şimdi bu tenkitlerden sonra daha ne denebilir? Bu kitapta birçok âyetin izahında Müslümanlıkla beraber Yahudilik ve Hristiyanlık da aynı kategoride, hak kategorisinde gibi gösteriliyor.

Peki, o zaman “Allah indinde tek din İslâm’dır” âyetini nasıl anlayacağız? Eğer onlar da hak ise, 'Muhammedün Resûlullah' ifadesinin mânası nedir? Hz. Peygamber’e iman etmeyen bir kimse Müslüman olabilir mi? Olamaz. Peki, Yahudi ve Hristiyanlar Hz. Peygamber’i (s.a.v.) tanıyor mu? Tanımıyor. O zaman sen hangi hakla bu bozulmuş kitapları delil kabul etmek suretiyle İslâm üzerinde oyun oynamaya kalkıyorsun? Tahrifat yapmaya teşebbüs ediyorsun? Bu gerçekler söylenmiyor. Bir kere daha tekrar edelim: Diyanet mutlaka bu tefsiri incelemeli, yanlışları düzeltmelidir.

Reşid Rıza'nın “Telfîk-i Mezâhib”, yani mezheplerin birleştirilmesi görüşünü nasıl yorumlarsınız?

Mezheplerin birleştirilmesi fikri aslında mezhepsizlik demektir. Çünkü farklı mezheplerden alınan parçalar bir araya getirildiğinde usul bozulur, metot bozulur, mezheplerin prensipleri zedelenir. Dolayısıyla hiçbir mezhebin usul ve kaideleri tam olarak korunamaz ve ortaya çarpık bir yapı çıkar. Buna da mezhepleri birleştirmek değil, mezhepsizlik denir. Reşid Rıza’nın bu fikri işlediği kitabını Türkiye’de, 1974’te, "İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri" adıyla yayına hazırlayan Hayrettin Karaman’dır. Aklıma gelmişken ekleyeyim, Karaman, 2017 yılında, Pendik Belediyesi’nin desteğiyle Muhammed Abduh hakkında da bir kitap yayımlamıştır.

Demek ki, mezheplerin birleştirilmesi fikri doğmadan mezhepsizlik fikri dönmektedir. Mezhep nedir ve neden gereklidir?

Mezhepsizlik, son bir, bir buçuk asır içindeki en tehlikeli cereyanlardan biridir. Gayet açık söylüyorum: Ümmet içinde anarşiye sebep olur, İslâm’ın yanlış anlaşılmasına yol açar. Bu keşmekeşlik, “birlik ve beraberlik” diye lanse edilerek tehlike örtbas edilmeye çalışılmıştır. "İslâm’da birlik"miş… Nerede birlik? Mezhepsizlikte mi? Böyle bir şey olabilir mi?

Peki, mezhep nedir? Mezhep, İslâm’ı ehliyetli müctehidleri taklit ederek anlamaktır. Böylece İslâm’ı müctehidlerin bakışıyla, yani Kitap, Sünnet ve İcmâ bütünlüğü içinde kavramaktır. Bu, yanlışa düşülmesini engelleyen çok önemli bir tedbirdir. Mesela Hanefiler, İmam-ı Azam’a göre İslâm’ı anlamış olurlar. Şâfiîler, İmam Şâfiî’ye göre. Diğer mezhep mensupları da kendi imamlarının anlayışına göre İslâm’ı kavrarlar. Böylece yanlış anlamaktan veya keyfî yorumdan korunmuş olurlar. Bu sebeple mezhep büyük bir rahmettir. İslâm’ı metodolojik bir yaklaşımla ve Kitap-Sünnet çerçevesinde doğru anlamanın -ve tabii ki yaşamanın- teminatıdır.

Mezhepsizlik ise Kur’an ve Sünnet’i şahsî yorumlara tâbi kılmaktır. Yani delilsiz, mesnetsiz bir din anlayışı ortaya koymaktır. Bu yaklaşımın sapkınlığa yol açacağı gayet açıktır. Müctehidleri bir kenara bırakıp, tamamen şahsî görüşle, hevâ ve hevesle dini yorumlamak, bir nevi yeni bir din icat etmeye kalkışmaktır. Bu sebeple son dönem âlimlerinden, uzun yıllar Mısır’da kalmış ve 30 kadar Arapça eser kaleme alarak mezhepsizliğe, dalâlete ve reformculuğa karşı ciddi mücadeleler vermiş Muhammed Zahid el-Kevserî şöyle demiştir: “Mezhepsizlik, dinsizliğin köprüsüdür.” Evet, aynen öyledir. Çünkü az önce de ifade ettiğim gibi, mezhepsizlik kişiyi Kur’an’ı kendi keyfiyle yorumlamaya sevk eder. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Kim Kur’an’ı kendi reyiyle tefsir ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” Allah muhafaza. Allah Teâlâ’nın rahmeti, ulemânın görüşlerine tâbi olarak, hak mezheplerden birine bağlanmakla elde edilir.

Burada çarpıcı bir örnek vermek isterim: İmam Gazzâlî, hicrî V. asrın müceddidi sayılır. Aynı zamanda “Hüccetü’l-İslâm” (İslâm’ın delili) unvanını kazanmış bir zattır. Bu vasıfları, bütün ulemâ tarafından kabul edilmiştir. Fakat böyle bir zat, yeni bir mezhep kurmamış; dört amelî mezhepten birine tâbi olma ihtiyacı duymuştur. Şimdi soruyorum: Kim kendini, aklını, ilmini İmam Gazzâlî ile kıyaslayabilir? Kim “Hüccetü’l-İslâm” unvanını taşıyabilir? Kim İslâm’ın her sahasında kalem oynatabilir? Gazzâlî bile bir müctehide ihtiyaç duymuşsa, hiç kimse “Ben müctehide muhtaç değilim, dini/Kur’an’ı kendi görüşümle anlarım” diyemez.

Hayrettin Karaman’ın makâsıd anlayışının geleneksel fıkhı ikinci plana atması hakkında ne dersiniz?

Makâsıd, İslâm’ın getirdiği hükümlerin gayeleri anlamına gelir. “Makâsıdü’ş-Şerîa” diye bir kavram vardır. İslâm âlimleri geniş bir çerçevede farklı mütalaalar getirmiş olsalar da, hukuk/fıkıh bazında makâsıd dendiğinde beş temel esasın korunması öne çıkar: Dinin, aklın, canın, malın ve neslin (namusun) korunması. Daha genel mânada ise makâsıd dediğimizde Kur’an’daki murâd-ı ilâhîyi anlarız. Âyetlerde Cenâb-ı Hakk neyi kastetmiştir, âyetin hedefi nedir?

Murâd-ı ilâhîyi kavramak, başka bir ifadeyle Hikmet’i anlamaktır. Nitekim Kur’an’da, Kitap’la birlikte Hikmet’in de indirildiği ifade edilir. Mesela Nisâ Sûresi 113. âyet. Bu noktada bazı İslâm âlimleri, özellikle İmam Şâfiî, “Hikmet” kelimesine “Sünnet” mânası vermiştir. Çünkü Sünnet ve hadisler, vahyin bir çeşidi olan “vahy-i gayr-i metluv” kapsamındadır. Dinî maksat ve gayeler, ancak vahyin mesajı ile bütünleşerek anlaşılır. Bu da Asr-ı Saadet’te yaşanan İslâm’ı anlayıp hayat tarzı hâline getirmeyi gerektirir. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) tâbi olmakla ve O’nun vefatından sonra da Sünnet ve hadisleri baş tacı etmekle mümkün olur.

Bugün elimizdeki fıkhî müktesebat, Sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn dönemlerinde -ki bu üç nesil hadisle övülmüştür- meydana gelmiştir. Bu dönemlerdeki fakihlerin içtihatlarını şahsî görüş diye anlamak ve anlatmak ulemâya iftiradır. Makâsıd ile Hikmet’in buluşması, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde, sistematik bir hukuk anlayışıyla mümkündür. Bu sebeple, makâsıd anlaşılmadıkça İslâm yaşanamaz. Bunun için de edille-i şer’iyyeye, yani şer’î delillere riayet şarttır. “Gelenek” diyerek, Hikmet zeminine oturmuş bu hukuk sistemini beğenmemek ise sapkınlıktır.

Günümüz şartlarında içtihat kapısı açık olsa da, bugün itibarıyla müctehid yoktur. Olsa bile ilk görevi, Asr-ı Saadet İslâm’ını günümüze taşıyan müctehidlere ve ulemâya minnettar olup onların yolunu takip etmektir. Ortada mezhepler varken, geçmişte çözülmüş bir meseleyi yeniden çözmeye kalkmak işgüzarlıktır. Yeni bir fıkıh oluşturma çabası ya cehalettendir yahut kötü niyettendir. Hangi sebepten olursa olsun, kişiyi ve toplumu felakete sürükler. Çünkü dinde reformun kapısını açmak anlamına gelir.

Aylık Baran Dergisi 42. Sayı Ağustos 2025

2. BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ