Salih Mirzabeyoğlu, Hakk’ın en güzel ve temiz bir fıtrat üzere yarattığı, ruh ve gönül güzelliğiyle birleşmiş aklını en güçlü biçimde kullanan, bizi cehaletimizle yüzyüze getiren, inancı eyleme dönüştüren bir fikir kahramanıydı. Anlaşılmak ve anlatılmaktan ziyade, bütün bir ruh ile dinlenmesi gereken bir “Büyük Sanatkâr”dı. Taşıdığı fikrin önemini bilmenin çilesini çekerek, bu fikrin sorumluluğunu taşıyarak yaşadı. Şahsının ve eserlerinin ihmal edilmesi, aslında onun için bir lükstü. Çünkü hayatı ve eserleriyle o kadar gerçekti ki, onun mânâ ve önemini kavrayacak, değerini anlayacak zihnî referanslardan yoksun, “teflon-tarzı” aydınımız nezdinde bu büyük gerçekliğin yalana dönüşmemesi imkânsızdı, nitekim öyle de oldu! Entelektüel bir meraktan mahrum entelijansiyamız, onun fikirlerini mutlak hâliyle değerlendirmek yerine, belki de daha az bir zihnî çaba gerektirdiği için, “sükût senfonisi”ne yazılmayı tercih etti!.. Hakk’ın sofrasında doymanın tadını bilen bu dehayı, onun “Mutlak”a duyduğu açlığı ve bu açlığın kendilerine gizli kalan pek çok şeyi ona aşikâr kıldığını göremedi…

Yaşarken kıymeti bilinmemiş tüm dehalar gibi, kendinden öncekileri mahcub eden, kendinden sonrakileri de uzun zaman mahcub edeceğe benzeyen bu büyük insanın kıymetini bilemedi… Onu kendi kendisine açtığı krediyle yaşamak, kendisiyle sohbet etmek zorunda bıraktı. Büyük Muztaribleri anlattığı, aynı isimde dört ciltlik bir eseri olmasına rağmen, aslında kendisi Büyük Muztariblerdendi.

Davası uğrunda çekilebilecek tüm çileyi çekti, bilinenin üstünde ve ötesinde büyük acılar yaşadı. Fakat yaşadığı acının büyüklüğü nisbetinde gücü de büyüktü! Zarafet ve asaletiyle muhteşem bu büyük insan, tüm bu oluş zorluklarını sıçrama tahtası bildi, hayatının hiçbir dönemini boşa geçirmedi…

Mazharı olduğu tecellileri topluma yansıtmaktan bir an bile geri durmadı. Köklerinden koparılmış bir topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik, yeni bir şuur kazandıracak eşsiz, misilsiz, benzersiz bir sistem inşa etti.

Aslında her şey, insanın sahih ve samimi bir çaba içinde yükü omuzlamayı isteyip istememesine, ne yapılacağını, nasıl yapılacağını görüp cesaretle üzerine gitmesine bağlıdır. Zira, işine tüm ruhuyla sarılan insan asla aldanmaz ve hiçbir güç bu insanı alt edemez. Salih Mirzabeyoğlu da yürüdüğü yolun tehlikelerini ve kendisini nereye götüreceğini çok iyi biliyordu. Fakat diğer taraftan, imanın taleplerinin asîl talepler olduğunu da biliyordu. O da kendisine yakışanı yaptı; imanını kemâle erdirmenin dışındaki tüm talepleri reddetti.

Güçlüydü, rejim savunuculuğuna soyunan zorbalar karşısında boyun eğecek, önünde sürünen solucanların kenara çekilmesini bekleyecek bir insan değildi. İmanını yitirmektense, Hakk’tan gelen tüm belâlara katlanmayı, tüm imtihan ve sınamara karşı başı açık durmayı ve cesaretiyle kadere sanki saygı aşılar gibi kendini bir adak olarak sunmayı tercih etti. Fakat bu dik duruşa tahammül edemeyen, insanları kendi mutlak idealine göre şekillendirmek isteyen rejim savunucuları, onun önüne ya bizim dediklerimiz ya da sehpa seçeneğini koydular. Kurtulmak için de infazın hem yargılısını hem de yargısızını denediler… Baş eğmedi, onlardan hayat dilenmedi, onlara kendilerinden olma hazzını tattırmadı. Çünkü O; imanı, mücadelesi, fedakârlığı, sevgisi ve bilgisi sebebiyle büyüktü, cesareti imanın cesaretiydi. Hakk’ın tüm sıfatlarının tecelli mahalli olan tüm “Büyük Sanatkârlar” gibi, O da kemâl ve istidadı nisbetinde, imtihan ve sıkıntılarının büyük olacağını biliyordu. Nitekim öyle de oldu. Ve tüm sınamalardan başarıyla çıktı. Tüm “dar kapı”lardan rahatça geçti.

Mevlüt Koç

Makalenin tamamı için: TIKLA