İtibar Fetişizmi
Bugün Türkiye sokaklarında karşımıza çıkan “çakarlı araba” enflasyonu, yalnızca bir trafik ya da kamu düzeni sorunu olarak görülmemeli. Bu görüntü, derin bir ahlaki çözülmenin; itibarı gösterişle, hakkı ayrıcalıkla karıştırmanın ibretlik bir yansımasıdır. Oysa Tanzimat öncesi Osmanlı İstanbul’unda, bir arabaya yahut ata binmek yalnızca ulaşım aracı değil; makam ve sorumluluk sembolüydü.
Reşat Ekrem Koçu’dan öğrendiğimize göre Tanzimat’tan önce arabaya binme hakkına sahip üç kişi vardı. Şeyhülislam, Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri Efendiler. “Vezirler, devlet ricali ve zata mahsus bahşolunan bir imtiyaz ile ve akaliyet âyan ve eşrafı ancak binebilirlerdi. On yedinci asrın ilk yıllarına kadar ricalden sayılmayan memurun, serveti ne olursa olsun halk, şehir içinde ata da binemezdi.
“Dini edebiyatımızın hem şairane hem âşıkane en yüksek eserlerinden “Hilyeyi Peygamberi” yazmış olan Hâkanî Mehmed Bey, şaheserini bitirdiği 1598 (H.1007) yılında yetmişini aşmış bulunuyordu. Vazifesi Babıali Kaleminde idi, konağı da Edirnekapı civarında idi. Eseri, saraydan en aşağı halk tabasına varıncaya kadar fevkalade bir heyecan ile karşılandı ve şaire, sadaret makamı tarafından ne türlü mükafata mazhar olmak arzusunda bulunduğu soruldu. Şair: “Artık ihtiyar oldum, her gün Edirnekapı’sına kadar yaya gidip gelmeye kudretim kalmadı, müsaade buyurulursa hayvan ile gidip gelsem” cevabını verdi. Halbuki Hâkanî Mehmed Bey’in rütbesinde bir memurun ata binmesi yasaktı, şairin hatırı için devlet nizamını bozmadılar, hükümet Babıâlî civarında bir ev alıp şaire hediye etmeyi tercih etti ve arzusunu bu yoldan yerine getirdi.” Böylece rütbesinin üstünde bir imtiyaz tanımadan, incelikli bir çözüm üretmişti. Çünkü o devirde itibarı belirleyen şey taşıtın gösterişi değil; bilginin ağırlığı, hizmetin kalitesi, ahlâkın çizgisiydi.
Bugünse siren çalarak trafikte yol isteyen her çakarlı araç, geçmişin bu zarafetini ve adalet ölçüsünü ayaklar altına almış durumda. Kimi gerçekten kamusal görev yürütüyor olabilir; kimiyse torpilin, kayırılmışlığın ya da ne olduğunu bilmeyen bir kibrin taşıyıcısı. Bürokrat çocukları, eski vekiller, müteahhitler, müsteşar yardımcıları, belediye danışmanları… Her biri kendini “öncelikli” ve “dokunulmaz” sayıyor.
Ortada sadece bir imtiyaz meselesi yok; bu durum aynı zamanda halkın hukukunun çiğnenmesi anlamına geliyor. Hele hele milletin vergisiyle alınmış araçların kişisel şatafat aracı hâline getirilmesi, apaçık bir kul hakkı ihlalidir. Resmî araçlar, hizmetin kolaylaştırılması için tahsis edilir; gösteriş için değil.
Bir zamanlar sıradan bir memurun ata binmesi mümkün değildi. Şimdi ise kifayetsiz muhterisler, sirenle yolları açıyor; üstelik kimse onlara “Sen kimsin?” diye sormaya cesaret edemiyor. Devletin makamı, memurun izzeti, halkın güveni — hepsi bu çakar komedyasında heba ediliyor.
Unutulmamalı ki çakar lamba, artık bir ikaz ışığı değil; bir çöküş işareti hâline gelmiş durumda. Her geçen gün yaygınlaşan bu “itibar fetişizmi”, devlet ciddiyetini temsil etmekten uzak. Asıl yüzünü züppelikte ve meşruiyet krizinde gösteriyor. Gerçek itibara sahip olanlar, yol istemez; yol yapar. Gerçek tevazu, görünürlükte değil; gölgede kalmayı bilmekte gizlidir.
Ve unutulmamalıdır:
Devlet adamı vakar taşır; halkın yükünü omuzlayan, görevini şahsiyetle yürüten kişidir.
Baran Dergisi