2000 yılında vizyona girmiş olan “Bir Rüya İçin Ağıt” (Requiem for a Dream), Hollywood’un uzun süre dünyaya sunduğu Amerikan rüyasına yönelik sert bir eleştiri filmidir. İnsanların rüyalarına ulaşmak için çabalayan, mutlu, kendinden emin ve hayatların garanti altında olduğu bir Amerika’dan; hayatın anlamsızlaştığı, uyuşturucu ve televizyon bağımlılığı neticesinde insanların ne yaptığını bilmez hale geldiği bir Amerika’ya geçişi bizlere güzel bir şekilde aktarır. Bilimde yaşanan gelişmeler, modern dönemin başlarında doğan bilimsel anlayışı böylesi bir bunalıma sokmuştur. Bilinecek ne varsa onun sınırlarına dayanıldığı, tarihin zirvesine varıldığı ve insanlığın en kâmil haline ulaştığı düşüncesine mukabil 20. yüzyılda yapılan keşifler, dünyayı altüst etmiş ve olağan bilimi, bunalıma sokmuştur.

Çağdaş bilimin bu serüvenini anlamak açısından tarihsel arka planı görmek önemli olacaktır. 17. yüzyıl, bilim tarihi açısından en önemli dönemlerden biridir. Klasik dünyaya ait “bilimsel” bilginin birçok konuda çözümsüz kalması neticesinde bilim cemiyetlerinin bunalım yaşadığı bir çağda, modern dünyanın kurucu metinleri verilmiş ve yeni bir paradigma ortaya çıkmıştır. Kozmolojide Kopernik ile başlayan, fizikte Newton ile zirveye ulaşan ve biyolojide Darwin ile kemale eren modern bilim, daha önce görülmemiş bir biçimde dünyayı şekillendirmiştir. Aristoteles özelinde gelenek ve kilise üzerinden otoriteye yapılan sert eleştiriler ile inşa edilen modern bilim anlayışı, -bilhassa mekanist doğa görüşünü esas alması, pasif ve hareketsiz bölünmeyen atom anlayışını benimsemesi ve matematiksel bilgiyi doğaya tatbik etmesi ile- teolojiden sosyal bilimlere kadar her alanda ve hayatın her sahasında değişime yol açmıştır.

Bu gelişmelerden özellikle Newton’un Principia Mathematica eserini yayınlamasının ertesinde ortaya koymuş olduğu fikirler, tüm Avrupa’da büyük bir yankı uyandırmıştır. Newton, fizik anlayışında Tanrı’yı devre dışı bırakmamış, çekim kuvveti ve alan kavramları üzerinden Tanrı’nın dahil olduğu bir düşünce sistemi oluşturmuştur. Ancak ünlü fizikçimizin Tanrı hakkındaki fikirleri, doğa konusunda söyledikleri kadar etkili olmamış, takip eden yüzyıllarda sekülerleştirilmiş bir doğa anlayışı ortaya çıkmıştır. İshak Arslan’ın ‘Newton’a karşı Newtonculuk’ olarak isimlendirdiği bu dönem, 19. yüzyıl başında Comte’un adını koyduğu Pozitivist akımı ortaya çıkarmıştır. Fransa’da başlayan Aydınlanma hareketinin neticesi olarak meydana gelen bu düşünce, modern bilimin en önemli motivasyon kaynağı olan mistisizmi devre dışı bırakmış, metafizik tüm tasavvurlardan uzak durmaya çalışmıştır. Yegâne gayesi ise ‘evrende, insan davranışları dahil olmak üzere, tüm olaylar maddi fiziksel sonuçlara indirgenebilir’ olmuştur.

19. yüzyıl, doğa bilimlerinin artık zirvede olduğu ve kendisi dışındaki hiçbir bilime yaşam hakkı tanımadığı bir çağ halini almıştır. Maddenin tüm sırlarına vakıf olunduğu iddiasıyla, Antik Yunan’dan beri yalnızca akli olarak bahsedilen atomlar, deneyler ile ispatlanmış ve fiziğin doğal sınırlarına ulaşıldığı düşünülmüştür. Sosyal bilimlerde gördüğümüz ilerlemeci tarih anlayışının hedeflediği kemale ulaşma, adeta bu çağın tasviri haline gelmiştir. Diğer toplumlar da ancak bu seviye nispetinde hayat hakkına sahip olacaklar, aksi takdirde yönetilmeye mahkûm olacaklardır. Ancak 20. yüzyıla girerken fizik dünyasında yaşanan keşifler, olağan bilim anlayışında büyük bir kırılmaya yol açacaktır.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan iki teori, Newtoncu paradigmanın en önemli iddiaları olan, doğadaki tüm fenomenlerin mekanik yasalara indirgenebileceği ve bilimin, gerçeği önünde sonunda ortaya çıkaracağı fikrini çürütmüş ve bilimleri büyük bir bunalıma sokmuştur. Bunların ilki Eistein’ın ortaya koyduğu izafiyet teorisi, ikincisi ise içlerinde Schrödinger’in de bulunduğu bir bilim adamları cemiyetinin oluşturduğu kuantum teorisidir. Birincisi büyük cisimlerin teorisi iken diğeri en küçük parçaların teorisi olarak kabul edilmektedir. Bu teorilerin ortaya çıkmasıyla zaman, mekân, özne, nesne, doğa vb. kavramların yeniden tanımlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bilhassa mekanik fiziğin nedensellik anlayışı, atom-altı dünyada karşılaştığı düzensizlik ile büyük bir darbe almıştır.

19. yüzyılda doğa bilimlerinin artık her şeyin çözümü olduğu iddiasıyla şekillenen dünya bilim, felsefe ve din arasındaki ilişkinin tamamen kopartılması ile oluşurken, 20. yüzyılda bilim dünyasının yaşamış olduğu kriz, bu üçlünün tekrar bir arada düşünülmesine sebep olmuştur. Dönemin önemli bilim insanlarının hem felsefeye hem de dine olan ilgileri artmış, yeni gerçekliğin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili büyük bir tartışma ortamı oluşmuştur. Yazımızda değerlendirmesini yapacağımız kitabın sahibi olan Schrödinger de (1887-1961) dönemin tartışmalarına katılmış ve bilim ve felsefenin iç içe geçtiği bir eser kaleme almıştır.

Erwin Schrödinger’in Doğa ve Yunanlılar & Bilim ve Hümanizm adlı eseri, 1948 yılında University College London’da ve 1950 senesinde University College Dublin’de halka açık olarak vermiş olduğu derslerin yazılı halidir. İki farklı konferans, tek bir kitap halinde basılmıştır. İlk bakışta konferanslar arasındaki alakayı kurabilmek güç olsa da dikkatli bir okuma neticesinde bağlantıları anlayabilmek mümkündür. Schrödinger Doğa ve Yunanlılar kısmında, mevcut paradigmanın temellerinin ne olduğunu ve bunların kurucusu olarak Antik Yunan düşüncesini inceler. Bilim ve Hümanizm kısmında ise bilimin konumu ve mevcut bilimsel anlayışın en önemli açmazlarından biri olan maddenin ne olduğu tartışılır. Hem sırayı takip etmek hem de tarihsel arka planı göstermek adına önce Doğa ve Yunanlılar bölümünün genel bir değerlendirmesine geçebiliriz.

Doğa ve Yunanlılar toplam yedi alt bölümden oluşmaktadır. Schrödinger ilk bölümde neden böyle bir ders verdiğini ve amacının neler olduğunu bizlere anlatır. İkinci bölümden altıncı bölüme kadar ise, ilk kısımda sorduğu soruların tarihsel arka planını bizlere sunar. Antik Yunan felsefesi üzerine yoğunlaşan yazar, bilhassa pre-Sokratik filozoflar üzerinden konuşmasını yapar. Her bir düşünürü incelerken mevcut bilimsel anlayışla olan ilişkisine kısa dahi olsa atıfta bulunur. Kitabın son kısmında ise başlangıçta sorduğu soruların, tarihsel arka plana da dayanarak cevaplarını verir.

Alanında uzman bir fizikçi neden felsefe tarihi ile meşgul olur? Schrödinger de bu soruyu kendisine sormuştur. Felsefe tarihine yönelik bir araştırmaya çıkmak için hem kendisini hem de dinleyicileri ikna etmesi gerektiğini düşünen yazar bize bazı gerekçeler sunar. Bunları iki ana başlık altında toplamak mümkündür: İnsanlığın geldiği nokta ve bilimin çıkmazları. Yazar insanlığın geldiği nokta ile esasen anlam meselesine değinir. Batı düşüncesinde uzun süre anlam sıçraması, dinler sayesinde gerçekleşmiştir. Ancak değişim halinde olan doğayı katılaştırması sebebiyle dinler bir süre sonra işlevini yitirme tehlikesi ile yüzleşir. Bu durum özellikle 17. yüzyılda bilimsel gelişmelerin yaşanması ile ayyuka çıkmıştır. Bilimsel çalışmalar her an yenilenip yeni bilgileri insanlara sunarken, dindarlar daha fazla katılaşmışlardır. Bu iki yol 20. yüzyıla yaklaşırken birbirinden tamamen kopmuş ve insanlar bir diğer yolu göz ardı ederek yaşamayı tercih etmişlerdir. Ancak bu durum 20. yüzyılda yaşanan siyasi olaylar ile değişir. İnsanlar tabiatı gereği sıkıntısı olmadıkça anlama dair bir soru sormaz. Ancak iki büyük dünya savaşı geçtikten sonra insanlık, kendini ölümle yüz yüze hissetmektedir. Bu nedenle tekrar bir anlam arayışına çıkmak elzem bir durumdur. Mevcut anlayış, bilimi ve anlamı bir araya getirmeye izin vermediği için bunların kesiştiği nokta olan Antik Yunan düşüncesine gidilmesi gerekmektedir.

Antik Yunan düşüncesine gitmenin bir diğer nedeni ise bilimsel bilginin -özellikle fiziğin- çıkmazlarıdır. Modern döneme girilirken bilim dünyasında yaşanan en büyük devrim belki de madde anlayışında olmuştu. Aristotelesçi madde anlayışı terkedilmiş, atomcu madde anlayışına geçilmişti. Bilimsel bilginin ilerleyişiyle atomcu anlayış gittikçe güçlenmiş, 19. yüzyıl sonlarına doğru varlığı deneylerle ispatlandığı düşünülmüştür. Ancak 20. yüzyıl başlarında gerçekleşen çalışmalar durumun hiç de zannedildiği gibi olmadığını bilim dünyasına göstermiştir. Maddenin atom-altı dünyasına inildikçe klasik atom anlayışı sorgulanmaya başlanmıştır. Kuantum dünyasının mekanik yasalardan farklılaşması, bilimsel paradigmayı da bunalıma sokmuştur. Bu meselenin temellerini de görmek adına Antik Çağ’a gitmek artık zorunlu bir hal almıştır. Ayrıca yazar Burner ve Gompzer gibi felsefe tarihçilerinden alıntılar yaparak, mevcut Batı düşünce dünyasının kurucuları olarak Yunan filozoflarının önemini vurgular.

Yazar ikinci bölümden itibaren tarihsel arka planı anlatmaya başlar. Bu bölümlerde kronolojik bir sıra takip etmediğini, sorunlar üzerinden filozoflara yaklaşacağını söyler. Biz de söz konusu bölümleri tek tek özetini vermektense, öz bir şekilde anlatmaya çalışacağız. Schrödinger ikinci bölümde akıl ve duyu meselesine değinir. Bu iki bilgi edinme yolu, antik çağ düşünürleri incelenirken üzerinde durulan konulardan biri olacaktır. Antik Yunan düşüncesinde akıl ve duyu bilgisini temsil eden uçlar Parmenides ve Protogaras’tır. Parmenides bir apriorist olarak duyu bilgisini tamamen reddetmiş, saf akıl melekesini kullanarak varlık hakkında konuşabileceğini düşünmüştür. Diğer bir uçta ise Protogaras bulunur. O, duyusal bilginin bize verdiği şeyleri tamamen doğru kabul eder. Felsefe tarihini adeta bir diyalektik süreç olarak okuyup, akıl ve duyuyu iki zıt kutup olarak kabul eden yazar, bunların kemal halini Demokritos’da bulacaktır.

Bir sonraki bölümde yeni bir sorunsal olarak bilimsellik eklenir. Pisagorcuların doğayı anlama çabasında, matematik bilgiyi kullanma girişimleri yazarın üzerinde durduğu bir mesele olmuştur. Pisagorcuların matematik bilginin mükemmel halini keşfetmeleri, onların düşünce tarihinde bir adım ileriye atmalarını sağlamıştır. Ancak onlar akıl ve duyu dengesinde, büyük oranda akli bilgiyi esas almış ve duyu bilgisini göz ardı etmişlerdir. Bunun en önemli örneği kozmolojilerinde kendini göstermiştir. Merkezi ateş ve karşı-dünya gibi gezegenleri, kendi mükemmel, sade ve güzel önyargıları gereği uydurmuşlardır. Pisagorcuların bir diğer önemli keşifleri ise dünyanın, gezegenlerin merkezi olmadığı, merkez-ateş etrafında döndüğü fikridir. Ancak bu düşünce sonraları sürdürülmemiş ve Bilim Devrimine kadar genel geçer bilgi halini almamıştır.

Bir sonraki bölümde incelenen ekol Miletlilerdir. Felsefe tarihi eserlerinde çoğunlukla ilk sırada incelenen bu okul, kitapta ancak dördüncü bölümde işlenir. Miletliler birkaç husus noktasında oldukça önemlidir. Öncelikle onlar akıl ve duyu diyalektiğinin duyu tarafını temsil etmeleri itibariyle tam doğa bilimciler gibidirler. Ayrıca doğanın rasyonel bir şekilde anlaşılabileceği ve öznenin doğadan kopartılması hususuna yapmış oldukları katkı, düşünce tarihi açısından oldukça mühimdir. Ek olarak, tabiata bu şekilde yaklaşmak onları arkhe arayışına da itmiştir. Bu noktada yazarın üzerinde durduğu kişi Anaksimenes’dir. Onun seyrelme ve yoğunlaşma fikrinin, matematik dünya ile duyusal dünya arasında çıkan çözümsüzlüğe atıfla Demokritos’u hazırlayan faktörlerden biri olduğunu söyler.

Ksenofanes’in çoğul tanrılar anlayışını reddedip monist bir Tanrı bilgisine ulaşması ve Herekleitos’un duyu bilgisini herkes için genel geçer bir bilgi aracı saymasına kısaca değinen Schrödinger, ardından sözü diyalektik sürecin sonuna getirir. Bu noktada işlenen şey atomculuk ve Demokritos’tur. Yazar, modern dönemdeki atomculuk ile klasik atomculuk arasındaki bağa dikkat çeker. Klasik atomculuğa göre parçaların bölünmez, şekilsiz, sürekli ve sonsuz bir hareketi vardır. Modern dönemle benzeşen birçok özelliğe rağmen antikçağ atomculuğunun ilerleyen süreçte takip edilmeme nedeni, özgür bir irade eden olması gerektiği düşünülen ruhun da atom nazariyesi içerisine dahil edilmesidir.

Demokritos’u atomların var olduğu fikrine iten şey akli dünya ile duyu dünyası arasındaki süreklilik meselesi olmuştur. Bir yandan matematiksel süreksizliğin varlığı öte yandan ise dış dünyanın sürekliliği arasında kalan bu mesele ancak atom gibi bir şeyin varsayılması ile çözülebilmiştir. Yazara göre atomlar ancak bir faraziye olarak anlaşılmalıydı. Ancak modern dönemde Gassendi ile başlayan atomculuk hâkim görüş olmuş ve 19. yüzyıl sonunda yaşanan krizlere dek atomların varlığı deneyler ile gösterilir hale gelmiştir.

Pre-Sokratikler, çoğu felsefe tarihi çalışmalarında Sokrates, Platon ve Aristoteles üçlüsüne giden bir yol olarak görülürken yazar Schrödinger için daha farklı bir anlama bürünürler. Kendi felsefe okumasını Demokritos’a çıkan yolların izini takip etmek üzere yapar. Her bir düşünürü açıklarken Demokritos atomlarının nereye konumlandığını bize anlatır. Ayrıca bu fikirlerin ardılları tarafından takip edilmemesi ve tepkiyle karşılanması yazarı oldukça üzmüştür.

Kitabın son bölümünde, giriş kısmında sunulan gerekçelerin cevapları verilir. Bilim dünyasının maddenin mahiyeti noktasında yaşamış olduğu krizin esas sebebi, parçalanmaz atom fikrini gerçek kabul etmesidir. Bu fikrin bilimsel çalışmaları hızlandırmış olduğu doğrudur. Ama hızlanma ile gelişen teknoloji, aslında doğru bilinen şeylerin hatalı olduğunu da göstermiştir. Atomlar, Demokritos tarafından zaten bir kriz neticesinde çözüm amaçlı üretilmiş şeylerdir. Bu anlamda kendisi ve ardından gelen klasik atomcuların, böyle bir yapının gözlem ile doğrulanması gibi beklentileri olamazdı. Bu nedenle madde noktasında yaşanan bu kırılmalara hazırlıklı olmak, doğru bir tutum olmalıdır.

Anlam meselesi, Schrödinger’in üzerinde durduğu diğer bir konudur. Thales’ten itibaren günümüze gelen doğanın anlaşılırlığı ve özne-nesne ayrımı, bilimlerin oluşmasına büyük bir katkı sağlamıştır. Fakat doğanın anlaşılabilir olduğu görüşü Hume’un başlattığı nedensellik eleştirisi ile kırılma yaşamış, doğayı incelemekten geri durulmasa bile dışta bir anlamın olmayacağı varsayılmıştır. Bu durum insanları, bilimlerin incelediği nesnede yaşama dair bir şeyin olmayacağı fikrine götürmüştür. Bir diğer mesele ise özne-nesne ayrımının getirdiği sorunlardır. İnsan doğayı anlayıp incelerken kendisini doğadan ayırmış ve inceleme alanından kopmuştur. Bu durum, bilimlerin hâkim olduğu bir dünyada insanın varlığını anlamsız bir hale getirmiştir. Öznenin kendisini doğaya dahil etmeye çalıştığı her girişim paradokslar ile neticelenmiş ve Tanrı’nın insanın hayatından çıkmasına neden olmuştur. 

Kitabın ikinci kısmı olan Bilim ve Hümanizm ise modern dönemde bilimin değeri ve maddenin dönüşümü hakkında bir konuşmadır. Bilim, kişilerin nesillerce aktarılan bilgide uzmanlaşmasıyla ilerler. Bilimin öneminin ne olduğuna dair cevaplar ise teknik ilerlemeye yaptığı katkı itibariyle ölçülür. Ancak çoğu bilim adamı bu görüşü hoş görmez. Schrödinger de bilimin teknik ilerleme ile kıymetli hale gelmesine karşı çıkar.  

Ona göre doğa bilimlerinin, sosyal bilimlerden bir farkı yoktur. Sosyal bilimlerin nasıl ilerleme noktasında bir iddiası yoksa bilimin de bu anlamda bir iddiası olamaz. Ayrıca pratik anlamda katkı sağlamayan bilimlerin varlığıdır. Sismoloji gibi tecrübi bilginin öncelikli olduğu bilimlerin, pratik faydaları tartışılabilir. Son olarak bilimin ilerlemeye yol açtığı fikri doğruysa bunun iyi bir şey mi olduğu tartışılmalıdır. Bilimsel gelişmelerle dünyanın gelebileceği kötü durumlar ortadadır. Yazar, Ortega’dan yaptığı bir alıntı ile ‘bilimsel bilginin bir körleşme olduğunu ancak vasat insanların bu işi yapabileceğini’ söyler.

Schrödinger bilimsel bilginin, Delphi tapınağında bir söz olan “kendini bil” hikmeti etrafında şekillenmesi ile anlamlı hale geleceğini düşünür. Bu bilgi etrafında şekillenen bilimsel bilgiler bize nereden gelip nereye gittiğimiz noktasında bir şeyler söylemeye başlar. Olgularda sıkışıp kalındığı sürece insanlık hiçbir anlam bulamayacaktır. Bu durumun anlaşılması ve bilim ile günlük yaşam arasında gerekli bağlantılar kurulması gerekmektedir. Yazar bu noktada bilimle günlük hayatı buluşturmanın, madde fikrinde yaşanan dönüşüm üzerinden bir örneğini sunar.

19. yüzyıla geldiğimizde fizik bilimi, belki de zirve dönemlerini yaşamaktadır. Bilimsel anlamda büyük gelişmeler yaşanmış, büyük bir hızla ilerleme sağlanmıştır. Bu gelişmelerin neticesinde materyalist felsefe gelişmiştir. Bu düşünüşün temelleri ise parça ve boşluk temelli olan bir anlayıştır. Buna göre boşlukta birbirine güç ile etki eden, bölünmez, parçalanamaz atomlar bulunmaktadır. Atomların davranışları sürekli tahmin edilebilir bir biçimdedir. 20. yüzyıla girilirken atomların gerçek varlığı ile alakalı deneyler yapıldığı ve ispatlandığı gözlemlenmiştir. Ancak 20. yüzyılın başından itibaren sonraki 50 yıl boyunca yapılan çalışmalar madde fikrini değiştirmiştir. Elde tutulan bir şey olarak görülen madde artık o kadar da katı değildir. Bu nedenle de insanlar farkında olmasalar da daha az materyalistlerdir.

Peki sonsuza kadar aynılığını koruyan klasik anlamda atom fikrinin temeli nedir? Çevremizde var olan şeylerin ‘kendindeliği’ var ise atomların münferitliği nereden gelir? Bir saat moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar ise nihai parçacıklardan meydana gelir. Fakat çağdaş gelişmelerle nihai parçacıklarda bir aynılık konusu tartışmaya açılmışken saat nasıl münferitlik kazanmaktadır? Aslında maddeye ve dolayısıyla atomlara ait ‘aynılık’, kaba materyalist bir iddiadır. Aynılık ancak bir şekilde kendini gösterir: Bir saat, saatlik şeklini alınca aynılığa sahip olur. İnsanın yıllar geçse de kendi ile aynı kalmasını sağlayan şey budur. Çağdaş dönemde yapılan çalışmalar ile atom-altı düzey incelendiğinde madde tam bir muamma halini alır.

Newtonculuk anlamındaki klasik fizik, sürekliliği ‘belli bir zaman ve mekânda tanımlanan şey’ olarak ele alır. Buradan yola çıkarak da parçacıklara ulaşabileceğini düşünür. Ancak parçacıklar hakkında yapılan çalışmalar, bunların özdeşliği noktasında büyük soru işaretleri olacağını göstermiştir. Bir anda gözlemlenen bir parça ile bir sonraki anda gözlemlenen parçanın aynı olduğunu bize doğrulatacak şey tam olarak nedir? Sürekliliğin bu şekildeki durumu, nedensellik fikrine de bir darbe indirmiştir.

Bu noktada Schrödinger atom-altında meydana gelen olayların açıklaması olarak sunulan dalga teorisini inceler. Atom-altı parçacıkların klasik fiziğin iddia ettiği gibi tane olarak hareket etmemesi bu teoriyi ortaya çıkartmıştır. Buna göre bu parçalar hem tane hem de dalga şeklinde hareket etmektedir.  Schrödinger’in bu görüşe katılmadığı nokta, tanelikten dalga olmaya geçerken bu parçaların gösterdiği davranışlardır. Bu teori parçacıkların yansıdığı yüzeyde bir diğerini yok edip, yenilerini doğurduğunu iddia eder. Fakat yazar böyle bir şeyin olmaması gerektiğini ifade eder. Atom-altında bulunan parçacıklar, bir noktaya doğru ilerlerken iki noktadan aynı anda geçebilmelidir. Bu anlamda da parçaların sonuçlarını görmeden önce nerede olduğunu bilmiyoruzdur. Tam olarak bu durumdan dolayı klasik fiziğin ‘aynılık’ tanımına ulaşırken kullandığı yer ve zaman tespiti, atom-altı dünyasında geçerli olmamaktadır.

Yazarın değindiği bir diğer mesele ise Heisenberg Belirsizlik İlkesi’dir. Teoriye göre; tanelerin sonuçlarını görmeden önce ne yaptıklarını hiçbir zaman bilemeyeceğizdir. Eğer bu parçaların nerede olduklarını bilmek istiyorsak, öznenin bu gözlem işlemine katılması gerekir. Ancak böyle bir durumda da parçacık farklı bir davranış sergilediği için parçacıkların kendinde hareketlerini hiçbir zaman bilmemiz mümkün olmayacaktır. Schrödinger bu teoriye karşı çıkar çünkü parçacık hareketlerinin varlığa gelmemiş mümkün şeyler olarak görülmesi yazara göre doğru değildir. Bizden bağımsız bir gerçeklik vardır ancak bunun bilgisine henüz ulaşmamış olmamız mümkündür. Özne-nesne ikiliği noktasında yapılan keskin ayrım üzerinden bu teoriyi değerlendiren Schrödinger, özne ve nesne arasında felsefe tarihi boyunca keskin bir ayrım olmadığını, bunu Protogoras ve Demokritos’ta görebileceğimizi söyler. Bu nedenle bu iki şey arasında tamamen birini esas alan bir fikre de katılmaz. Bölünmez atom ise, ilk kitapta gösterildiği gibi, bir varsayım olduğunu unutulduğu için mevcut problemlerle karşılaşılmıştır. Atomların artık günümüzde değişebileceğini yeni bir hale bürünebileceğini kabul ederek beklemeliyizdir.

Kitabın son kısmında incelenen meselesi ise atom-altının indeterminist anlayışından yola çıkarak özgür iradeye yer açmaya çalışan Bohr’un görüşleridir. Bu mesele Demokritos’tan beri süregelen bir tartışmadır. Eğer evren atomlardan oluşuyorsa ve onun yasaları varsa, insan da atomlardan müteşekkil bir varlık olarak bu yasalara dahildir. Yasanın olduğu yerde ise özgür irade büyük bir sorundur. Yazara göre Demokritos bu sorunu göz ardı etmiştir. Ama onun ardılları özgürlük için fizik dünyada saçma fikirlere gitmişlerdir. Böyle bir tartışma içerisinde Bohr da atom-altındaki belirsizliği kullanarak özgür iradeyi savunabileceğini iddia etmiştir.

Ancak yazar iki noktadan Bohr’un görüşlerini eleştirir. İlki, atom-altının düşünüldüğü kadar nedenselliği aşmadığı görüşüdür. O dünyada da istatiksel anlamda tahminler yürütülmekte ve çoğunlukla doğru bilgiye ulaşılmaktadır. Bir diğer eleştiri ise Cassirer’den gelir. Cassirer, atom-altı dünyanın rastlantısallığının genel geçer hale getirilmesi durumunda ahlaki eylemlerin de boşluğa düşeceğini ifade eder. Bu nedenle etik tartışmalar, nedensellik düşüncesinin sürdüğü bağlam içerisinde yapılmalıdır. Yazar da Cassirer ile aynı konumu paylaşır. Bu anlamda kuantum teorisi ile etik eylemler arasında ilişki kurmak da anlamsızdır.

İki kitap arasındaki ilişki ağını ortaya koymak gerekirse eğer: Schrödinger yeni bir paradigma ile karşı karşıya olduğumuzu Kuhn, eserini yazmadan önce bize haber vermektedir. Bölünmez atom ve boşluktan oluşan klasik fiziğin evren tasavvuru kendinden emin bir halde ilerleyişini sürdürürken, ‘can damarında’ yaşanan kırılma bilim cemaatini bunalıma sokmuştur. Böyle bir halden sıyrılmak için klasik naifliğimizden kurtulmalı ve yeni durumun şartlarına uyum sağlamalıyızdır. Doğa bilimlerinin diğer bilimlerden bir farkı olmadığı ve tabiat hakkındaki araştırmanın her zaman kesinlik barındırmayacağı kabul edilmelidir. İnsanlığın bir anlam arayışı içerisinde bu bilimlere sarılarak kurtulamayacağı ortadadır. Çünkü hem felsefi hem de yöntemsel anlamda bilim bize hiçbir şey söylememektedir. Ancak “kendini bil” düsturu gereğince bilimlere tekrar yanaşmalı, öznenin de bir parçası olduğu doğa anlayışını benimsemeliyizdir.

Schrödinger bir fizikçi olmasına rağmen felsefe tarihi ağırlıklı sunumunun genel olarak başarılı olduğunu söylememiz mümkündür. Öncelikle konumunun farkında olarak hareket etmesi ve buna yönelik gerekçelerini sunması ile dinleyiciye gerekli güveni verir. Ayrıca kitap boyunca takip ettiği felsefe tarihi kaynaklarını iyi kritik ettiğini söyleyebiliriz. İlk metin boyunca “Anlamı nasıl bulabiliriz?” ve “Bilimin mevcut krizinin kökenleri nedir?” soruları, filozoflar üzerinden iyi bir şekilde takip edilmiş ve gerekli noktalar üzerinde durulmuştur. Ayrıca sonuç bölümünde verilen cevapların da hem kendi anlatmış olduğu tarihsel arka planla hem de doğrudan kaynaklar ile tutarlı olduğunu söylememiz mümkündür. İkinci kitapta bilimsel çalışmanın mahiyeti hakkında teknikleşme vurgusu yapılması oldukça önemlidir. Ancak yazının devamında madde hakkında yapılan tartışmalar ise modern fiziğin kavramlarına aşina olmayan okuyucuları oldukça zorlayacaktır. Ayrıca hem ilk kitap hem de ikinci kitapta uzunca işlenen matematik formüller okuyucuyu yormakta ve yazının gidişatını sekteye uğratmaktadır.  

Schrödinger’in antik çağ felsefesini okuma tarzı ise pek rastlanan bir şekil değildir. Çoğunlukla Platon ve Aristoteles’e doğru ilerleyen bir çizgi şeklinde yapılan okumaların aksine yazar, Demokritos’a giden bir okuma yapar. Ayrıca Demokritos sonrasına ise çoğunlukla hayal kırıkları ile bakar. Böyle müstesna bir düşünürü tam olarak anlamayan ardıllarının onun fikirlerinden uzaklaşmış olduklarını söyler. Ancak Schrödinger, Demokritos’un atomcu fikrine özellikle Aristoteles tarafından yapılan eleştirileri göz ardı eder. Burada Schrödinger’in bir fizikçi olduğunu ve mevcut bir meseleyi anlamak için böyle bir yöntemi takip ettiğini söylemek mümkündür. Ancak bilim tarihi çalışmalarının bize gösterdiği gibi, doğa bilimlerinde yaşanan gelişmeler ile felsefi problemlerin uyuşmazlığı kendisini tekrardan gösterir.

Yazarın tezlerine dair getirilmesi gereken en önemli eleştiri ise, anlam ve bilim meselesinde metafiziği tamamen dışlamasıdır. Bilhassa ilk kitapta vurgulandığı şekilde felsefi düşüncenin metafiziğe “daldığı” veya “battığı” şeklindeki kelime seçimleri, yazarın bu noktadaki tavrını bize gösterir. Ancak Platon ve Aristoteles’ten itibaren gördüğümüz üzere metafizik, tam olarak Schrödinger’in işaret ettiği meseleler ışığında ortaya çıkmıştır. Metafiziğin dışlandığı bir bilimsellik anlayışında, insanın nereden gelip nereye gideceği ve bilimlerin nasıl konumlandırılacağı sorularına cevap vermenin zorluğu meydandadır. Ayrıca Schrödinger’in yaptığı eleştirilere önerdiği çözüm yollarının müphemliği ve nihai kertede bilimlerin adeta elimizdeki tek araç olduğunu söylemesi ile çıkmaz bir sokağa girmiş gözüktüğünü ifade etmek mümkündür.

Babil Yayınlarından çıkan 2020 tarihli kitabın baskı kalitesinin ve sayfa tasarımının genel anlamda iyi olduğunu söyleyebiliriz. Çevirmen Aynur Başpınar, asıl metne sadık kalarak bir çeviri yapmaya çalışmış. Ancak kimi zaman orijinal metindeki ifadelerin bire bir aktarılması, Türkçe ifadelerin anlaşılırlığını zorlaştırmıştır. Ayrıca Schrödinger’in seçmiş olduğu kavramların felsefe tarihinde pek kullanılmaması nedeniyle, kimi yerde mütercimin zorladığı ortadadır. Tüm bunlara rağmen önemli bir yazara ait böyle bir metnin dilimize kazandırılması oldukça değerlidir.

Nihai olarak; çağdaş bilim tartışmalarında söz sahibi olan Schrödinger’e ait bu metin, gerçeklik tartışmalarının hangi noktalarda olduğunu görmek adına oldukça önemlidir. Kitabı okuyan herhangi bir kişinin kolayca anlayacağı gibi Schrödinger klasik bilimin buhranını okuyucu sunmakta ve adeta ‘bir bilim için ağıt’ yakmaktadır. Özellikle sosyal bilimlere ve ilahiyat alanına mensup kişilerce dikkate alınması gereken bu tezler, gelecek yıllarda insanlara sunabileceği fırsatları görmek adına oldukça kıymetlidir.

Kaynakça

Arslan, İshak. Çağdaş Doğa Düşüncesi. 2. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları. 2016

Chalmers, Alan F.. Bilim Dedikleri. 3. Baskı. İstanbul: Paradigma Yayınları. 2016.

Trusted, Jennifer. Fizik ve Metafizik. 3. Baskı. İstanbul: İnsan Yayınları. 2018.

Aylık Dergisi 206. Sayı Kasım 2021