Aşırılıkların coğrafyası Batı’da daimî düşman hep İslâm olmuştur. Fakat bu İslâm’ın kendisi değil de Batı’nın kendi hayalindeki İslâm’dır. Batı’nın muhayyilesindeki İslâm, geçmişi Haçlı Seferlerine kadar götürülebilecek bir süreçte adım adım kurgulanmıştır. Başta sömürgecilik faaliyetleri olmak üzere Doğu’nun nesneleşmesine etki eden faktörler, Batı’nın “ötekini” muhatap almadan, kendi başına oluşturduğu bir Doğu tasavvuru meydana getirir. Fakat Batı oluşturduğu bu tasavvuru, bilinen en eski tarihe kadar götürür. Kah Mezopotamya’da kah Afgan coğrafyasında, Batı ve onun rakibi olan Doğu aranır. Kendini her an öteki üzerinden tanımlamaya meyilli olan Batı için bu kaçınılmazdır.

Edward Said’in yazmış olduğu Şarkiyatçılık kitabı ile bu “hayali doğu” imgesi bilhassa Batı akademisinde görünür hale gelmiştir. Şarkiyatçılık’ın peşi sıra bu tasavvurun oluşumu üzerine eserler verilir. Bu kişilerden biri olan yakın doğu uzmanı Thierry Hentsch, Hayali Doğu kitabını kaleme alır. Yazar giriş kısmında, kitabının tarihi vesikalara dayanan, Doğu’yu inceleyen bir eser olmadığını bilakis Batılıların hayalindeki Doğu’yu anlamaya çalıştığını söyler. Kendisinin de etnik-merkezcilik yapmaktan kaçınamayacağını kabul eden yazar, en azından bu problemli durumun farkında olduğunu ve hitap ettiği kitlenin Batılılar olduğunu söylemesi ile kendi pozisyonunu belirler.

Altı bölümden oluşan kitabın her bölümünde, M.Ö. dönemden başlayarak günümüze kadar, Batılıların kurguladığı mevcut muhayyiledeki tarih ile vakıaların kendi tarihi bağlamını karşılaştırmalı olarak inceler. Burada Doğu olarak ele alınan mekân ise Akdeniz’in Doğusudur. Etnik-merkezcilik olmaması adına “orta doğu” ifadesini kullanmayan yazar, bu bölgeyi seçmesindeki en önemli nedenin ise Batı ile tarih içerisinde en yoğun ilişkilere sahip “öteki”ye ait bölgenin burası olmasını gösterir. Fakat yazar, eserinde Doğu ile ilgili herhangi bir çalışma yapmadan, sadece Batılıların algılarını ortaya koymayı hedefler. M.Ö. dönemden 13. yüzyıla kadar olan zamanla ile ilgili daha çok, modern dönemdeki algı ile yazılan eserleri, dönemin kendi bağlamında mukayese eder. 14. yüzyıldan itibaren olan dönemde ise doğrudan kaynaklar ve kişiler üzerinden Doğu algısını incelemeye başlar.

Kitabın birinci bölümü milattan önceki dönemlerden başlayıp, milattan sonra yedinci yüzyıla kadar olan süreci kapsar. Her hâkim medeniyetin kendisini merkeze konumlandırdığı bir tarih yazmak istediğini söyleyen Hentsch, Batının da ilkçağ ve devamında bunu yaptığını söyler. Başta Hint coğrafyası sonra İran ve nihayetinde Akdeniz’e gelinecek şekilde, Avrupa tarihî olaylar içerisinde her an kendisini bulmaya çalışır. Bu çaba nihayetinde Antik Yunan’da tam olarak ortaya çıkar. Doğu ile ilk ayrışma Med Savaşlarına denk düşecek zamanla başlar. Fakat Yunanlılar, İskender önderliğinde Doğu’ya açıldığı için bozulmaya mahkûm olmuş, aynı dönemde ortaya çıkan Roma imdada yetişmiştir. Roma doğal olarak Batıdır. Akdeniz’i “bizim deniz” haline getirmiştir. Roma Doğu ve Batı olarak ayrışması ile kısmî bir fetret devrine girer. Doğu Roma “Doğulu” olduğu için hiçbir zaman “Batılı” olarak görülmez, onların iyi yanları varsa bu Batı’dan, kötü yanları ise Doğu’dan gelmiştir. Yazar bu dönemle ilgili mevcut algıyı çizdikten sonra bu düşünceleri, doğrudan kaynaklara giderek yanlışlar. Antik Yunan ve Roma kendilerini ne doğulu ne de batılı olarak görürler. Ayrıca bu dönemle ile ilgili kurulan bağlar kadar kurulamayanlar sürekli göz ardı edilirler (kölelik, kadının konumu, bilimlere verilen önem vb.). Sonuç olarak o dönem içerisinde bugün anlaşılan anlamda Doğu-Batı ayrımı denen bir şey yoktur.

İkinci bölüm 7. yüzyıldan, 13. yüzyıla kadar olan dönemi içine alır. “Bizim Deniz” olan Akdeniz’in parçalanmasında en önemli sebep Müslümanlardır. Bu “barbar” ırk bir anda “mucizevi” bir şekilde yayılarak Akdeniz’deki birliği sona erdirir. Modern dönemdeki İslâm algısının bir görüntüsünü bu şekilde verir yazar. Hentsch’e göre; Doğu ile Batı ayrımı da bu yüzyıllara denk düşecek şekilde ortaya çıkmaya başlar. Ama bu algı bilinenin aksine İslâm’a karşı değil özellikle Doğu Roma’ya yöneliktir. Doğu’da bulunan Hristiyanlar ve Doğu Roma devleti, Müslümanlar ile barışçıl bir şekilde yaşıyor ve ilişkilerde bulunuyorsa da, Latin-Germen Milletlerinin önderi olan Katolik Kilisesi böyle değildir. İslâm’la bağları koptukça nefretleri de artar. Hem kendi konumlarını korumak hem de mevcut hareketliliği yatıştırmak adına, Kuzey Halklarının başını çektiği bir orduyu, “Efsanevi Hedef” olan Kudüs’e sürükler. Fakat bu seferler, Müslümanlardan çok Hristiyan olan milletlere zulüm olmuştur ki bilindiği gibi 4. Haçlı Seferinde İstanbul’un Latinler tarafından ele geçirilmesi ve İstanbul’da yapılanlar bunun en net kanıtıdır. Fakat bu seferler neticesinde İslâm dünyası ile hiçbir bağları olmayan Batılılar, ilk ilişkilerini bu vesile ile gerçekleştirirler. Katolik Kilisesinin de katkılarıyla bu süreçte Doğu ile ilgili ilk “fantastik hayaller” oluşur.

Üçüncü bölümde ise, 14, 15 ve 16. yüzyıllar incelenir. Osmanlı, İslâm’ın ilk döneminde gerçekleştirilen mucizenin bir benzerini yapar ve Akdeniz büyük oranda, tek bir devletin himayesi altına girer. Doğu algısına dair büyük kırılmanın yaşanması da bu dönemde gerçekleşir. Akdeniz bugün bilinenin aksine 16. yüzyıl sonuna dek esas denizdir, bu nedenle Batı’nın Doğu ile olan bağları kopmamış, iletişim devam etmiştir. Geçmişten farklı olan şey ise, artık Kilise boyunduruğu altında olmayan bağımsız faaliyetlere girişilmesidir. Kilisenin dikte ettiği İslâm algısı doğrudan kabul edilmeyip, bireysel girişimler ya da devlet adına yapılan çalışmalar oluşmaya başlar. Bunun en önemli örnekleri seyahatnameler ve siyasetnamelerdir. Doğu’ya yapılan seyahatlerde hayranlık ile birlikte korkunun ve nefretin bir arada olduğu yazılar. Siyasetnamelerde ise yazar Machiavelli, Postel ve Bodin üzerinden Batı muhayyilesini göstermeye çalışır. Bu kişilerde Doğu, daha önce örneği görülmemiş bir şekilde artık kıyas merkezi olarak alınacaktır. Doğu ve Batı yönetim biçimleri ve siyaset tarzları kıyaslanır. Batı ve özelde Katolikliğin olduğu evrensel bir siyaset düşüncesi oluşturulmaya çalışırlar. Ancak bunu yaparken, farkında olsun ya da olmasın Doğu nesneleştirilmeye çalışılır, Batı’nın merkeze alındığı bir anlayış ortaya konur. Bu dönemde esas kırılmaya yol açan olay ise ticaret ağının Akdeniz’den Atlantik’e kayması olacaktır. Bu durum Doğu ile olan ilişkilerde zayıflamaya ve Batı’nın kendini “farklı” olarak addetmesine neden olacaktır.

Kitabın dördüncü bölümü 17. ve 18. yüzyılları kapsar. Bu dönemlere denk düşecek zaman diliminde, Batı, Atlantik hattının gelişmesi ile birlikte artık “farklı” olma sürecini nihayete erdirmiştir. Bu farklılaşmaya yol açan en önemli neden “bilimler” olacaktır. Bu dönemde çok fazla miktarda seyahatnameler yazılmaya başlar. Bir önceki dönemde bu yazılarda korku, merak ve nefret hâkim iken, yeni dönemde mağrur ve farklı olduğunu hissettiren bir bakış açısı hâkim olacaktır. Doğu artık Batı’nın aynasıdır, kendini tanımak adına gidip görülecek bir yerdir. Bu bazen kendini tatmin amaçlı bazen de Batılılara ders verme amacı ile olacaktır. Leibniz’in “Mısır Seferi” ile ilgili yazdıkları 19. yüzyılda resmen başlayacak olan oryantalist faaliyetlerin ilk örneklerindendir. Doğu ele geçirilmesi gereken bir bölgedir. Montesquieu, bugün sıklıkla kullanılan “despotizm” terimini tedavüle sokması ile o dönemdeki algıyı ortaya koyar. Doğu tabii olarak geri olmak zorundadır. Bu şekilde Doğu ile ilgili yapılan eleştirilerde artık “din” merkez olmaktan çıkmış, politik ve kültürel faktörler ön planda olmuştu. Böylece Batı hem Doğu’yu hem de Katolik Kilisesini eleştirebilir.

Beşinci bölümde, modernliğin doğuşu olarak kabul edilen 19. yüzyıl ele alınır. Bu dönem sömürgeci faaliyetler ve önceki dönem Doğu algısının evliliğini ortaya çıkartır. Napolyon’un Mısır seferi, doğu ile ilgili en kritik kırılmanın yaşandığı andır. Daha önceki dönemlerde Doğu her ne kadar ibret alınması gereken bir “ötekisi” olsa da kendine ait bir gerçekliği vardır. Ama Mısır Seferi, bu düşüncenin yerini artık “eğitilmesi gereken bir Doğu”ya bırakır. Sömürgeci faaliyetlere kendini alet etmiş bir saha vardır artık. Bu algıyı, bugün dahi tam olarak aşılamamış şekilde teorik hale getiren kişi ise Hegel’dir. Hegel’e göre; Doğu, Batı’nın nihayetini temsil ettiği tarihin bebeklik çağına denk düşer, bu nedenle kendisine dönüp bakmaya hiçbir hacet yoktur. Doğu’nun artık net bir şekilde “nesne”leştiği bu dönem, farklı düşünce tarzlarını da doğurur: Modernlikten kaçıp sığınılacak olan Doğu... Gidip görmeye ihtiyaç duyulmadan, hayallerle dolu bir Doğu imgesi oluşturulur. Bu tarzda verilen roman, hikâye, şiir vb. eserler, tüm Batı halklarına ulaşması nedeniyle günümüze kadar gelecek Doğu algısını şekillendirir.

Kitabın son bölümü olan 20. yüzyılda, artık Batı’nın Doğu algısı, son 200 yılda olduğundan farklı bir konumdadır. Bu döneme kadar Doğu sürekli görmezden gelinmiş ve artık “yaşamın” olmadığı bir yer olarak kabul edilmiştir. Fakat 20. yüzyıla gelindiğinde durum hiç de böyle değildir. Batı’nın evrensellik hayallerinin dünya savaşı ile baltalanması ve Doğu toplumlarının artık kendi cevaplarını üretiyor olması, Doğu’ya bakışta yeni yollar aramaya itmiştir. Bu dönemin simge şahsiyetleri ise Spengler ve Toynbee’dir. Bu kişiler Batı’yı bu tedirgin durum içerisinde ayakta tutmak adına teoriler geliştirirler. Fakat bu yeni olguda yine Doğu’yu göz ardı ederek, kendilerine ait bir Doğu üzerinden eserlerini verirler. Yazar kitabının son kısmında da bu durum ile bağlantılı olarak, Doğu ile nasıl bir ilişki olması üzerinde kendi düşüncelerini yazar. Hentsch’e göre; Doğu ile olan ilişki monolog olduğu sürece bu mevcut durumdan kurtulmak imkânsız olacaktır. Doğu ile her an diyalog halinde olmak gerekir ki, geçmişte kaçınılmaz olarak düşülen hatalar tekrarlanmasın.

Batı, farklılaştığı ölçüde kendini tanımak adına Doğu’ya gider. Bu ilk zamanlarda mağrurca, sonra nefret ve hoyratlık dolu bir bakıştır. Her ne kadar tarihin büyük çoğunluğu bu şekilde olmasa da, son 300 yıllık dönemin özeti bu şekildedir. Doğu konuşmaz ya da konuşturulmaz, ancak Batı kurucu olacaktır. Böylece Batı kendi hayalindeki Doğu ve İslâm’ı oluşturur.

Yazarın giriş kısmında vadettiği, “Batı’nın Doğu hayalini çözümleme” amacını başarı ile gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Tarihlerin insanların ürünleri olduğu gerçeğini ve “öteki” ile ilgili algıların politik olandan ayrı olmadığı ve olamayacağını iyi bir şekilde ifade etmiştir. Ayrıca Hentsch’in kitap boyunca, Şarkiyatçılık eserinde ifade edilen birçok unsurun tashihe muhtaç olduğunu belirtmesi, alan ile ilgili çalışmalarda gözden kaçabilecek konuları belirtmesi adına önemli bir itirazdır. Bu noktada eserin eleştirilebilecek yanları ise özellikle dört, beş ve altıncı bölümlerdeki örnek aldığı kişilerin Fransız olmasıdır. Batı ve özelde de Avrupa adına konuşuyor olmasına rağmen bu kişilerin büyük oranda Fransız olması, kitabın ana iddiasını geniş ölçekli alma noktasına halel getirebilmektedir. Ayrıca ilk üç bölümde şahıslar üzerinden değil de vakıa okuması şeklinde kaleme alınmış olması, bu dönemlerle ilgili iddiaları zayıflatmaktadır. Tüm bunlara rağmen kitabı bitirdiğimizde yazarın hedefi gerçekleşmiş olacaktır. Kitabın tercümesi ise genel olarak anlaşılır ve akıcı olması hasebiyle başarılıdır.

Görüş: Abdulkerim Kiracı

Aylık Baran Dergisi 9. Sayı

Kasım 2022