Her şeyden daha soğuk bir yağmur yağıyordu. Yüzüne vuran her yağmur taneciği çivi gibi tenine işliyordu. Caddeden aşağı inerken bir sigara yaktı. Kuruyemişçinin önünde durdu ve paketinde kalan sigaraları saydı. Yeterliydi. Saatine baktı, daha yarım saat vardı. Her zaman erken gelirdi. Herhangi bir sebebden beklediğini kaçırma ihtimali başka hiçbir şey kadar moralini bozamazdı. Soğuktan hiç hazzetmediği halde kışı seviyordu; erken kararan hava, yağmur veyahut kar insanların bir ân evvel ortalıktan el ayak çekmesine sebeb olduğu için seviyordu. Onu beklerken soğuktan titrese de, parmak uçlarına kadar elleri ve ayakları donsa da kimse tarafından rahatsız edilmeden beklemekten hoşlanıyordu.

Biraz geri çekildi ve binanın duvarına sırtını yasladı. Böylece ıslanmayacaktı. Aslında ıslanmak umurunda bile değildi. Daha vakti vardı, pekâlâ burada da bekleyebilirdi. Yoldan hızla bir araba geçti. Yağmur sularını ta onun ayakuçlarına kadar sıçrattı. Başka bir zaman olsa bir alaybozan gibi patlar, muhatabı onu duymasa bile körkütük sarhoşların sustada sakladıkları küfürlerden bir düzinesini uluorta, kimseye aldırış etmeden peş peşe sıralardı. Giden arabanın arkasından bakarken titrek bir ses duydu. Başını çevirip sesin sahibini aradı. Sol yanında, birkaç metre ileride omuzları çökmüş, ufak tefek bir ihtiyar bir elinde şemsiyesi diğer elinde alışveriş filesi olan bir adama el açmış, müşfik bir çehrenin altına sakladığı riyakâr bir tebessümle dileniyordu. Elleri dolu olan adam yine de yaşlı adamı geri çevirmedi.  Güç bela cebinden çıkardığı birkaç lirayı adamın eline tutuşturdu.

Caddenin aşağısına baktı. Yağmura aldırış etmiyordu ya, yine de erkenden sırılsıklam olmak istemiyordu. Çenesinin hemen altına bir el uzanınca ufaktan irkildi. İhtiyarın elindeki çizgilerin kararmış olduğu, o karanlıkta bile fark ediliyordu. Adamın yüzüne baktı ve kaşlarını kaldırdı. Yanağının kenarına alaycı bir gülücük kondu. Yine de cebinden en küçük banknotu çıkarıp ihtiyarın avucuna bıraktı. İhtiyar avucundaki parayı görünce gözleri parladı. Sanki canlanmış, dirilmişti ihtiyar:

“Allah ne muradın varsa versin evladım, Allah razı olsun, Allah…”

İhtiyar alelacele cebine tıktığı banknotu alıp giderken yine aynı zavallılığına büründü birkaç adım sonra. Yine acele acele evine gitmeye çalışan başka birine el açtı. Adam ihtiyarın yüzüne bile bakmamıştı. Sigarasını akıp giden suyun ortasına fırlattı, ihtiyara yetişti, kulağına eğilip:

“Emmi, Ayaz paşa kol geziyor.”

İhtiyar birden irkildi. Delikanlıyı tanımak için yüzüne bakmaya çalıştı. Geçip gitmişti bile. Tanıyordu bu ihtiyarı. Huy edinmişti bu yolu. Değme zenginlerden fazla parası olduğu dilden dile dolaşırdı. Belki ona para veren birçokları da bunu biliyordu. Kendisinin bildiği gibi.

Yüz metre kadar yürüdü, kepenklerini indirmiş bankanın önünde durdu ve caddenin karşısındaki mağazaya bakmaya başladı. İki senedir haftanın altı günü bunu yapıyordu. Her iş çıkışı hiçbir yere uğramaz, acele acele buraya gelirdi. Bir tek görmek, ne olursa olsun onu görmek için.

Yağmur aynı dinginliği ile yağıyordu; ince ince, sezdirmeden, her şeye işleyen ve yıkayamadığı yerlere de nemini yayarak. Ne zamandır yağmurla beraber etrafa yayılan toprak kokusu duymadığını düşündü. Toprak mı kalmıştı! Toprağa bile nefes aldırmayacak kadar her yanı betondan kütlelerle kaplamışlardı. Birer birer kaybolan ağaçların yerine, belediyelerin komşular alışverişte görsün kabilinden caddelerin her iki yanına veya yolların ortalarına diktiği ama daha önce adı sanı duyulmamış göstermelik süs ağaçlarından başka bir şey kalmamıştı. Bir sigara daha yaktı. Acıkmıştı, fakat şu ân burada beklemekten başka çaresi yokmuş, buna mahkûmmuş gibi kendini tutuyordu.

Saatine baktı tekrar bir on beş dakika daha… Dakikalar azaldıkça kalb atışları hızlanırdı. Büyük bir coşku ânıydı beklediği.

Her şey böyle bir akşamda başlamıştı, fakat o zaman vakit bahardı. Ilık bir hava yağmur bulutlarıyla onu kendisine taşımıştı sanki. Yağmur hiç umurlarında olmadan saatlerce yürümüşlerdi. Hiçbir şeye, hiçbir hayale, hiçbir fikre bu kadar meftun olduğunu bilmiyordu. Kendisinden ulvi bir şey için bu kadar bağlılık istense acaba sadık kalabilir miydi, emin değildi. Kendi de ilk zamanlar buna hayret etmişti. Hiç kimseye bu kadar tutulacağını zannetmezdi. Bir başkası için alışkanlıklarını değiştireceğini bir arkadaşı söylese güler geçerdi. İddialaşır, inat eder, ama kabul etmezdi.

O bir gün “yeter” dediğinde, her şeyin birdenbire kesilip bitivermesi gerekirdi. Zira kimse için kendisini heder edemeyecek kadar kendini gururlu bulurdu. Fakat tam aksine ona olan hisleri ve bağlılığı günbegün artmıştı. İşte iki senedir, her iş çıkışında hep aynı noktada bekliyor, ondan gelecek bir işaret ümidiyle kendini avutuyordu. Ve bu hâl ona garib bir haz da veriyordu. Hiçbir şeyi saplantı hâline getirmiş değildi. Bir kapının kölesi gibi, hakkında verilmiş olan fermanın bozulması ümidiyle kendini onun gözleri önüne atıyor ve af fermanı dileniyordu. Bir sevilenden başka kim daha kahredici olabilir ve daha affedici… O da araya hiç kimseyi koymadan sadece kendisi karanlık akşamlara yine onun saçacağı bir ışık arzusuyla hep aynı noktada bitmeyen nöbetini tutuyordu.

Önünden cadde boyu akıp giden yağmur sularına baktı. Sokak lambalarından, dükkân ve mağazalardan yayılan ışıklardan parıltılar sulardan aksetse de, kirli, boz bulanık bir suydu bu. Göklerden bu kadar berrak inen bir şey ne kadar hızlı kirleniyordu. Dünyaya inen her şey kirleniyor, diye düşündü. Oysa gökten inen ne olursa dünyayı yıkamalı, arındırmalıydı ona göre.

Tekrar saatine kaydı gözleri ister istemez. Hep aynı heyecan yine gelip bütün benliğini kapladı. Son beş dakika, bir sigara daha yaktı. Eriyip şu yağmur sularıyla gitse kimse fark etmeyecekti, o bile. Ve belki şu iki senelik derdinden o zaman azad olurdu. Ayakkabıları su çekmişti. Parmak uçları sızlıyordu. Ama o bu soğuktan daha inatçıydı. Mağaza gece yarısına kadar açık kalsa o da aynı inatla bekleyecekti.

İlk, mağazadan birkaç delikanlı çıktı. Ne kadar daldığını sorguladı. Acaba onun geçip gidişini kaçırmış mıydı? Hemen sigarasını attı. Şu ân başka hiçbir şeyle meşgul olamazdı. Bir kız çıktı mağazadan durup beklemeye başladı kapının önünde. Kız arada bir başını içeri uzatıyor ve ayaklarını yere vurarak acele etmeleri için sesleniyordu. Belli ki soğuk hava kızcağızı hemen çarpmıştı. Ve işte bir sonraki güne kadar hayaliyle avunacağı vakit gelmişti. Koluna girdiği bir arkadaşıyla o da çıkageldi. Her akşam üç kız durağa kadar beraber yürürlerdi. Bu karanlık ve yağmurlu geceye onun yüzü ve gözleri kadar hiçbir şey daha parlak bir ışık saçamazdı. O da caddenin karşısında bir kedinin dikkati ile hareketlendi. Ellerini nihayet cebine soktu. Olur da dönüp bakarsa zararsızlığını göstermek istiyordu sanki. Kız arkadaşlarıyla konuşup, gülüp şakalaşırken, birden bir şeyin kokusunu almış veyahut kadınlara has o hisle fark etmiş olacak ki caddenin karşısına baktı. Çoğu akşam fark etmeden geçip gider, otobüslerine binerler ve onun farkında bile olmazlardı. Kızın gözleri alev saçan bir hışımla ona bakıyordu. İnsanı yargılayacak ve kahredecek bütün sözlerden daha keskindi bu bakışlar.

Olduğu yerde kalakaldı. Bütün bedeni bir yığına dönmüş de kalbinin üzerine çökmüştü sanki. Bu gözler ondan nefret ediyordu. Bir düşman bile böyle bakamaz gibi geldi ona. Arkadaşlarıyla beraber caddenin yukarısına durağa doğru yürümeye başladılar. Bütün bir saadet ânının yıkımıydı bu. Oysa sabahtan akşama kadar çalışır, ama aklında hep bu ânın düşleri olurdu. Tabii hiçbir düşünde böyle bitmezdi akşam.

Onlar uzaklaşır ve o, azarlanmış ürkek bir kedinin bakışları ile onun arkasından kaçamak nazarlarla bakarken kız birden arkasını döndü, uzak bir mesafeydi, ama görebiliyordu. Acıyan bir bakış, az önceki kızgınlığından pişman bir bakıştı bu. Ayaklarının yerden kesildiğini, bedeninin bir tüy kadar hafiflediğini hissetti. Hareket etmek istiyor, ama sadece sendeliyordu. Kız çoktan dönüp gitmişti bile. Bir anlayabilseydi kim bu kadar sebat ile onu bekler,  belki bu kadar zulmetmezdi bana, diye düşündü.

O da dönüp aksi istikamete yürüdü. Yarına taşıyacak sıcacık bir bakış vardı artık düşlerinde…

Aylık Dergisi 207. Sayı Aralık 2021