Mimarlık insanlık tarihinden itibaren belli aşamalardan geçerek günümüze kadar gelmiştir. Bir düşünceyi, inancı ve hayatın kendisini yansıtır. En nihayetinde kendini dine yaslar. Hiçbir yapı yok ki temelinde din bulunmasın. Bir barakayı veya kulübeyi dahi inşa ederken dinden aldığımız pay ile inşa ederiz. Müslüman mimar ile Hristiyan mimarın inşa edeceği yapılar aynı olabilir mi? Ne yazık ki, anlayışın ve idrakin pespaye olduğu bu dönemde, Batılılaşmanın ortaya çıkardığı tek tipleşmeyle kemmiyet ve keyfiyet olarak aynı olabiliyor.

Modern mimarinin ve şehirciliğin babası sayılan Le Corbusier için Michel Ragon şu ifadeleri kullanıyor: “Tüm ütopistler gibi bir nizam insanı olan Le Corbuiser hayatın, bir saat gibi düzenli aktığı bir manastır hayal ediyordu.” Mimarlık/mühendislikte otorite sahibi ve ülkemizde hayranlıkla bakılan Le Corbusier aslında çok iyi bir Hristiyan’dır ve imar planlarını inandığı dine göre yapar. Anadolu da dahil olmak üzere birçok coğrafyayı seyyah olarak gezer. Floransa Ema Manastırı’ndan çok etkilenir. Yunanistan seyahatinde keşişlerin hayatını çok merak eder ve özenir. Onların hayatını anlamak için keşişlerle beraber Athos Tepesi’nde 18 gün yaşar. Corbusier’in Hristiyanlığa olan müthiş bağlılığı, projelerinde etkisini gösterir. Düşünce biçimi olarak Katolik, yaşayış biçimi olarak ise Protestan’dır; çünkü projelerinin merkezinde kilise/manastır yoktur. Fakat işleyiş olarak kilisenin işleyişi vardır. Projelerini insana göre yapmaz. Projesini yapar ve insanların bu projeye göre hareket etmesini ve şekil almasını ister.

Batının kurgulanmış şehirlerine baktığımızda her yerinde Corbusier’i görürüz. Mimar Boris ve Le Corbusier gibi isimler meydana getirdikleri planlama ve yapılar ile kendilerinin Tanrı olduklarını ifade ediyorlardı. Evi içinde yaşanılacak makine olarak tarif eden Corbusier, insanlara büyük ölçekte şehir planlaması adı altında hükmetmek istiyor ve makine içinde hangi robotların yaşayacağını da ifade ediyordu. Goethe’nin Faust isimli eserinde şeytan ile anlaşan insan, eline geçirdiği güçle kendini artık her şeye hükmeden Tanrı yerine koyacaktır. Her sahada Batı’nın ruh portresini ortaya koyan bu roman Batı’nın nasıl bir cani olduğunu da gösteriyor. Batı; şehirleri, mimari yapıları ve insanları nasıl böldü? Tüm insanlığa kilise hayatı yaşatıp, nerede, ne yapacağına ne zaman ve nasıl karar verdi? Niçin toprağa hasret bir şekilde apartmanlarda yaşıyoruz? Neden yollarımız insanlara göre değil de araçlara göre tasarlanmış? Batı bu fikre nereden ve nasıl ulaştı? Antik Yunan mı? Aydınlanma mı? Sanayi devrimi mi? Mesih inancı mı? Bu düşüncenin kaynağı hangisi? Bana göre kaynağı teknoloji ve Hristiyanlıktır. Gelişen bilim ve sanayi devrimiyle beraber Hristiyanlık da değişim gösterdi. “Peygamberler olmasaydı, medeniyetler olmazdı” diyen Salih Mirzabeyoğlu, bir bakıma bilimin kaynağının İslâm olduğunu ifade etmiştir. Şayet tam tersi bir durum olsaydı İslâm, bilim karşısında her devir değişmek zorunda kalacaktı. Hristiyanlığın her yüzyılda bir, büyük değişimler yaşamasının ana sebeplerinden biri de gelişen bilim ve teknolojidir. Değişebilen Hristiyanlık, değişebilen Hristiyanlar ve değişebilen mimari yapılar. Oysaki düzensiz bir din veya yapıda diyalektik olmaz. Kendi içerisinde tutarsızlıklar barındırır. “Kısaca Hristiyanlık’ı Deizm’e dönüştüren bir değişiklik! Ve Lucıen Goldmann, Hristiyanlığın, işte tastamam böyle, yani bir Deizm’e dönüşerek rasyonelleştiğini öne sürüyor.” (1)

Batı mimarisini anlamak için Hristiyanlığı da anlamak lazım. Arkitektonik (mimarlığa ilişkin olan) ifadelerden arındırılmış bir biçimde ifade edecek olursak modern mimari, Hristiyanlığın mimarisidir. Atina Okulu Freski’nin merkezinde iki filozof bulunur: Platon ve Aristotales. Aristo elinde kitap ve yeri (yeryüzünü) gösterirken Platon elinde kitap ve yukarıyı (gökyüzünü) gösterir. Batı mimarisi için fikir çapında yatay ve dikey mimari böyle başlar. “Romanesk dönemde mimarlık tarihinin en büyük isimleri Benedikten manastırlardan, yüksek Gotik döneminde katedrallerden, geç Gotik’te ise bölge kiliselerinden çıkmıştır.” (2) Her dönemde gelen mimarlar muhakkak ki kendi dinlerine sadık olmuşlardır.

Skolastik düşünce ile mimaride inşa etme olayı daha farklı boyutlara ulaştı. Katedrallerin yapımında bütünlüğü bozmamak adına gerekli veya gereksiz kısımlar eklendi. Mesela kaburgalı tonoz, beşik tonoz, çapraz tonoz ve kubbe gibi örtü biçimleri yerine, sistematiği ve tekniği yeni geliştirilen kaburgalı tonoz kullanılmaya başlanmıştı. Dini, mimari sistemlere uydurmamışlar. Mimariyi dini anlayışlarına göre geliştirmişler.

İnsan arı gibi geometrik hücreler inşa eden bir hayvandır diyerek, insan yaşamına ütopist-modernist ve bütüncül bir biçimde yaklaşmayı şiar edinen Le Corbusier’in 1924 yılında Paris’te Sevres sokağındaki eski bir manastırın uzun koridorunu kiralayarak, burayı atölyesi haline getirmesi tesadüf olmamalı.” (3) Corbusier’in bütüncül yaklaşımı Descartes’ın anlayışı gibidir. Yani dünyanın nazım ve imar planını yapan tek bir mimar gibi davranmak. Bunun için de her şeyi makineleştirmek istiyordu. Evler, yollar, kaldırımlar her şey onun için birer makinedir. İnsanı geometrik hücre inşa eden hayvana benzetmesi her şeyi koordinatlamak ve kontrol etmek isteğinden gelir. Devasa şehirleri tasarlayan Corbusier neden müstakil evler tasarlamak yerine toplu konutlar tasarlamıştır? Küçük bir alanda daha çok insana hükmetmek için olabilir mi?

Toplu halde daha iyi yaşamak için manastır modelini öneren Le Corbusier modern mimarinin babası sayılıyor. Bu da önerdiği şeyin Hristiyanlığın mimarisine mutabık olduğu tezini destekler niteliktedir. Kilisede herkes tek tiptir. Sandalyelere geçilir ve oturulur. Vaaz dinlenir, ayin yapılır ve kalkılır. Bütün hareketler adeta önceden tasarlanmış gibidir. Tıpkı Corbusier’in makine evlerinde olduğu gibi. Kendi dünya görüşünün diyalektiklerini oluşturamayanlar başkalarının şuur süzgeci ile şekil alır ve önüne konulan algıyı gerçek ve hakikat olarak benimser. Üstad Necip Fazıl, Batı için “Kendi çirkinliklerini bile güzel olarak sunuyorken biz ise kendi güzelliğimizi çirkinleştiriyoruz.” der. Dünyanın her köşesini manastır mimarisiyle şekillendirmek isteyen Batıya karşı bizim tavrımız ne olmalıdır? Mimarlık ve mühendislik fakültelerinde Corbusier neden bu şekil anlatılmaz? Şuur süzgeçlerini Batı oluşturduğu için mi yoksa kendi dünyalarında Corbusier ulaşılmaz Tanrı Mimar olduğu için mi?

Le Corbusier’in Işıyan Kent adını verdiği kent düşü aslında bir asır öncesine ait, komünlerden oluşan bir kolektif yaşam fikrinin ütopyasıdır. Bu fikir Charles Fourier’nin Falanster’idir.” (4) Falanster; insanların topluca bulunduğu farklı bölümlerdir. Yatakhanelerde yatılan, yemekhanelerde yemek yenilen ve ortak buluşma alanına sahip yerlerdir. Sadece ihtiyaç giderilir. Sohbet edilmez, adab-ı muaşerete uyulmaz. Herkes birbirine araç olarak bakar. Tıpkı öğrenci yurtlarında, otellerde olduğu gibi... Corbusier’in şehirleri cetvel hesabı ile planlamasının temelleri Antik Yunan’a kadar dayandırılabilir. Yani Batının şehir planlamasının ve mimarisinin kökleri Antik Yunan'a kadar dayanır ve hâlen de günümüzde geçerlidir. Platon, Yasalar eserinde toplumla ilgili düşüncelerini mimariye uygular. Şehrin nerede olacağını, şehrin nasıl bölünmesi gerektiğini, yollarının ve duvarlarının nasıl olacağını, şehirlerde kaç kişi yaşayacağını anlatmıştır. Platon şehre katı bir sınır çizmiştir. Bir şehir büyüklüğünde hapishane kurmayı istemiştir. Bu kadar sınır ve statik ancak hapishanede olur. Tabiî bunun en büyük nedeni savaşa karşı savunma refleksini bir şehir olarak bütüncül bir şekilde gerçekleştirmektir. Platon'un polisi için insanlara ve tabiata müdahale edilebilir.

Batı şehir planlaması da bu şekildedir. Mesela Paris'i ele alalım. 17. yüzyıl başlarında Louis, 400 metre cephesi olan Versailles Sarayı'nın balkonunu Paris'in merkez noktasına yaptırıyor. O balkondan tüm Paris'i ve dünyayı görecek ve dünyaya tahakküm ettiğini düşünecek. Daha sonra Napolyon, Paris'i yeniden inşa eder. Büyük bulvarlar yaptırır, geniş caddeleri yuvarlak meydanlarda birleştirir. Sebebi ise Napolyon'un diğer iki ortağı şayet kendisine ihanet edip apartmanlarda yaşayan halkı sokağa çıkarırsa yuvarlak meydanlara yerleştireceği topçu bataryalar ile isyancıları bastırmak. Paris’in bu amaçla inşa edildiğini ifade eden Turgut Cansever aynı zamanda, “Paris’e şehir diyen ahmaktır.” der.

      KAYNAKLAR:

  1. Hilmi Yavuz, Özel Hayattan Küreselleşmeye, Boyut Yayınları, İstanbul, 2001
  2. Erwin Panofsky, Gotik Mimarlık ve Skolastik Felsefe, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2014
  3. Michel Ragon, Modern Mimarlık ve Şehircilik Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2010
  4. Ragon, a.g.e.

Görüş: Hasan Hüseyin Akdağ 

Aylık Baran Dergisi 9. Sayı Kasım 2022