Rafa kaldırılan yalnız Mimar Kemaleddin Bey’in planları değil, tarihimiz boyunca biriktirdiğimiz anlayışımız, fikrimiz ve inancımızdı. Cumhuriyet devri kendi güzellik ve mimari anlayışını ortaya koyamadı. Çünkü Batı’nın üstünlüğü kabul edilmişti ve ancak onlara benzeyerek modern olabilirdik.

Kubbeler

Mimar Sinan’ın inşa ettiği camilerin biçimi, banilerinin Osmanlı Devleti’ndeki yerini, statüsünü ve zenginliğini gösterirdi. Camilerin heybeti, zarafeti ve asırlarca ayakta kalmış olmasında yalnızca kullanılan yapı malzemelerinin kalitesi, mimari ayrıntılar ve ustanın maharetiyle değil; aynı zamanda kubbelerle beraber minarelerin mevcudiyeti ve sayısı da önemli olmuştur. Sanat tarihçisi Gülru Necipoğlu’nun ifade ettiği şekliyle kubbeler ve minareler “âdâb” temelinde hiyerarşik bir düzenle inşa edilmiştir.

Mimar Sinan’ın inşa ettiği camiler genel olarak şu üç şeye bağlıydı: Baninin statüsüne, camii inşaatının üslup ve formuna ve adaba.

16. yy da yaşamış olan tarihçi Mustafa Âli, “Mevaidü’n-Nefais fi Kevaidil Mecalis” adlı görgü kitabında kademe ve rütbelerine göre mesken sahibi olduklarını, maddi kültürün sosyal hayata etkisini, mimari hamilerin yapılara etkisini dolayısıyla da vakıflar hakkında ve birçok mesele hakkında bilgi verir. Bu eserin söylediklerinden mülhem Gülru Necipoğlu şöyle der:

“Toplumsal tipleme dürtüsü Sinan camilerinin tipolojisini de biçimlendirdi: Şöyle ki, bu camiler banilerini görece jenerik ve bireyselleşmiş tipler şeklinde temsil eden mimari portreler olarak yorumlanabilir.”(2013:153)

Toplumsal statünün tesiri altında kalan kubbeler, bu tesire göre şekillendirilmiştir. Tabi yalnızca kubbeler değil, camiinin maliyeti, planı, fonksiyonelliği, minarelerin sayısı ve büyüklüğü, cepheleri gibi birçok şeyi etkilemiştir. Bunu bir misalle izah edeyim:

Necipoğlu’nun eser boyunca izah ettiği bu meseleyi kısa ve öz şekilde izah ederek anlatacağım. Mesela; Sultan, şehzade veya saray kadınları tarafından inşa ettiriliyorsa dört fil ayağı üzerine yarım kubbelerle çevrili heybetli ve abidevi bir kubbe inşa edilir. Banisi vezir, kaptanı derya veya beylerbeyi ise yarım kubbelerle altıgen veya sekizgen kubbeli, ana kubbenin birbirine askı kemerleriyle bağlanan ayakların oluşturduğu baldakenlere sahiptir. Orta ve düşük statülü kişilerin inşa ettirdiği ise kubbesiz veya en fazla bir kubbesi bulunan kübik camilerdir.

Mustafa Âli’nin görgü kitabından mülhem statü düzeyleri üç gruba ayrılmıştır. En yüksek, yüksek ve orta olacak şekilde tasnif edilmiştir. Hâmiler ne kadar üst rütbeliyse, camiinin ana kubbesi de o derece büyük olur. Kubbenin çapı büyüdükçe, hârim alanı da büyüyecektir. Buradaki esas gaye statü farkının camilerdeki büyüklük-küçüklük çatışması değil; Rızayı Subhaniye’ye ulaşmanın yarışıdır. Bu bağlamda farklı statüde bulunan banilerin cami inşa ettirmesindeki ölçü “hayırda yarışınız” olmuştur.

Klâsik Osmanlı mimarisini oluşturan bu dönemde merkezi plan kullanılıp, kurşunla kaplanmış ana kubbe ve ana kubbeyi destekleyen yarım ve çeyrek kubbeler, minarelerin ana kubbeyle ahenkli yükselişi, kubbeyi ayakta tutan fil ayakları, yükü zemine aktaran sütunlar ve kesme taştan muhkem duvarlar. Osmanlı’nın klasik dönem mimarisi, kubbeler mimarisidir.

Işık ve Gölge

Antik Yunan mimarisinde daha çok işlenirdi. Işığın fonksiyonelliğine göre mimari yapılar inşa edilirdi. Gotik mimaride ise daha çok gölge işlenirdi. Az karanlık, karanlık ve çok karanlık şeklinde karanlık içinde kısmi aydınlanma yaşarlardı. Gotik’de hüzün ve kasvet halimdir çünkü tanrıları İsa çarmıha gerilmiş, anakronist düşünceyle mimarlıkları bir ritüel haline gelmişti. Orta çağın gotik katedrallerinde gölgelerin ve günahkâr Hıristiyanların izleri vardı.

Avrupa Hıristiyan mimarisinde neden ışık ve gölgenin hâkim olduğunu İngiliz felsefeci Edmund Burke şöyle izah ediyor:

“Yüce kavramını uyandırmak üzere tasarlanmış bütün yapılar, iki nedenden dolayı epeyce loş ve kasvetli olmalıdır: İlk olarak bizzat karanlığın diğer durumlarda tutkular üzerinde ışıktan çok daha fazla etkisi olduğu tecrübeyle sabittir. İkinci olarak da onu doğrudan aşina olduğumuz nesnelerden mümkün olduğunca farklı hale getirmemiz gerekir.”

Batı, mimari dekorasyonlar üzerinde yaptığı oyunlarla, insanları tahakküm altına almak ister. İnsanları zapt etmek isteyip ve kendi istekleri doğrultusunda kullanışlı bir hizmetçi olarak görürler. Mimarlıkları insana hizmet etmez, yalnızca elit tabakanın daha da yüceleştirilmesi için kullanılır. Yapıları hiçbir tevazu ve ahenk sahibi değildir. Bu bağlamda Turgut Cansever şu ifadeleri kullanır:

“Batı kültürünün herhangi bir döneminde Müslüman tevazuuna benzer bir ifade bulmak çok zordur.”

Bu ifadenin ispatını, İslam’a ağır hakaretler ettiği konferansında Fransız pozitivist Ernest Renan, camilerimiz hakkında şu itirafta bulunur:

“Hiçbir zaman bir camiye güçlü bir coşku hissetmeksizin, hatta itiraf edeyim, Müslüman olmadığıma hayıflanmaksızın girmiş değilim.” Camilerimizin kudreti, zarafeti ve ulviliği; İslam’a söven ve İslam düşmanı azgın bir batılıyı kendisine hayran bırakarak cezalandırır.

Mukarnaslar

Osmanlı mimarlığını, Batı mimarlığından ayıran en önemli teknik mukarnaslardır. Selçuklu ve Osmanlı mimarlığının en mücerret tezyini tekniğidir. Cevat Ülger’in eserlerinde bilhassa önemli yere sahiptir ve mukarnaslar hakkında şu ifadeleri kullanmıştır:

“Osmanlı mimarlığının dünya mimarlığı içinde, rastlanmayan, en enteresan taraflarından biri olan mukarnaslar…” Maddeden mücerrete geçişin en belirgin halidir. Arıların bal peteğini yapması gibi ince bir işçilik ile yapılır.

Mukarnaslar yapıya estetik form kazandırıp, statik ve plastik geçişi sağlar. Batı mimarisinde gölgeler ile insanlar tahakküm altına alınırken, İslam mimarisinde mukarnaslar ile gölgeler, mücerredin madde planına indirgenişini sağlar ve insanları derin bir huşu ve zevk haline sokar.

Mukarnasların, Batı mimarisindeki ismi “stalaktit”tir. Batı mimarisi ender de olsa stalaktitler ile tabiatın dışına çıkmayı başarmıştır fakat devamını getirememiştir.

Sütun başlıkları etrafında mukarnasları doktora tezinde işleyen Turgut Cansever mukarnaslar için şu ifadeleri kullanır:

“Mukarnaslar esas itibariyle oyuk şekilledir. Barok devirlere has menfi şekillerin simultane karakteri mukarnaslarda mevcuttur. Mukarnaslar bir taraftan kemerleri andıran hudutlarıyla konstrüktif bir unsur, diğer taraftan ışık ve gölgeleriyle tektonik bir şekli Barok devirlere has sonsuz mekâna bağlayan tezyinî bir unsur olarak telakki edilebilirler.”

Turgut Cansever mukarnasları sonlu mekândan, sonsuz mekâna geçişin adımları olarak görür. Cansever’in mimarlık anlayışının arkasında tasavvuf, bilhassa Vahdet-i Vücud vardır. Osmanlı mimarlığının yapısal değişimlerini dönemin tasavvufi öğretileri izah eder. Mukarnaslar için söylediği bu ifadeler, deruni bir tasavvuf anlayışının tezahürüdür.

Modern Mimarlık

1927-1938 yılları arasında Türkiye’de bulunmuş, başkent Ankara’nın şekillenmesinde büyük etkisi olan İsviçreli mimar ve şehir plancı Ernst Egli, Türkiye’de kaldığı bu dönemi hatıratlarında yazmış ve o dönem hakkında bilgi vermiştir.

Egli, Türkiye’ye gelmeden evvel “Öğretmen Okulu”nun inşası başlamış ve mimarı da Mimar Kemaleddin Bey idi. Türkiye’ye geldikten sonra Mimar Kemaleddin Bey’in planlarına göre inşaatına devam edilen Öğretmenler Okulu’nu ziyaret ettikten sonra Milli Eğitim Bakanı Necati Bey, Ankara Palas otelde düzenlenen baloya mimar Egli’yi davet edip, Mustafa Kemal ile tanıştırmak ister. Davete icabet eden Egli baloya katılır ve kısa bir müddet sonra tanışırlar. Aralarında geçen diyaloğu Egli’nin hatıratından iktibasla aktarayım:

“M. Kemal Paşa beni süzdü, selamladı ve aniden konuya girdi:

-        Profesör, size inşaatına yeni başlanan Öğretmen Okulu ve planları gösterildi. Ne dersiniz, gördükleriniz sizde modern bir okul izlenimi uyandırıyor mu?

-        Ekselansları! Kemaleddin Beyle birlikte çalışacağımız takdirde elbette modern bir okul haline gelecektir.

-        Size onu sormadım. Sadece, gördüğünüzün sizde modern okul izlenimi uyandırıp uyandırmadığını sordum.

Anlaşılan tercihimi yapıp tarafımı belli etmek zorundaydım. Bende bu girişimi modern bir okul olarak görmediğimi açıkça söyledim. Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Milli Eğitim Bakanı Necati Bey’e dönüp şöyle dedi:

-        Planları rafa kaldırın! Okulu profesör Egli’nin inşa etmesini istiyorum.”

Egli, hatıratında bu hadisenin devamını anlatır. Dışarı çıkıp bir büfeden şarap aldığını ve içerken daha sonra yanına Mustafa Kemal’in gelip kendisiyle beraber şarap içtiğini yazar.

İşte Cumhuriyet devrinin mimari anlayışı: Planları rafa kaldırın.

Rafa kaldırılan yalnız Mimar Kemaleddin Bey’in planları değil, tarihimiz boyunca biriktirdiğimiz anlayışımız, fikrimiz ve inancımızdı. Cumhuriyet devri kendi güzellik ve mimari anlayışını ortaya koyamadı. Çünkü Batı’nın üstünlüğü kabul edilmişti ve ancak onlara benzeyerek modern olabilirdik.

Bu bağlamda Millî Mimari ile Ulusal Mimarlık akımının aynı şey olmadığı anlaşılabilir. 1923-1938 yılları arasını kapsayan Millî Mimari döneminin temsilcileri Mimar Kemaleddin Bey ve Vedat Tek idi. Yani planları rafa kaldırılanlar. Diğer dönem ise yabancı mimar ve şehir plancılarının cirit attığı bir dönem olmuştur.

Aylık Baran Dergisi 20. Sayı Ekim 2023