Emevî sanatı, Abbasi sanatı, Selçuklu sanatı veya Osmanlı sanatı gibi ifadelendirmeler İslâm sanatının şubeleridir. Bu yüzden bir bütün halde İslâm sanatı demek yerine devletlerin ismiyle o bölgenin sanatı söylenir. Suut Kemal Yetkin’in ifadesiyle “İslâm sanatı, devlet sanatıdır.” Çünkü her hanedan ve hükümdar kendi düşünce ve eğitimine göre sanatın gelişmesine yol açmıştır.

Grabar, cami mimarisi ve yapı elemanlarının gelişimine verdiği ehemmiyeti aynı zamanda saraylara ve sivil mimariye de verir. Bu bağlamda Emevî saraylarının gelişimini inceler.

Grabar; Emevî sitlerinin sadece hükümdarların yaşam alanı, devlet yönetimi için saray inşası için kullanılmadığını aynı zamanda tarımsal işlem merkezleri için kullanıldığını ifade eder. Su; devlet ve milletler için bir araya gelmenin temel öğesini oluşturur. İlk dönem yerleşim alanları su etrafında olmuştur. Kanallar, sarnıçlar, sulama sistemleri ve arklar yalnızca sarayın su ihtiyacını karşılamaz. Tarımsal faaliyetler için de gerekli olan su ihtiyacını karşılar.

Emevî yerleşim yerleri iki fikir üzerinde teşekkül etmiştir. Birincisi; İslâm öncesi dünyanın ticarî ilişkileri devam ettirecek şekilde yerleşmek. Çünkü devam eden asayişi, ekonomik düzeni ve sosyal hayatı devam ettirip, iyileştirmek istemekteydiler. İkincisi ise; çöl ile verimli araziler arasına yerleşme isteği. Sebebi ise toprağı işleme ve toprak sahibi olma bilincine vakıf olmalarıdır.

Grabar; Emevîlerin toprak düzenlerinin ve yıkılmasının sebeplerinden birinin Perslerle olan savaş ve Antakya’nın kaybedilip, dünyayla ticari ilişkisinin kopması olarak ifade eder.

Grabar, Emevî sarayları ile alakalı üç sonuca varır:

Birincisi; “Emevî malikanesinin yeri, İslâm öncesi Suriye ve Filistin’in ekonomik sisteminin hanedanlığın sonuna dek tamamıyla sürdürüldüğünü açıkça göstermektedir.” Yani mekân- ticaret birlikteliği mekân arayışında başat rol oynamıştır.

İkincisi; sarayların kendine has-orijinal yapısının olduğunu ifade eder. Kasru’l Hayri’ş Şarkî üzerinden “eski tasarım geleneği dünyasındaki sofistike yaşam biçimi olarak toprak kullanımının” değişim yaşadığı yorumunu yapar.

Üçüncüsü ise; İslâm öncesi Suriye ve Filistin gibi yerleşim yerleriyle, Emevî dönemi inşa edilen yerleşim yerlerinin ve saraylarının farklılık arz ediyor olmasını söyler.

Emevî sarayları hakkında bilgi verdikten sonra Emevî ve Abbasi törenleri hakkında açıklamalar yapar.

Abbasi törenleriyle alakalı iki tarihsel sonuca ulaşır. Birincisi; Abbasi hanedanlığının ilk dönemlerinde Emevî geleneği büyük ölçüde devam ettirilmiş. İkincisi ise; halifeliğin İranlaşmasının fark edilmesi ancak Samarra’nın kuruluşuyla ve Büveyhilerin tahta çıkmasıyla olmuştur. Emevî törenleri hakkında fikir edinmek için mimari bağlamda ilerler ve Hırbetu’l Minye, Kasru’l Hayri Şarki ve Müşetta gibi saray yapılarını inceler.

Emevî törenlerinde misafirlerin ağırlanması ve tebaasına karşı davranışında İran ve Bizans geleneği etkili olmuştur.

Emevî törenleriyle alakalı iki sonuca ulaşır:

“Birincisi, hükümdarların adetlerinin İranlaşmasının Emevî döneminden itibaren başlamış olmasıdır.”(s.208)

İkincisi ise; “törenlerin sistematik özelliğe sahip olmamasıdır.”

İran’ın köklü bir medeniyete sahip olması, çevresinde kurulan devletleri ve milletleri etkileyip İranlılaşmasına sebep olmuştur. Çin, Hint ve İran dünyanın en köklü medeniyetlerindendir. Genetik kodlar, coğrafi kodlara geçmiş ve toprakla insan arasında sıkı bir ünsiyet bağı kurulmuştur. Bu yüzdendir ki Emevîler ister istemez bu büyük medeniyete karşı koyamamış ve bazı alanlarda İranlılaşmıştır.

Grabar, Emevî saraylarını incelerken bilhassa “Müşetta” sarayına daha fazla ehemmiyet vermiştir. “Ürdün’ün bozkırında, Amman’ın elli kilometre kadar güneydoğusunda bulunan ve bitmemiş bir saray olan Müşetta, muhtemelen erken İslâm döneminin en iyi bilinen sivil anıtıdır.”(s.211)

Müşetta, 743-744 yılları arasında halifelik yapan El Velid b. Yezid tarafından inşa edilmiştir. Müşetta, yuvarlak kuleli kare plana sahip olup, rölyef heykel tekniği, taş ve tuğla yapı malzemesi, avludaki ana salonun eyvan benzeri açıklığı ile Irak ve İran tema benzerliğini gösterir.

Grabar; Müşetta’nın daha iyi kavranabilmesi için Emevî yapıları olan “Hırbetu’l Mefcer, Hırbetu’l Minye, Kusayru Amre ve Kasru’l Hayri Gayri” ile mukayese edilmesi gerektiğini ifade eder.

“Yapının (Müşetta) biçimsel boyutlarındaki neredeyse geometrik kesinlik ile planın kare diyagonali; Hırbetu’l Mefcer’in rastgele görünen eklemeli düzenlemesiyle, Hırbetu’l Minye’nin avlusu etrafındaki zoraki kompozisyonla, Kusayru Amre’nin tipolojik basitliğiyle veya Kasru’l Hayri’l Garbi’nin yapısal uyumsuzluklarıyla zıtlık içindedir.” (s.215)

Müşetta’da katı bir düzen ve belirgin bir üslup vardır. Mimari kültür hafızasının yavaş yavaş oluşmasından dolayı diğer yapılar, teknik ve tezyinat olarak geri olabilir. Fakat Müşetta’yı dönemin şartları içerisinde mükemmelleştiren, o yapıların belirli safhalardan geçmesinden dolayıdır. Erken dönem mimari yapılarında genellikle bir deneme – yanılma hakimdir. Bu da tabii olandır.

Grabar daha da ileriye giderek Müşetta’yı Emevî üslup gelişiminin zirve noktası olarak takdim eder. Müşetta’da kemale eren üslup; bir üslubun son aşaması mı yoksa başka bir üslubun ilk aşaması mı tartışmaya açıktır. Emevî üslubu için son, Abbasi üslubu içinse başlangıç denilebilir.

Kusayru Amre; resimli bir Emevî sarayıdır. Saraya resimleri ekleten hükümdarlar ya İrancı gelenekten beslenmişlerdir. Ya da Akdeniz’e hâkim olan seküler sanata hayran kalmışlardır. “Kusayru Amre’nin resimlerinde İslâm sanatının Helencilikten arınmasında önemli bir ara taş, IX. yüzyılda Samarra’nın resimleriyle sona erecek bir süreç görmüştür.” (s.222)

Kusayru Amre, dönemin Emevî sanatını yansıtmaktan ziyade, böyle bir yapıyı sipariş eden hamisinin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Çünkü bu derece resimlenmiş bir yapı Emevî geleneğinde karşımıza çıkmıyor.

“Emevî sanatı ifadesi, genellikle MS 680 ila 750 yılları arasına tarihlendirilen ya da tarihlendirilebilen ve Suriye, Lübnan, Filistin ile Mavera-i Ürdün’de bulunan sayısız anıttan bahsedilirken kullanılır. Coğrafi olarak, Arap ve İslâm geleneğinin Biladü’ş Şam adını verdiği yani Bereketli Hilal’in batı yarısını kapsayan bölgedir.” (s.235)

Emevî sanatı, Abbasi sanatı, Selçuklu sanatı veya Osmanlı sanatı gibi ifadelendirmeler İslâm sanatının şubeleridir. Bu yüzden bir bütün halde İslâm sanatı demek yerine devletlerin ismiyle o bölgenin sanatı söylenir. Suut Kemal Yetkin’in ifadesiyle “İslâm sanatı, devlet sanatıdır.” Çünkü her hanedan ve hükümdar kendi düşünce ve eğitimine göre sanatın gelişmesine yol açmıştır.

Emevî sanatı, İslâm sanatının erken dönemine denk geldiğinden oturmuş bir gelenek ve anlayış yoktu. Bu yüzden Emevî yapılarında Bizans, Sasani ve diğer milletlerin sanatının tesiri ciddi bir şekilde görülür. Mesela Kasru’l Hayr’daki heykellerde Bizans ve Sasani etkisi görülür.

Şam Emevî Camii ise başlı başına Emevîlere özgüdür ve bahsi geçen yapılardan teknik ve anlayış olarak farklılık arz eder.

Devam edecek…

Oleg Grabar, İslâm Sanatı Çalışmalarının İnşası I, Albaraka Yayınları, 2. Baskı, çev: Defne Karakaya

Aylık Baran Dergisi 38. Sayı, Nisan 2025