Ahlâk çekilince hayvanîlik artıyor, mahremiyet artık birkaç liralık bant genişliğine sığdırılmış ucuz bir ürüne dönüşüyor. Bu gidişatı durdurmanın yolu, önce teşhir ekonomisine can veren mecralara ağır mali ve cezai yük bindirmekten, sonra da toplumsal değer alanını yeniden İslâmî mahremiyet şuuru ile tahkim etmekten geçer.
Son günlerde ortaya dökülen ampul içindeki, priz arkasındaki, duman dedektöründeki mikro kameralar dehşet verici olsa da asıl korkunç olan, bu rezilliğin toplumda giderek “keyfî bir eğlence” seviyesine düşmesidir. Görünürde birkaç sapığın marifeti gibi duran bu mahremiyet katliamı, gerçekte sosyal medya platformlarının ve dijital porn-ekonominin beslediği sapkınlık kültürünün kaçınılmaz ürünüdür.
Algoritmaların “daha çok teşhir, daha çok tık” mantığıyla çalıştığı mecralar, insanın en mahrem hâlini ticarî metaya, röntgenciliği de sıradan içerik türüne indirgiyor. Böyle bir ortamda kamerayla röntgen yapmak, neredeyse selfie çekmek kadar sıradanlaşıyor, yakalansa bile “beş gün konuşulur, unutulur” rahatlığıyla icra ediliyor.
Bu sektörü büyüten ikinci damar, ahlâkı tahkim edecek alanların sistemli biçimde daraltılmasıdır. Aile, eğitim, cami ve medyanın mahremiyet bilinci inşa eden ortak sesi, Kemalist kültür endüstrisi tarafından boğuldu; yerine “bedeni sergile, dilediğini yap, burası özgür bir ülke, demokrasi var” mottosu konuldu. Filmi, şarkısı, reklâmı, klibi, dizisi—hepsi aynı mesajı pompalıyor: Utanma, göster, ifşa et, ayıp yok, sınır yok, ahlak yok. Adeta tüm insani hasletleri izafileştiren sekülerizm eliyle tüm aidiyetlerimiz tuz buz ediliyor. Mahremiyet çitlerini kökünden söken bu söylem, sapkınlığa zaten hazır bir pazar ve psikoloji sunuyor. Neticede ahlâk çekildiği yerde boşluk bırakmıyor, hayvanî dürtüler birikiyor ve teknolojinin sağladığı kolaylıkla patlama noktasına ulaşıyor.
Devletin hukuk mekanizması caydırıcılık açısından hâlâ zayıf. Türk Ceza Kanunu’nun 134/1. maddesi, rıza dışı görüntü kaydını 1 – 3 yıl hapisle cezalandırıyor; kaydın yayılması hâlinde ceza 2 – 5 yıla çıkıyor. Fakat ceza iki yılı geçmezse hâkim hükmün açıklanmasını geri bırakabiliyor, hapis adlî para cezasına çevrilebiliyor veya ertelenebiliyor; bu da faile çoğu kez neredeyse bedelsiz çıkış yolu sunuyor. Suçta kullanılan cihazların TCK 140 uyarınca müsaderesi maddi caydırıcılığa yetmiyor. İşletmelere 5326 sayılı Kabahatler Kanunu gereğince kesilen idari para cezaları çoğunlukla birkaç on bin lirayla sınırlı ve kapanma kararı nadiren uygulanıyor. 2024’te yürürlüğe giren “Günübirlik Kiralanan Evler” düzenlemesi, izin belgesi ve konaklayanları anlık bildirim mecburiyeti getirse de denetim zayıf; kolluk kuvvetlerinin yerinde kontrol oranı düşük, elektronik bildirim altyapısı sık sık aksıyor. Bu hukuki ve idari boşluklar, faile “yakalansam bile ağır bir bedel ödemem” rahatlığı veriyor; gizli kamera sapkınlığının yayılmasında en büyük tetikleyici de bu cezasızlık algısı oluyor.
Ahlâk çekilince hayvanîlik artıyor, mahremiyet artık birkaç liralık bant genişliğine sığdırılmış ucuz bir ürüne dönüşüyor. Bu gidişatı durdurmanın yolu, önce teşhir ekonomisine can veren mecralara ağır mali ve cezai yük bindirmekten, sonra da toplumsal değer alanını yeniden İslâmî mahremiyet şuuru ile tahkim etmekten geçer.
Sertleştirilmiş hapis cezaları, konaklama ruhsatına zorunlu gizli kamera taraması, platformlara anlık veri paylaşımı mecburiyeti elbette şart. Fakat asıl mesele, “ayıp” kavramını bütün kurumlardan silip süpüren Kemalist kültürel çöküşle hesaplaşmak; insanı insan kılan mahremiyet fikrini yeniden bütün sahalara taşımaktır. Ahlâk geri dönmedikçe kameralar sökülse bile sapkınlık başka bir delikte filizlenmeye devam edecektir.