Halbuki psikoloji, dine rakip değil, dine muhtaç bir konuma düşmeliydi. Çünkü ruhu tanımlayan, tedavi eden ve ona yön veren hakiki otorite ancak Yaratıcı’nın kelamıydı. Psikoloji ancak bir araç olabilirdi. İslâmî bakış, insanı ne mutlak serbest ne de deterministik zincire mahkûm eder. Aksine, ona hürriyetin anlamını kulluk zemininde sunar. Allah’a esir olundukça hürlük anlam kazanır.
Batı’da dinî otoritenin çözülmesiyle başlayan modernleşme, insanın manevî yönünü doyuracak yeni bir söylem arayışını da beraberinde getirdi. Psikoloji bu arayışın tam merkezine yerleşti ve kısa sürede seküler bir kurtuluş projesine dönüştü. Freud, psikanalitik kuramı yalnızca bir tedavi modeli olarak sunmadı; aynı zamanda dinî günah-tevbe döngüsünü laboratuvara taşıyarak “bilinçaltı” kavramıyla yeniden yorumladı. İnsanın sıkıntısının kaynağını ilahî mesuliyetten koparıp bastırılmış arzulara bağladı. Kurtuluşu ise Allah’ta değil, psikoterapist eşliğinde yapılan içsel çözümlemede aradı. Böylece “günah çıkarma” seansı, bilimin diline çevrilerek terapi odasına taşındı.
Modern kültür, insanın Allah’la kurduğu anlam ilişkisinin yerine psikolojiyi geçirerek “bilim” kisvesi altında yeni bir kutsal inşa etti. Dinî referanslar bertaraf edildiğinde insan, yaratılış gayesini ve ontolojik istikametini yitirdi. Ruhunun yönünü kaybetmiş bu varlık, kendi nefsini yücelterek hayalî bir özerklik geliştirmek zorunda kaldı. Psikoloji, tam da bu boşlukta devreye girdi. İnsan benliğini inceleme iddiasıyla göründü, fakat Allah’ı denklemin dışına atarak insanı yalnızca davranış kalıpları, kimlik inşaları ve haz döngüleriyle tanımladı. Böylece modern insan, bir yandan “kendi kendinin projesi” olma illüzyonuna kapılırken öte yandan içsel sahipsizliğinin farkına varmaktan kaçtı.
Freud sonrası kuşak, dinî terminolojiyi koruyup Tanrı’yı denklemden çıkardı. Jung, kolektif bilinçdışı ve arketipler üzerinden “manevî” bir söz dağarcığı geliştirdi; fakat bu maneviyat hakikate değil, insan mitolojilerine kapı aralıyordu. Adler ise insanı üstünlük arzusu etrafında tanımlayarak nihai hedefi “kendini gerçekleştirme”ye indirdi. Her iki yaklaşım da kutsalı içe büktü, aşkınlık fikrini bireysel deneyime mahkûm etti.
Bu dönüşüm, psikolojiyi yalnızca bir “bilim dalı” olmaktan çıkarıp sahici bir din-ikame aygıtına dönüştürdü. İtiraf sırrı, kilise loşluğundan çıkarılıp psikoterapi koltuğuna aktarılınca “katarsis” etiketiyle pazara sürüldü. Seansın sonunda danışan günahından arınmış değil, anlık duygusal boşalmanın sersemliğinde eve döndü. Tevbe kavramı “farkındalık”a tahvil edilerek kul-Rab ilişkisi psikometrik ölçeklere hapsedildi. Allah’ın affı yerine “kendini affet”, “kendini sev”, “dünya senin etrafında dönüyor” gibi kısır anlayışlara bırakıldı. Zühd ise “öz-şefkat protokolü”ne çevrilerek nefsi terbiye eden ruh terbiyesi, ruhu pohpohlayan konfor reçetelerine dönüştü. Dünyevî bağlardan çekilmek yerine, “birey”leşen insan kendini ödüllendirme teknikleriyle kalın bir egosantrizm kabuğuna sarıldı.
Bu terminoloji değişimi, yeni bir ritüel sistem de inşa etti. Seans odası, modern insanın huşû ile girdiği “kilise mahfili”; terapist, bilgisayarındaki test sonuçlarını “metin” diye okuyan yeni çağ rahibi; seans ücreti, günah çıkarmanın diyeti oldu. Tepede ise DSM duruyor: Her revizyonda davranış katalogları genişleyen bu belge, küresel ölçekte geçerli ruh sağlığı “fetvaları” yayımlayan bir mecmua işlevi görüyor. Neyin günah, neyin sevap sayılacağına artık psikiyatri komisyonları karar veriyor, toplumsal normlar “tanısal kriter” kılıfıyla kodlanıyor.
Fakat bütün bu görkemli sistemde bağışlayan bir Kudret ya da nihai kurtuluş vaadi yok. İnsan, huzuru ilahî merhamette yahut Resul’ün direktiflerinde arayacağına, kendi benliğinin dar çemberinde teselli avına çıkıyor. Katarsis geçici, farkındalık yüzeysel, öz-şefkat narsistik bir yankıdan ibaret kalıyor. Böylece modern ritüel, günahı silmek yerine sürekli güncel tutan bir döngüye dönüşüyor. Boşalma, tekrar dolma; rahatlama, tekrar gerilim. İnsanın kalbi, merhamet ve samimiyet kapısına yöneltilmeyince, sonsuz rahmet umudunun yerini kronik belirsizlik ve tükenmişlik alıyor. Terapötik ayin her hafta veya her ay yineleniyor, ama içsel mahkemenin beraat kararı asla çıkmıyor. Çünkü dosyaları ilahî adalet değil, sürekli güncellenen protokoller inceliyor. Bu çark döndükçe insan kendi gölgesine bağımlı kılınmış bir mahkûm olarak kalıyor.
Psikoloji, Allah’tan arındırılmış bir mistik çerçeveyle insanı kendi içinden çıkarıp hakikate yöneltmek yerine, onu benliğinin mutlak hâkimiymiş gibi konumlandırdı. İlahî dayanak yitirildiğinde ise insan, eşref-i mahlûk olma şerefini kaybedip nefsî tutkulara esir düştü. Böylece “seküler mistisizm”, modern boşluğu dolduramadı, yalnızca onu sofistike bir egosantrizme dönüştürdü.
Bu tarihî sürecin gösterdiği üzere, psikoloji bilimi adı altında kurgulanan yeni maneviyat, insanın acziyetini teslim alıp kulluğunu unutturarak onu sahte bir tapınmanın nesnesi hâline getirdi. Onu adeta, acziyetini örterek tanrılaştırdı.
Neticede İslâm, insanı akıl-kalp-ruh bütünlüğüyle kavrar. İnsanın acziyetini kabul etmesi, Rabbine yönelmesiyle anlam kazanır. Üstünlüğü de bu teslimiyette saklıdır. Batı psikolojisi ise insanı bölünmüş parçalara ayırdı. Zihni laboratuvarda ölçüldü, davranışlar istatistik tablolarına sığdırılmaya çalışıldı, ruh ise “mistisizm” etiketiyle dışlandı, hatta yeni bir kalıba sokuldu. Bu indirgeme sadece teorik değil, ahlâkî bir sorun da doğurdu. Sorumluluk, tevbe, niyet ve ihlâs gibi kavramlar patolojik şemalara tercüme edildilirken, insanın Rabbinin huzurunda hesap vereceği hakikati göz ardı edildi.
Halbuki psikoloji, dine rakip değil, dine muhtaç bir konuma düşmeliydi. Çünkü ruhu tanımlayan, tedavi eden ve ona yön veren hakiki otorite ancak Yaratıcı’nın kelamıydı. Psikoloji ancak bir araç olabilirdi. İslâmî bakış, insanı ne mutlak serbest ne de deterministik zincire mahkûm eder. Aksine, ona hürriyetin anlamını kulluk zemininde sunar. Allah’a esir olundukça hürlük anlam kazanır. Psikoloji bu hakikati ıskaladığı sürece, modern egonun büyüttüğü boşluğu dolduramadı, yalnızca teknoloji çağının verimliliğine ayarlı, fakat ruhsuz bir “iyi hissetme” endüstrisi üretti. Allah’a yakınlığı ile yücelen insan, seküler psikolojinin nefsi merkeze alan paradigmasıyla uzaklaştıkça alçaldı. O’nu unuttu, içsel huzur vaadinin yerine derin bir yalnızlık ve tükeniş bıraktı.
Psikolojinin modern mistisizmi ve “maneviyat pazarı”
Dinden arındırılmış bir kültürde filizlenen boşluk, yeni çağın “maneviyat pazarını” besleyen en güçlü kaynak oldu. Batı zihni, kendi ruhî arayışında ise Asya’nın eski mistik uygulamalarını bilimsel terminolojiyle isimlendirip paketledi ve ‘psikolojik destek ürünleri’ adıyla piyasaya sürdü. Yani Batı, yoga, meditasyon, çakra gibi pratikleri “stres azaltma tekniği”, “verimlilik artırıcı yöntem” gibi etiketlerle nötr-bilimsel görünümde ticarileştirdi.
Örnek verecek olursak: Budizm, Hinduizm ve Taoizm gibi bâtıl inanç sistemlerine ait ritüeller, bugün seküler bir ambalajla “kişisel gelişim” ve “zihinsel rahatlama” adı altında yaygınlaştırıldı. Budist meditasyonları “mindfulness” etiketiyle odaklanma tekniğine, Hindu yogası ise sadece bedenî egzersize indirgendi. Wim Hof yöntemleri, kundalinî nefesi, reiki, qi gong gibi uygulamalar da benzer şekilde, ya pagan ya da Doğu menşeili sapkın inançlardan devşirilmiş ve “bilim destekli” görünümle sunulan batıl yollardır. Bu uygulamalar, kaygıyı azaltma veya özgüveni artırma vaadiyle pazarlanırken aslında kişiyi nefsine mahkûm etti, “kendini bilen Rabbini bilir” hakikatinden uzaklaştırdı. İnsanlar birkaç seansla “şifacı” kimliği edindi ve bu sahte maneviyat pazarı, ruhsal ticarete dönüştü.
Son örnek ise; tasavvufun merkezindeki zikr ve murâkabe kavramları bugün kişisel gelişim atölyelerinde “nefes temelli farkındalık” ve “içsel gözlem metodu” başlıklarıyla pazarlanır oldu. Allah’ı zikretme eylemi, ruhu İlâhî Hakikat’e yönelten bir ibadet olmaktan çıkarılıp “stres düzenleyici solunum tekniği”ne indirgendi; murâkabe ise kulun Rabbini her an gözettiği şuuru yerine “öz-bilinç geliştirme” hedefiyle sunulur oldu. Oysa İslâm tasavvufu, nefsin perdelerini aralayarak kul-Rab yakınlığını tesis etmeyi amaçlarken, popüler “Sufi mindfulness” seansları katılımcıya “içindeki potansiyeli keşfet” sloganıyla egoyu cilalayan bir kişisel marka terapisine dönüştü.
Dijital tapınaklar ve kurumsal ayinler
Dijital çağda psikolojik danışmanlık dili, tüketim kültürünün bir parçası hâline geldi ve sosyal medya algoritmalarının kontrolüne girdi. Artık “Instagram terapistleri”, “TikTok psikologları” ya da “LinkedIn koçları” gibi yeni figürler karşımıza çıkar oldu. Bu kişiler hem uzman rolü oynadı hem de bir nevi dijital vaazlar vermeye başladı: “Kendini sev”, “toksik insanlardan uzaklaş”, “pozitif enerjini yükselt” gibi sözler, birkaç pastel renkli görsele ve 30 saniyelik videolara sığdırıldı. Böylece insanın ruhî yaraları, ekran kaydırarak ulaşılan yüzeysel tavsiyelerle geçiştirildi. Yani yara gerçekten iyileşmeden üzeri örtüldü. Bu hızlı tüketim ortamında karmaşık varoluş sancısı, “günün motivasyonu” etiketli mini videolarla uyuşturuldu. Gerçekte dogmatik bir seküler vaaz mecrasına dönüşen bu saha, dinî otoritenin yerine “influencer kliniğini”, âlimin yerine “trend analistini” koydu. Takipçi ise ruhî tatmini hakikat arayışında değil, beğeni sayısıyla derecelenmiş geçici tesellilerde aradı:
Üstelik sosyal medya, sırf “ilgi döngüsü”nü canlı tutmak için sürekli yeni ruh halleri ve mikro-patolojiler üretti: Bir gün “anksiyojenik ilişki” teşhisi trend oldu, ertesi gün “duygusal dürtüsellik skalası” viral hale geldi. Kullanıcılar, psikiyatri uzmanı görmeden kendini etiketleyip dijital topluluğa dahil oldu.Algoritma da bu öz-teşhisleri veri olarak topladı, daha fazla “kişiselleştirilmiş” içerik olarak sundu. Böylece kişi, kısa övgüler ve dikey videolarla dopamin pikleri yaşarken hayatının sahici ritmini kaybetti. Zaman, “story süresi” kadar kısa dilimlere parçalanır oldu.
Böylece sosyal medya, bir yandan “iyi hissetme” vaadiyle sahte bir kolektif terapi ortamı sunarken, diğer yandan insanın iç dünyasını sonsuz kıyas ve onay bağımlılığına mahkum etti. Popülerlik uğruna yapılan filtreli “mutluluk gösterisi”, gerçek bağları zayıflattı, yalnızlığı uçurum hâline getirdi. Ruh huzuru, ekran parlaklığına endekslendi. Kalp, hakikate değil algoritmik akışa uyum sağlamaya şartlandı. Ve modern birey, hakikat arayışını dijital bir sahnede alkışa tahvil ederken, yavaşça kendini kaybetti...
Daha çok teknik, daha kısa huzur, daha büyük boşluk…
Bu pratiklerin müşterek paydası şudur: Teslimiyetin yerini “öz-şefkat”, tevazuun yerini “benlik inşası” almıştır. İnsan “ben”i ölümle ilişkilendirmeliyken modern yorum tam tersine, benliği yüksek performanslı bir projeye çevirdi. “Evrensel enerji” terimi, Allah kavramının buharlaştığı boşluğu doldurmak için icat edilmiş kozmik bir joker oldu. Hiçbir bağlayıcı ahlâkî çerçeveye sahip olmayan, bedeli sadece abonelik ücreti ya da ofis katılım fişi olan insan tipi...
Psikoloji yeniden masaya yatırılmalı
Küresel sağlık rehberleri -DSM komisyonları, Dünya Sağlık Örgütü’nün kılavuzları ve her gün cep telefonumuza yeni bir “terapi” uygulaması indiren dijital platformlar- ruh hâllerimizi tanımlayarak dünyaya tek tip bir “iyi oluş” düzeni dayattı. Her baskıda sözlüğe eklenen yeni bir “bozukluk”, yasaların ve şirket politikalarının diline girdi. “Normal” kabul edilen her ölçüt, dinî–ahlakî rehberliğin yerini aldı. Böylece psikoloji, kişisel destek alanı olmaktan çıkıp küresel bir kültür mühendisliği aracına dönüştü.
Bu standartlar, insanın ibadet kadar mahrem duygularını bile algoritmik puanlamaya indirgerken kimlikleri silikleştirdi. Dünyanın dört yanında aynı “mutluluk anketi”ni dolduran insanlar, iman merkezli ölçütlerden soyutlandı. Artık modern birey, Allah’a karşı sorumluluk duymak yerine, psikolojinin insana dayattığı somut çalışmalara karşı sorumluluk duyar oldu. Psikoloji bu sayede dinin toplum üzerindeki bağlayıcı gücünü adım adım tasfiye eden hegemonik bir ideolojiye yükseldi.
Netice itibariyle yersiz yurtsuz bırakılan ruhumuz bugün “global standart” damgalı mutluluk tariflerinde çare arıyor. Hâlbuki aradığı şifanın en sahici kaynağı, İslâm’da, Peygamber Efendimiz’in rehberliğinde ve İslâm kültüründe zaten duruyor. Burada asıl mesele, yeni bir dünya görüşü ile psikolojiyi yeniden tasarlamaktan, İslam kültürü ışığında yeniden okumaktan geçiyor.
Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025