Seyyid Ahmet Arvasi’nin Türk-İslâm Ülküsü serisinin üçüncü cildinde yer alan ekonomi bahislerinde, tasarruf ve yatırım şuurundan sermaye piyasasına, iç finansman kaynaklarından vergi anlayışına, dış finansman meselesinden ortak pazar hususundaki düşüncelerini hem özetledim hem de bugünün şartları ışığında yorum ve mukayeselerle ele aldım.

Tasarruf ve yatırım

Arvasi’ye göre tasarruf ve yatırım, millî kalkınmanın temel şartıdır. Ona göre her millet ve devlet, problemlerini kendi öz değerleri ve kadrolarıyla çözmek zorundadır. Bu çözümün en önemli ayağı ise tasarruf şuurunun toplumda kökleşmesidir. Tasarruf, zarurî ihtiyaçlar dışında her türlü lüks ve israftan kaçınmak, millî geliri keyfî tüketim yerine üretim ve yatırım sahalarına yönlendirmek demektir.

Arvasi, Batılılaşma adı altında milletimize aşılanan lüks ve israf anlayışının İslâmî tasarruf ruhunu tahrip ettiğini, bunun ise ekonomik çöküntüye yol açtığını vurgular. Tasarrufun yalnızca fakir halktan beklenemeyeceğini, asıl yükün millî gelirin çoğunu elinde bulunduran zengin zümreden başlaması gerektiğini ifade eder. Yani kemer sıkma politikası halktan değil, zengin zümreden istenir.

Tasarrufun başarıya ulaşabilmesi için öncelikle “sağlam para” düzeni sağlanmalı, yani paranın değerinin korunması garanti edilmelidir. Çünkü enflasyon ve devalüasyon ortamında insanlar tasarruftan kaçar, parayı hızla elden çıkarma eğilimine girer. Bu yüzden hem ihtiyarî hem de mecburî tasarrufu teşvik edecek müesseseler kurulmalıdır. Aileden okula, toplumsal hayattan devlet kurumlarına kadar tasarruf bir şuur olarak yaşatılmalı, halkın küçük birikimleri şirketler, kooperatifler ve şirket-bankalar aracılığıyla verimli yatırımlara yönlendirilmelidir.

Arvasi’ye göre tasarruf ve yatırım sadece ekonomik bir tedbir değil, ahlâkî bir vazifedir. Zengin, orta halli veya fakir; her fert ve kurum israftan sakınıp tasarrufa yönelmeli, tasarrufları da üretim ve yatırım yoluyla değerlendirerek ülkenin kalkınmasına katkıda bulunmalıdır. Bu, hem ekonomik istikrarı hem de millî ahlâkın korunmasını sağlayacak temel unsurdur.

Sermaye piyasası

Arvasi, sermaye piyasasını millî kalkınmanın en önemli araçlarından biri olarak görür. Ona göre kalkınma, mümkün mertebe “iç finansmana” dayanmalı ve bu da millî tasarrufların yatırım alanına aktarılmasıyla sağlanmalıdır. Sermaye piyasası, bu tasarrufların üretim ve istihdam sahalarına yönelmesini temin eden bir zemin olarak tanımlanır.

Kapitalist sistemde sermaye piyasası bankalar ve faiz üzerine kurulu iken, komünist sistemde devlet tek müteşebbis olarak bütün tasarrufları toplar ve yatırımları planlar. Arvasi, İslâm ekonomisinin her iki yaklaşımın dışında özgün bir model sunduğunu belirtir. İslâm’da israf yasak, tasarruf teşvik edilmiş, kapitalizmden farklı olarak faiz men edilmiş, komünizmden farklı olarak da özel teşebbüs meşru kabul edilmiştir. Böylece hem fert hem cemiyet hem de devlet tasarrufa davet edilir, bu tasarruflar meşru yatırımlara yönlendirilir.

Arvasi, İslâm’ın iş adamlarını ve yatırımcıları “cihad” mertebesinde gördüğünü, onların yeni iş sahaları açarak topluma katkı sağlamasını büyük bir fazilet saydığını ifade eder. Zekât ise, serveti törpüleyerek tasarrufların yatırıma yönlendirilmesini sağlar, yani sermaye piyasasını diri tutar. Bu çerçevede fertler tasarruflarını bizzat yatırıma dönüştürebilir, şirket veya kooperatif kurabilir, faizsiz İslâmî bankalara ortak olabilir, faizsiz devlet tahvilleri alabilir ya da karz-ı hasen yoluyla muhtaçlara borç verebilirler.

Arvasi’nin vurguladığı temel nokta, sermaye piyasasının daima faizsiz, helal ve üretime yönelik işlemesi gerektiğidir. Ona göre kalkınmada dış finansman elbette önemlidir, ancak gerçek ve sıhhatli kalkınma, kendi iç kaynaklarını harekete geçirebilen milletlerin eseridir.

İslâm’da iç finansman kaynakları

İslâm’da iç finansman kaynakları, kalkınmanın en sağlam ve meşru dayanaklarıdır. Fertlerden ailelere, meslek gruplarından işverenlere kadar herkes tasarrufa teşvik edilebilir, hatta ulu’l emrin iradesiyle mecbur tutulabilir. Ancak bu tasarruflar sahiplerine aittir. Çiftçilerin, işçilerin, memurların, esnafın ve serbest meslek erbabının kendi aralarında kuracakları “tasarruf sandıkları”, büyük meblağların birikmesini ve bunların ziraî yatırımlar, sanayi tesisleri veya hizmet sektörüne yönlendirilmesini sağlar. Böylece millî ekonomi canlanır, üretim kapasitesi artar ve kalkınma içeriden beslenir.

Arvasi, bu tasarruf sandıkları ve şirket-bankaların, kapitalist bankaların aksine faizsiz çalışması gerektiğini vurgular. Kapitalist bankalar ticari krediler ve yüksek faiz üzerinden çalışarak üreticiye yük bindirirken, İslâm bankaları yatırımcı bir şirket gibi davranır. Ortakların ihtiyacı olan finansmanı sağlar, kâr ve zararı paylaşır. Böylece faiz sömürüsü ortadan kalkar, maliyetler düşer ve piyasada mal ve hizmetlerin fiyatı %20–30 oranında ucuzlayabilir.

Devletin rolü ise sadece öncülük ve kolaylaştırıcılıkla sınırlı değildir; devlet dilerse bu teşebbüslere ortak olabilir, bizzat şirket-bankalar veya sandıklar kurabilir. Ayrıca kendi yatırımları için iç borçlanmaya gidebilir, hisse senedi ve tahvil çıkarabilir. Bunun yanında vatandaşlardan faydalandıkları hizmetlere mukabil vergi alabilir. Yollar, okullar, hastaneler, güvenlik ve savunma gibi hizmetlerin bedeli bu şekilde topluma dengeli biçimde yansıtılabilir.

Arvasi, bazı ekonomistlerin enflasyonu da bir tür “mecburî tasarruf” olarak değerlendirdiklerini aktarır, fakat bu anlayışı adil bulmaz. Çünkü devletin karşılıksız para basmasıyla fiyatlar artar. Bu aslında elinde altın, gümüş ve aynî değer bulunduran zenginleri korurken, maaşla geçinen dar gelirli kitleyi ağır bir şekilde ezer. Dolayısıyla İslâm’da iç finansman, tasarruf ve yatırım sandıkları, faizsiz bankacılık ve adaletli vergi sistemi ile sağlanmalı, enflasyon yoluyla halkın gizlice sömürülmesine izin verilmemelidir.

Vergi meselesi

İslâm devletinde vergiler, dinin murakabesi altında bulunur. Keyfî ve adaletsiz uygulamalara müsaade edilmez. Halkın vicdanında kabul görmeyen vergi, kaçakçılığı ve sahtekârlığı beraberinde getireceği için, verginin meşruiyeti yalnız kanunî değil, aynı zamanda vicdanî zemine dayanmalıdır.

İslâm maliyesinin iki temel gayesi vardır: sosyal adalet ve güvenliği sağlamak, devletin müteşebbis olarak ekonomik kalkınmayı bizzat üstlenmesidir. İlk gaye, Müslümanlardan alınan zekât, öşür ve fitre ile temin edilir. Bunlar klasik vergilerden farklıdır; ibadet mahiyetinde olup sarf yerleri Kur’an’da belirlenmiştir. Fakirlere, borçlulara ve muhtaçlara ulaşması şarttır. Devlet, bu kaynakları maksadı dışında kullanamaz. İkinci gaye ise devletin üretim yapması, mal ve hizmet satması, verimli yatırımlar gerçekleştirmesi ve bu yolla hem istihdam sağlaması hem de vatandaşlardan hizmet karşılığı “ücret” almasıdır.

Arvasi, İslâm’da devlet maliyesini yetim malına benzetir. Bir kuruşun bile israf edilemeyeceğini, tufeyliliği besleyen uygulamalara asla cevaz verilmediğini belirtir. Devlet, yatırımlarını ve kurumlarını verimli işletmek, yeni iş sahaları açmak ve vergileri hafifletmek zorundadır. Vergi, hizmetten faydalanan kişilerden uygun ölçüde alınmalı, toplumun genel refahına yöneltilmelidir.

Gayrimüslimlerden ise Müslümanlardaki zekât ve öşüre karşılık olarak cizye ve haraç alınırdı. Bu vergilerle onların can, mal ve inanç güvenliği garanti altına alınırdı. Ayrıca İslâm devleti, örfe dayalı vergiler koyabilir. Osmanlılarda “örfî tekâlif” bunun en somut örnekleridir. Bunun yanında gümrük gelirleri, yeraltı zenginliklerinden alınan beşte birlik “kenz”, savaş ganimetleri ve fey gelirleri de Beytü’l-Mal’a ait sayılır.

Sonuçta, Arvasi’nin çizdiği tabloya göre İslâm’da devlet güçlü, müteşebbis, dinamik ve adil bir otorite olmalıdır. Devlet fakirleşirse millet de fakirleşir; dolayısıyla devlet, hem zengin hem de şefkatli bir baba gibi davranmalı, vergi ve maliyesini adalet esasına dayandırarak sosyal düzeni ve millî kalkınmayı teminat altına almalıdır.

Dış finansman kaynakları ve ekonomik kalkınmanın siyasi zemini

Arvasi’ye göre dış finansman, kalkınmakta olan ülkelerin muhtaç oldukları yabancı parayı yani dövizi temin etme meselesidir. Özellikle sanayileşmemiş toplumlar, daha çok tarım ürünleri, hammadde ve işlenmemiş maden ihraç ettikleri için dünya pazarlarında güçsüz kalırlar. Gelişmiş ülkelerin baskısı ve rekabeti karşısında uygun pazar bulmak zorlaşır. Üstelik emperyalist bloklaşmalar, fakir ülkeleri ya kendi statülerine razı olmaya ya da siyasi baskılarla boyun eğmeye zorlar. Türkiye de bu hususta sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.

Millî ekonomi için en emin döviz kaynağı ihracatın artırılmasıdır. Türkiye bunu savunma sanayiinde çok iyi başarıyor. Diğer sahalarda da aynını yapma mecburiyetindedir. Buna mukabil, yurtdışında çalışan işçilerin kazandıkları dövizler büyük bir fırsat olarak görülmelidir. Bu kaynak, başka sahalara israf edilmeden özellikle sanayi yatırımlarına yönlendirilmeli, böylelikle işçilerin de dövizlerinin ülkede değer bulduğuna inanmaları sağlanmalıdır. Aksi takdirde bu hayati imkân heba edilmiş olur.

Arvasi, turizmin de önemli bir döviz kaynağı olabileceğini kabul eder, ancak Türkiye’nin millî tarih ve kültürüne uygun bir turizm politikası geliştirmek yerine, Batı’yı taklit etmesi sebebiyle başarısız olduğunu vurgular. Yabancı taklitçiliği turizmi yozlaştırmakta, ülkenin orjinal kimliğini zedelemektedir. Bugün maalesef mimari hususta da sınıfta kalmış durumdayız. Tarihî yapılar restore edilirken ruhları kaybolmakta, birçoğu kafelere veya ticarethanelere çevrilerek asıl kimliklerinden uzaklaştırılmaktadır. Kimi eserler çarçur edilmekte, satılmakta veya başka amaçlarla kiralanmaktadır. Üstelik turistik kaygılarla şehirlerin dokusu tahrip edilmekte, mesela İstanbul’un kendine özgü silueti ve mimari kimliği büyük ölçüde kaybolmaktadır.

Diğer bir konuya gelecek olursak; dış finansmanda bir diğer kaynak da yabancı sermayedir. Arvasi, yabancı sermayenin esasen kâr elde etmek için geldiğini, bu sebeple asıl meselenin onun kâr arzusunu ülke yararına çevirmek olduğunu belirtir. Yabancı sermaye mutlaka üretici yatırımlara kanalize edilmeli, aksi halde sadece kâr transferi yoluyla dışa bağımlılığı artıran bir sömürü aracına dönüşecektir.

Ekonomik kalkınmanın siyasal zemini ise Arvasi’ye göre en az mali kaynaklar kadar önemlidir. Bir milletin ekonomisi iç ve dış politikasından ayrı düşünülemez. Her millet, tarihî tecrübelerine ve millî hedeflerine uygun, bağımsız bir politika takip etmeli. Dış ilişkilerinde başka güçlerin inisiyatifine teslim olmamalıdır. Dünya blokları fakir ve zayıf ülkeleri kendi nüfuz alanlarına çekmeye çalışırken, İslâm dünyası emperyalist emellerin çatışma alanına çevrilmiştir. Bu tabloda Türkiye, hâlâ ezilen milletler için umut kaynağıdır. Arvasi, Türkiye’nin uzun vadeli ve akılcı bir planlama ile tarihî rolünü yeniden üstlenmesi gerektiğini vurgular.

Ortak Pazar

S. Ahmet Arvasi, Avrupa Ortak Pazarı hakkındaki değerlendirmelerini kaleme aldığı dönemde Türkiye’nin sanayisi henüz zayıf, ihracatı sınırlı, yetişmiş kadroları yetersizdi. Bu sebeple, Batı medeniyetinin kendi içinde bütünleşme girişimlerine katılmayı, “intihar” olarak nitelendirmişti. Ona göre, böylesine güçlü bir blok karşısında sanayisi gelişmemiş, ekonomik bağımsızlığını kuramamış bir Türkiye, siyasî ve kültürel değerlerini de kaybetme tehlikesi ile yüz yüze kalacaktı. Bugün ise şartlar farklıdır. Türkiye, Arvasi’nin kalem oynattığı yıllardan itibaren ciddi mesafeler katetti. Sanayileşme hızlandı, ihracat çeşitlendi ve Türkiye özellikle Avrupa pazarına açılmada güçlü bir aktör haline geldi. Artık yalnızca tarım ürünleri veya ham madde değil; otomotiv, makine, tekstil, beyaz eşya, elektronik gibi birçok sektörde Avrupa’ya ihracat yapıyoruz. Bu durum, ortak pazar fikrinin bugün için “intihar” değil, akıllıca bir strateji olarak değerlendirilebileceğini gösteriyor.

Nitekim güncel veriler de bu tabloyu teyit ediyor. 2024 yılı itibariyle Türkiye’nin AB’ye ihracatı 112,3 milyar avro, AB’den ithalatı ise 98,3 milyar avro düzeyinde gerçekleşmiştir. Toplam ticaret hacmi 210 milyar avroyu aşmış, AB Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı olmaya devam etmiştir. Türkiye ihracatının yaklaşık %41’i AB ülkelerine yapılmaktadır. Bu rakamlar, Türkiye’nin artık ortak pazarın içinde yer almasının ekonomik açıdan millî menfaatine olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, Arvasi’nin temel uyarısının hâlâ geçerliliğini korumasıdır. Ekonomik kazanç uğruna, siyasî bağımsızlığı ve kültürel kimliği zedeleyecek bir yönelim, Türkiye için yine tehlikeli olacaktır. Dolayısıyla mesele, o dönemde “intihar” olarak görülen bir girişi bugünün şartlarında rasyonel ve kazançlı bir stratejiye dönüştürmek, fakat bunu yaparken millî kimlik ve bağımsızlığı korumaktır.

Aylık Baran Dergisi 44. Sayı Ekim 2025