Arvasi’ye göre İslâm, ekonomik alanı yalnızca üretim ve tüketim dengesi üzerinden değerlendirmez; bütün bir hayat nizamının parçası olarak görür. Kazanç, helal dairede emek ve alın terine dayanmalı, paylaşım ise adalet prensibiyle yürütülmelidir. Ekonomik faaliyet, ferdin geçimini sağlamakla sınırlı olmayıp toplumun huzuru ve refahı için de sorumluluk yükler.

Seyyit Ahmet Arvasi’nin Türk-İslâm Ülküsü serisinin üçüncü cildinde yer alan ekonomi anlayışı, yalnızca üretim-tüketim dengesi veya teknik iktisat kurallarıyla sınırlı olmayıp, ahlâkî, hukukî ve kültürel esaslarla bütünleşmiş bir hayat nizamı olarak ele alınır. Arvasi, mülkiyet, sermaye, faiz, israf, altın standardı, bankacılık ve makineleşme gibi konuları İslâmî ölçüler çerçevesinde değerlendirerek adalet merkezli, sömürüye kapalı, dayanışmacı bir ekonomik düzenin esaslarını ortaya koyar. Arvasi’nin ekonomi anlayışına tek tek değinelim:

İstismarı önleyici düzen

S. Ahmet Arvasi, insanın istismara uğramaktan hoşlanmadığını, ancak tarihte bunun tamamen ortadan kalkmadığını belirtir. İstismar gücünün akıl, bilgi, mevki gibi imkânlardan kaynaklandığını, bunların emanete dayalı olduğunu vurgular. Mülkiyetin kullanım biçiminin ve ahlâkî zeminin istismarı belirlediğini söyler. Farklılıkların tabii olduğunu ve bunların adalet ve yardımlaşma sınavı olduğunu ifade eder.

Arvasi, istismarın yalnızca ekonomik tedbirlerle önlenemeyeceğini, bunun ahlâkî ve hukukî ilkelerle desteklenmesi gerektiğini savunur. İslâm’da zekât, infak, faiz yasağı, kul hakkı bilinci, mülkiyetin emanet olduğunun idraki ve yöneticilerin hesap verebilirliği gibi esaslar, istismarı sınırlayan ve toplumsal dengeyi sağlayan temel unsurlardır. Bu düzen, güç ve imkânın başkalarını ezmek için değil, onları yüceltmek için kullanılmasını temin eder.

Ekonomi bağımsız bir faktör değildir

Arvasi, ekonomiyi coğrafya, nüfus, kültür, tarih ve din gibi daha geniş faktörlerin şekillendirdiğini, tek başına mutlak belirleyici olmadığını söyler. Coğrafyanın sunduğu imkânların, ancak ahlâkî ve kültürel yapıyla desteklenirse kalıcı refah getireceğini belirtir. Nüfusta sayısal büyüklük kadar eğitim, teknik bilgi ve ahlâkî değerlerin de kalkınmada belirleyici olduğunu vurgular. Kültürün, üretim tarzı, tüketim alışkanlığı ve tasarruf bilincini doğrudan etkileyen ana unsur olduğunu ifade eder. İslâm ahlâkıyla yoğrulmuş kültürün, adalet merkezli ve istismardan uzak bir ekonomik düzenin temeli olduğunu ifade eder. Ona göre, ekonomiyi tek başına belirleyici bir faktör gibi görmek, insanın bütüncül yapısını ve toplumların organik gelişimini gözden kaçırmak olur.

Arvasi, coğrafyanın sunduğu imkânların ancak milli irade ve İslâm ahlâkıyla birleştiğinde kalkınmaya katkı sağlayacağını; nüfusta nicelikten çok nitelik, yani eğitimli ve ahlâklı insan gücünün ekonomik gelişmede belirleyici olduğunu söyler. Kültürün, üretimden tüketime tüm ekonomik faaliyetlerin ruhunu belirlediğini, İslâmî ahlâkın ise israf ve sömürüye karşı temel koruma olduğunu belirtir.

Ekonomik faaliyetler ve İslâm

Arvasi’ye göre İslâm, ekonomik alanı yalnızca üretim ve tüketim dengesi üzerinden değerlendirmez; bütün bir hayat nizamının parçası olarak görür. Kazanç, helal dairede emek ve alın terine dayanmalı, paylaşım ise adalet prensibiyle yürütülmelidir. Ekonomik faaliyet, ferdin geçimini sağlamakla sınırlı olmayıp toplumun huzuru ve refahı için de sorumluluk yükler. Üretim süreci, sadece ihtiyaçları karşılamaz, tabiatla uyumu da esas alır. Tabii kaynaklar, insanın keyfi tasarrufuna bırakılmış bir mal olamaz. Onların korunması gereken bir emanettir. İsraf, tahribat ve ölçüsüz tüketim, bereketin önündeki en büyük engeller olarak görülür. Sağlıklı bir üretim düzeni, toprağı, suyu, havayı ve tüm canlıları gözeterek kurulur.

İslâm’da toprak ve toprak mülkiyeti

Arvasi, toprak meselesine İslâm’ın mülkiyet anlayışını esas alarak yaklaşır. Ona göre mülkiyet hakkı hem fert hem toplum hem de devlet için geçerli olup, bu hak “delîle-i şer’iyye” ile manevi ve maddi murakabe altındadır. Hırsızlık, gasp, zulüm, faiz, ihtikâr, aldatma ve haksız kazanç kesin olarak yasaktır. Meşru yollardan bile kazanılmış olsa, zenginin malında fakirin hakkı vardır ve bu hak zekât, öşür, fitre, sadaka gibi yollarla ödenmelidir.

İslâm ekonomisinde topraklar çeşitli sınıflara ayrılır: mirî topraklar, öşürlü topraklar, haraç toprakları ve vakıf araziler. Mirî topraklar, devlete ait olup mülkiyet devlette kalır; vatandaşlara işletmeleri veya kiralamaları için verilir, satılamaz. Devlet bu toprakları gerektiğinde kendi işletir, kiraya verir ya da kamu hizmetlerinde kullanır. Öşürlü topraklar, Müslümanlara tapu ile satılmış özel mülklerdir. Bu topraklardan elde edilen ürünün belli bir kısmı, öşür olarak fakir ve muhtaçlara verilir.

Vakıf araziler, İslâmî ölçüler içinde cemiyetin hizmetine tahsis edilmiş, satılması ve amacı dışında kullanılması kesin olarak yasak olan topraklardır. Bu gelirler hayır hizmetlerine, eğitim kurumlarına, misafirhanelere ve sosyal yardımlara yönlendirilir.

Arvasi, toprağın âtıl bırakılmasını, israfını ve amaç dışı kullanımını reddeder. Tarımın bereketi ve üretim sürekliliği için toprağın adil, verimli ve İslâmî esaslara uygun şekilde işletilmesini savunur. Ona göre Osmanlı’daki mirî toprak sistemi, Batı’nın feodal düzeniyle karıştırılmamalı; çünkü bu sistem, halkı mülksüzleştirmez, bilakis üretime dahil eden ve adalet esasına dayanan özgün bir İslâmî uygulamadır.

Sınıf çatışmaları ve emek

Arvasi’ye göre sınıf çatışmaları, modern ideolojilerin iddia ettiği gibi ekonomik temelli bir mesele değildir. Bu aynı zamanda ahlâkî, siyasî ve toplumsal boyutları olan bir problemdir. O, meseleyi İslâmî perspektiften değerlendirir ve dört temel sebep üzerinde durur:

Dünyaya ve dünya nimetlerine aşırı düşkünlük – Materyalizm ve hedonizme sapma, insanın asli vazifesinden uzaklaşmasına yol açar. Kur’an’ın ve hadislerin uyardığı şekilde, mal ve makam sevgisi kalplerde nifak doğurur. Bu hırs, sınıflar arasında kin ve düşmanlığı besleyen temel unsurdur.

Azgın rekabet – İslâm, müminler arasında kapitalizmin teşvik ettiği tarzda ekonomik çıkar rekabetini yasaklar; bunun yerine “fazilet yarışı”nı emreder. Güçlünün zayıfı ezdiği, maddî hırsların hâkim olduğu toplumlarda sürekli çatışma doğar.

Hased (kıskançlık) – Hak edilmiş zenginlik ve mevkilere karşı duyulan marazi kıskançlık, toplumsal huzuru bozar. Arvasi, özellikle Marksist devrim anlayışının bu duyguyu kışkırtarak sınıf kavgası çıkarmaya çalıştığını söyler. Hased, iman ve kardeşlik bağını çürüten bir hastalıktır.

Adil ve güçlü bir devletin yokluğu – Devlet, hakların tevzi ve korunmasında geciktiğinde veya zulme aracılık ettiğinde, fertler ve zümreler kendi haklarını kendileri almaya yönelir (ihkak-ı hak). Bu durum intikam duygusunu tetikler ve içtimaî birliği yıkar.

Arvasi, İslâm’ın öngördüğü devlet düzeninde hiçbir fert veya zümrenin “bizzat intikam” almak zorunda kalmayacağını vurgular. Mecelle’deki “Mazlum olmakla başkasına zulmetmeğe salâhiyetli olamaz” hükmünü hatırlatır. Mal ve makam üstünlüğüne dayalı böbürlenmeyi, sınıf diktatörlüğünü ve devleti belli grupların çıkar aracı haline getirmeyi kesin olarak reddeder.

Üretim ve sermaye

Kapitalizm, sosyalizm, faşizm veya herhangi başka bir sistem, üretimin sürdürülebilmesi için sermayeye ihtiyaç duyar. Tartışma, sermayenin varlığından ziyade mülkiyetinin kimde olması gerektiği noktasında yoğunlaşır. Kapitalizm, sermayenin özel şahıslar tarafından mülkiyetini savunur; komünizm, bu mülkiyeti toplum adına kolektif yapılar eliyle kontrol eder; faşizm ise devletin mülkiyetini esas alır. Her üç sistem de sermayeyi üretimin ana unsurlarından biri olarak kabul eder, ancak onun kimin elinde bulunacağını farklı şekilde tanımlar.

Bu noktada Arvasi, İslâm ekonomisinin yaklaşımını diğerlerinden ayıran temel unsurlara dikkat çeker. İslâm, henüz bu modern ekonomik doktrinler ortaya çıkmadan bin dört yüz yıl önce, sermaye ve mülkiyet hakkını hem devlete, hem topluma, hem de fertlere tanımıştır. Böylece mülkiyetin tek elde toplanmasını önleyen dengeli bir dağılım modeli oluşturmuştur. Ancak İslâm, mülkiyet hakkını mutlak bir serbestlik alanı olarak görmez. Bu hakkın istismar edilmesini engellemek için hem manevi hem de maddi denetim mekanizmaları getirmiştir. Manevi denetim, ferdin ahlaki sorumluluk bilinciyle hareket etmesini sağlayan inanç esaslarına dayanırken; maddi denetim, zekât, sadaka, miras hukuku, vakıf sistemi ve piyasa düzenlemeleri gibi somut kurumsal uygulamalarla işler.

Arvasi’ye göre bu yaklaşım, ekonomik hayatta hem verimliliği hem de adaleti aynı anda temin eden bir denge unsurudur. Çünkü sermaye yalnızca üretimi artırmaz, toplumun tüm kesimlerinin refahını yükseltmek için de kullanılmalıdır. İslâm’ın ortaya koyduğu bu denge modeli, sermayenin ne mutlak şekilde fertlerin tekeline, ne de bütünüyle devletin kontrolüne bırakılmasına müsaade eder; bunun yerine mülkiyeti paylaşan, sorumluluğu yayan ve içtimaî dayanışmayı güçlendiren bir ekonomik düzen kurar.

Arvasi, İslam’ın helal kazanç ve meşru zenginliği teşvik eden, ancak servetin istismarını engelleyen dengeli bir ekonomik anlayışa sahip olduğunu belirtir. İmam-ı Gazali’nin sözleriyle, kişinin kendini ve ailesini başkasına muhtaç etmemek için helalinden çalışmasının cihad derecesinde faziletli olduğu aktarılır. Peygamber Efendimiz, ticaret ve meslek sahibi olmayı övmüş; “özel mülkiyeti” meşruiyet sınırları içinde İslam devletinin güvence altına aldığı ifade edilmiştir. Gayrimeşru yollarla edinilen mal ve mülk ise korunmaz, hak sahiplerine iade edilir ve zalimler cezalandırılır. Helal yollardan kazanılmış olsa dahi, zenginliğin bir güç, imtiyaz veya tahakküm aracı haline getirilmesine müsamaha edilmez. Kur’an-ı Kerim, servetini güç gösterisi ve zulüm aracı yapanların Allah’ın gazabına uğrayacağını bildirir. Zenginlere, mallarını hayır işlerine yönlendirmeleri, Allah’ın verdiği nimetle iyilikte bulunmaları ve yeryüzünde fesat çıkarmamaları emredilir. İslam ekonomisinde devlet, zenginleri hayır ve toplumsal hizmetlere teşvik eder; ancak meşru sınırlar aşılmadıkça mülkiyete müdahale etmez. Üretimin temel unsurlarından olan “teşebbüs” ise hem modern ekonomide hem de İslam anlayışında düzenleyici bir faktör olarak değerlendirilir.

İsraf

Arvasi’ye göre israf, şahısların veya kurumların kendi mallarını yahut devlete ait zenginlikleri gereksiz yere, gösteriş, heves veya cehalet sebebiyle harcamasıdır. Modern ekonomilerde tüketim artışını teşvik eden anlayış, üretimi hızlandırsa da, İslâm’a göre asıl amaç, ekonomik dengelerin millî ve insani hedeflere uygun olmasıdır. Açlık ve sefalet içindeki milyonlar varken, lüks ve israf içinde yaşayan toplumların sosyal barışı mümkün değildir. İslâm, israfı kesin olarak haram sayar; hatta bolluk içinde bile suyu, ekmeği, gıdayı boşa harcamayı yasaklar. Müslüman toplumlarda israf yerine tasarruf şuuru hâkim olmalı, cömertlik fakire ve muhtaca yardım şeklinde tezahür etmelidir. Kur’an, tüketimde orta yolu emreder; ne cimrilik ne de savurganlık kabul edilir. Zenginliğin Allah yolunda, fakirliği ve köleliği ortadan kaldıracak şekilde harcanması israf değil, cihad olarak görülür. Peygamber Efendimiz ve ashabı, üretim ve kazançlarını Allah rızası, yardımlaşma ve içtimaî adalet gayesiyle değerlendirmişlerdir. İslâm ekonomisinde üretim ve tüketim, dünyevî hırsa götürmez, Allah’ın rızasını kazanmak ve insanı mutlu kılmak için düzenlenir.

Faiz

Arvasi’ye göre faiz, İslâm ekonomisinde yeri olmayan, haksız kazanç yollarından biridir ve insanların muhtaç durumlarından yararlanarak sömürü aracına dönüşür. Kur’an-ı Kerim’in açık hükümlerine dayanarak, alışverişin helâl, faizin ise haram kılındığını vurgular. İmam-ı Rabbani’nin ifadeleriyle, ödünç verilen bir şeyin fazlasıyla geri alınması haramdır ve ihtiyacı olanın da olmayanın da faizli borç alması yasaktır. Faiz, aynı cins malın veya paranın fazlasıyla geri alınmasını da kapsar ve Peygamber Efendimiz, faizi ağır bir günah olarak nitelendirir.

Arvasi, kapitalist sistemin faizi meşrulaştırarak toplumsal dengesizlik ve sefalet ürettiğini, bunun aksine İslâm’ın faiz yerine karz-ı hasen, yardım sandıkları, faizsiz yatırım kuruluşları, zekât ve öşür gibi mekanizmalarla hem üretimi hem sosyal adaleti desteklediğini belirtir. Zekât, faizin tam zıddı olarak, zengini malının belirli bir kısmını yoksullara vermeye mecbur eder ve bu hem maddî hem manevî bereket sağlar. Faiz ise görünüşte artış gibi görünse de, toplumsal huzuru ve bereketi azaltır.

Arvasi’ye göre modern dünyada faiz, zengin ülkelerin yoksul ülkelere uyguladığı bir uluslararası sömürü aracıdır. Kur’an’ın “faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyin” emri, hem sömürmeme hem de sömürülmeme prensibini ortaya koyar.

Parada altın standardı

Arvasi’ye göre altın standardı, para tarihinin en güvenilir ve istikrarlı temeli olarak, asırlar boyunca hem iç ticarette hem de milletlerarası alışverişte başlıca ölçü birimi olmuştur. Bunun en mühim sebebi, altının kendi zatında bir değer taşıması, kolayca taklit edilememesi, dayanıklılığı ve dünya pazarlarında müşterek bir kıymet ölçüsü olarak kabul edilmesidir. Altın, bu vasıflarıyla “iyi para”nın en berrak misalini teşkil eder.

Klasik iktisat anlayışı, altın standardının fiyat istikrarını kendi tabiî kanunlarıyla muhafaza edeceğini savunur. Zira altın, keyfî surette çoğaltılamaz; arzı tabiî yollarla sınırlıdır. Bu sebeple, para miktarı ile üretim hacmi arasında tabii bir denge kurulur, enflasyon tehlikesi asgariye iner. Arvasi de bu görüşü benimseyerek, altın standardının milletlerin iktisadî bünyesinde disiplin ve güven unsuru olduğunu belirtir. Para değerinin uzun vadede muhafazası, hem iç piyasada güven ortamı doğurur hem de milletlerarası ticarette istikrar sağlar.

Buna mukabil, altın veya gümüş karşılığı olmaksızın tedavüle sokulan kâğıt para, Arvasi’ye göre büyük bir tehlikenin kapısını aralar. Zira bu tip para, kolaylıkla ve sınırsız şekilde basılabildiğinden, devletleri kısa vadeli mali menfaat uğruna para arzını şişirmeye sevk eder. Bunun neticesi olarak fiyatlar hızla artar, fertlerin alım gücü erir, gelir dağılımındaki adaletsizlik büyür. Arvasi, nominalist ekonomistlerin I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında itibari kâğıt parayı savunmalarının, dünyayı geniş çaplı ekonomik bunalımlara ve iktisadî sömürü düzenine sürüklediğini kaydeder.

İslâm iktisat anlayışında ise, paranın aslı altın ve gümüştür. Kâğıt para ancak bu madenler karşılığında, belli bir ayar ve ağırlık standardına bağlı olarak tedavüle çıkarıldığı takdirde meşru ve güvenilir addedilir. Aksi hâlde para, “kötü para” vasfını kazanır ve iktisadî istikrarı temelden sarsar. Arvasi’ye göre, İslâm devleti hem iç hem de dış ticarette altın standardını esas almalı; böylece paranın değerini muhafaza etmeli ve para oyunlarıyla fertlerin, hususen zayıf milletlerin istismar edilmesine mâni olmalıdır. Bu önlem teknik bir iktisat tedbirinden ziyade ahlâkî ve siyasî bir vazife olarak görülmelidir.

Bankacılık

Arvasi’ye göre bankacılık, faiz esasına dayanmadığı sürece İslâm’da meşrudur. Ona göre kurulması gereken İslâm Bankası, kâr ve zararı ortaklarla paylaşan, faizsiz kredi (karz-ı hasen) veren, üretime ve yatırıma doğrudan katılan, esnaf, köylü ve işçi gibi dar gelirli kesimlerin emeğini değerlendiren bir şirket mantığında çalışmalıdır. Böyle bir yapı, kapitalizmin emeksiz ve risksiz kazanç anlayışına karşılık, hem İslâmî meşruiyeti hem de toplumsal dayanışmayı esas alır. Arvasi, borçlanmanın İslâm’da meşru olduğunu, ancak bunun faizsiz yollarla ve yardımlaşma temelli gerçekleşmesi gerektiğini vurgular. Geçmişte dostluk, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin bu ihtiyacı karşıladığını, günümüzde ise faizci çevrelerin boşluktan istifade ettiğini belirtir. Çözüm olarak fertlerin, meslek gruplarının ve toplumsal kesimlerin kendi aralarında şirket bankalar, yardım sandıkları ve kredi vakıfları kurmasını önerir. Böylelikle hem faizden kaçınılır hem de ihtiyaç sahipleri korunur. Vakıf müessesesi ise kâr amacı gütmeyen, üretilen mal ve hizmetleri muhtaçlara karşılıksız ulaştıran, İslâm’da köklü bir hayır kurumu olarak yerini alır. Vakıf malları yetim malı hükmünde olup korunmalı, israf edilmemeli ve düşük bedellerle eşe dosta verilmemelidir. Tarihte vakıflar dini hizmetlerde olmakla birlikte, sağlık, eğitim ve sosyal yardımlarda geniş bir hizmet ağı kurmuştur. Arvasi, bu geleneğin günümüzde yeniden canlandırılması gerektiğini, zira meşru ihtiyaçların meşru yollarla karşılanmaması hâlinde fertlerin gayrimeşru yollara yöneleceğini ifade eder. Ona göre İslâm Bankası, faizsiz kredi kurumları ve vakıf müessesesi birbirini tamamlayan, toplumsal dayanışmayı güçlendiren yapılardır. Banka üretim ve yatırım odaklı kâr-zarar ortaklığına dayanırken, kredi vakıfları ve yardım sandıkları ihtiyaç sahiplerine faizsiz borç sağlar, vakıflar ise tamamen karşılıksız yardımı esas alır. Bu bütünlük, hem ekonomik düzenin hem de ahlâkî yapının korunmasını sağlar.

Makineye esaret

Arvasi’ye göre insan, İslâm’da Allah’ın kulu, makinenin ise efendisidir. İnsan, ilim ve teknoloji aracılığıyla tabiatın sırlarını çözerek ona hükmetmek için yaratılmıştır; makine, insana hizmet eden bir araç olmalıdır, insan ona boyun eğmemelidir. Gerçek mümin, mabede olduğu kadar laboratuvara ve sanat galerisine de değer verir; ilkel şartlarda yaşamak yerine medeniyete koşar. Makinenin ve teknolojinin nimetlerinden azamî derecede yararlanılması gerektiğini, ancak bunun putperestliğe dönüşmemesi için insanın yalnız Allah’a kul olması gerektiğini vurgular. Ona göre modern kapitalist ve komünist sistemlerde insanlar makinelerin çarklarına mahkûm edilmekte, onlara adeta ilah gibi bakılmakta, bu da yeni bir putperestlik biçimi halini almaktadır.

Makineleşmenin doğurduğu boşluk konusunda Arvasi iki ihtimali de kabul eder: Makine, insanları işsiz bırakıp boşluğa ve ahlaki çöküntüye sürükleyebilir; ya da çalışma saatlerini azaltarak insanlara düşünme, araştırma, ilim, sanat ve dinî faaliyetler için zaman kazandırabilir. Her iki ihtimal de mümkündür; fakat asıl ihtiyaç, insanın gündelik ekmek kavgası ve modern çağın kaprisleri dışında kendine ve kâinata dönerek tefekkür etmesidir. Bedenî yorgunluktan kurtulan fert, kendini zihnen ve fikren yormalıdır; aksi halde büyük bunalımlar kaçınılmaz olur. Bu noktada Kur’an’daki “Boş kaldın mı hemen yorul” (el-İnşirah 7) ayetine işaret eder. Makineleşme çağında asıl hedef, insanın yeniden Allah’tan başkasına kul olmama bilincini kazanması ve bu ölçüyü tüm insanlığa ulaştırmasıdır.

Günümüz açısından bakıldığında, teknoloji her geçen gün ilerlemekte ve insanlık adeta makineye, yani teknolojiye esir olmuş vaziyettedir. Bugün yapay zekâ gibi araçlarla insanlar kendilerine ait hassaları, hisleri, tefekkürü kaybetmekte ve daha donuk bir hâle gelmektedir. Ancak buna karşılık, makineyi kendi ideâsı ve fikrine göre kullanan, onu bir araç olarak yöneten fertler de vardır. Asıl mesele, makineyi yönetebilecek güç olmaktır. Bu ise onu bizzat üretmek, teknolojik altyapıyı kurmak, arz-talep dengesini tayin etmek ve insanlara neyin gerektiğini bizzat belirleyebilecek bir pozisyonda bulunmakla mümkündür. Gerçek hâkimiyet, makineyi yöneten, onu var eden ve yönlendiren ellerdedir.

Aylık Baran Dergisi 43. Sayı, Eylül 2025