Kadının evdeki etkisini kaybetmesi ve ailesine gereken ilgiyi gösterememesi, uzun vadede toplum üzerinde olumsuz etkiler doğurabilir. Evdeki rollerini ihmal eden bir kadın, yalnızca kendi ailesine değil, toplumun genel işleyişine de zarar vermiş olur.

Hızdan uzak, sade ve özüne dönük bir gün hayal ettim. Dip köşe bir temizlik mesela… Kolaycılığa kaçmadan, sabırla pişen bir babaanne yemeği. Ve uzun süredir beni bekleyen kitaplar… Hepsini yaptım, sırayla, yavaşça ve keyifle.

Bu süreçte fark ettim ki, evimi düzenlerken aslında zihnimi de düzenliyorum. Eşyaları yerli yerine koyarken, içimde de bir dinginlik oluşuyor. Evimi temizlerken, içimde bir arınma başlıyor. Dışarıdan bakıldığında yalnızca “temizlik” gibi görünse de, içeride, fark edilmeden başlayan bir içe dönüş gerçekleşiyor. Kendi fıtratımın farkında oluyorum sanki.

Carl Jung’un da dediği gibi: “İç dünyan düzenli olmadıkça, dışarıdaki hiçbir şeyle barışamazsın.” İşte o düzeni evimde kurarken, içimdeki karmaşayı da hizaya soktuğumu fark ettim. Fakat bu huzurlu farkındalık beni düşünmeye itti: Kadın olarak yerimi… Kadının toplum içindeki yerini… Onun duruşunu, görünürlüğünü… Ve en çok da emeğinin ne ölçüde görüldüğünü, neye göre değer biçildiğini… Gerçekten takdir edilen şey emek miydi, yoksa sadece sonucu görünür kılan bazı göstergeler mi? Bu sorular, iç dünyamda uzun zamandır sessizce bekleyen sorgulamaları gün yüzüne çıkardı.

Görünmeyen emek

Kadın, evinde bir düzen kurar; bu düzen sadece fizikî değil, ruhî bir dokunuşla inşa edilir. Evinin havasını değiştirirken, aslında kendi iç dünyasını da besler, ailesinin ruhunu da şekillendirir.

Toplumda başarı çoğu zaman gelir odaklı üretimle tanımlanır. Bu dar ölçüt, kadının üretkenliğini yalnızca dış kazançlar üzerinden değerlendirir. Oysa ev içinde gösterilen emek, görünmeyen bir üretimdir. Sessiz ama derin bir etkisi vardır; evde kurulan huzur, toplumun da iç dengesine yansır. Adeta imar eder.

Ev kadınlarının ekonomiye katkısı olmadığını düşünmek, hem akıl hem vicdan ölçüsünde büyük bir yanılgıdır. Çünkü kadının yaptığı her iş, dışarıdan ücretli bir hizmetle karşılanmak istendiğinde, aile ekonomisine büyük bir yük biner. Kadın, evde kalarak yalnızca emek sunmaz; aynı zamanda ailenin sürekliliğini, direncini ve iç dengesini sağlar.

Bu emek; bir annenin sevgisiyle, bir eşin anlayışıyla, bir evin ruhuyla harmanlanır. Hiçbir dış destek, bu hissi ikame edemez; çünkü burada mesele sadece iş değil, hissiyat, aidiyet ve sevgiyle yoğrulmuş bir bütünlüktür.

Kadına ışık olmak

Kadının görünmeyen emeği çoğu zaman toplum tarafından fark edilmez. Ne yazık ki bu durum, bazen kadınlar arasında da yeterince idrak edilmez. Çalışma hayatının içinde yer alan kadınlar, farklı şartlarda yaşayan hemcinslerinin yükünü ve katkısını tam anlamıyla kavrayamayabilir. Bu bir küçümsemeden ziyade, içinde bulunduğumuz sistemin kadınları belirli kalıplar çerçevesinde “değerli” görmeye alıştırmış olmasının bir sonucudur.

Toplum, kadını koşullu bir sevgiyle değerlendirir: “Üretmelisin, görünür olmalısın, başarı göstermelisin…” Bu dayatmalar, kadının kendi kıymetini dış dünyadaki ölçütlerle tanımlamasına sebep olur. Böylece farklı hayat tercihlerine sahip kadınlar arasında zamanla bir uzaklık, hatta farketmeksizin gelişen bir mesafe oluşabilir. Rekabet sadece erkeklere karşı değil, kadınlara karşı da yapılmaya başlar.

Oysa hakikî kıymet, koşulsuz bir varoluşsal değerde saklıdır. Jung’un “İnsan kendini dışarıdan değil, içeriden anlamlandırmalıdır. Yoksa hep bir şeyler eksik kalır.” dediği gibi, kadın da kendi değerini içeriden anlamlandırdıkça, hemcinsine karşı rekabet değil, merhamet ve dayanışma duygusuyla yaklaşır. Kadın, kadına gölge etmemeli; aksine ışık tutmalı, güç vermeli, anlayışla yaklaşmalıdır. Çünkü aynı yükü farklı biçimlerde taşıyan kadınlar, aslında aynı hakikatin hizmetindedir: Aileyi ayakta tutmak, toplumu onarmak ve yeni nesilleri incelikleriyle, zarafetleriyle, detaylarıyla beslemek.

Kadını tüketen sistem

Kapitalist sistem, kadını yalnızca evinden koparıp üretim sürecine dahil etmekle kalmaz; aynı zamanda onu sürekli tüketmeye zorlanan bir figüre dönüştürür. Kadına, “Ne kadar üretirsen, o kadar değerlisin” mesajı verilir. Ancak bu söylemin hemen ardında, “Daha çok harcamalı, daha çok sahip olmalısın” baskısı da gizlidir. Böylece kadın, hem üretici hem de tüketici rolünü aynı anda üstlenir. Ürettikçe kendini değerli hisseder, tükettikçe tükenir. Bu çelişkili döngü içerisinde zihinsel enerjisi azalır, duygusal dengesi bozulur, ruhî huzuru giderek aşınır. Tüketimin verdiği geçici tatmin, bir yorgunluğa ve doyumsuzluğa dönüşür.

Oysa kadının gerçek potansiyeli, sadece gelirle ölçülen üretimde değil; hayata kattığı zarafette, sezgide, duyarlılıkta ve aileyi tutma gücündedir. Toplumu besleyen asıl üretim, maddî olmaktan ziyade manevî boyutta gerçekleşir. Kadının aslî kuvveti de bunda yatar.

Kadın, kendi fıtratına uygun bir hayat kurduğunda, gerçek potansiyelini ortaya koyar. Bu potansiyel; Allah’ın ona bahşettiği kadınlığında, duygusal zekâsında ve fıtrî şefkatinde saklıdır. Kadın, doğası gereği toparlayıcı ve besleyici bir yapıya sahiptir.

Kapitalist sistem ise kadını yalnızca bir üretici değil, aynı zamanda bir tüketici olarak tanımlar. Kadın, ne kadar çok üretirse o kadar değerli olduğunu zannetmeye başlar. Ancak aynı zamanda daha fazlasını tüketmek zorunda kalır. Bu çelişkili denge, kadının duygusal enerjisini, iç huzurunu ve gerçek değer hissini zamanla yıpratır. Yani üretimle elde edilen dış değer, iç boşluğu doldurmaya yetmez.

İslâmî bakış ise kadına daha dengeli bir rol sunar. Kadını hayattan soyutlamaz, aksine onu hayatın merkezine yerleştirir; ancak bu yer, kadının ruhuna, tabiatına ve haysiyetine uygun bir yerdir.

Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde ifade ettiği gibi: “Bu inkılâbın kadınları, esasta, muazzez ve münezzeh ev kadrosunun ve aile çerçevesinin sultanı olacak, hayatın yırtık seciye emredici iş sahalarından hiçbirinde görünmeyecek; buna rağmen İslâm ölçülerinin yasak etmediği ve kendisince icap gördüğü sahalarda da şerefle içtimâî faaliyet kabul etmekten kaçınmayacaktır.”

Kadın, toplumsal hayatta elbette vardır; ama bu varlık, onun onurunu zedeleyen, fıtratına aykırı alanlarda değil, şerefini ve vakarını koruduğu zeminde olmalıdır. Erkek de ona bu alanı açmakla mükelleftir.

Kadın, ailedeki huzurun en temel kaynağıdır. Evin atmosferini şekillendiren, çocukların ruh dünyasını besleyen, günlük hayatı manevi bir bütünlükle saran odur. Ancak bu yükü tek başına omuzlayamaz. Evin düzeni, çocuğun gelişimi ve maddî ve manevî bağların kuvvetlenmesi kadınla birlikte erkeğin de sorumluluğudur.

Kadına en yakın desteği verecek kişi, onun hayat arkadaşıdır. Kadın, yanında duran, yükünü paylaşan bir eş gördüğünde yalnızca daha güçlü bir anne ya da eş olmaz; aynı zamanda kendi iç dünyasını da daha sağlam temeller üzerine inşa eder. Destekle güçlenen kadın, hem kendini hem de ailesini yeniden inşa eder. Kadındaki aileye bağlılık toplumu da ayakta tutar.

Kadınlıkta saklı hikmet

Fıtratına uygun olmayan bir hayat tarzı içinde yaşayan ya da yaşatılan; kendi gayesinin farkına varamamış, duygusal ve zihinsel gelişimini tamamlayamamış bir kadın, ardında kalıcı ve müsbet bir iz bırakmakta zorlanır. Oysa çocuklarıyla oyun oynayan, onları dinleyen, sevgisini ve şefkatini cömertçe sunan; bilmediklerini dahi çocukları için öğrenmeye çalışan, öğrendiklerini sabırla, özenle aktaran bir kadın, çocukları için hayat boyu sürecek bir rehberliğin temellerini atar. Annenin saf sevgisi, çocuğa şahsiyet kazandırır. Annesinden duygularını ifade etmeyi, yönetmeyi, anlamayı öğrenen bir çocuk; hem toplumla hem de ileride kuracağı aileyle daha sağlıklı ilişkiler kurar. Ve tüm bu eğitim, evde verilir; ücretsiz, ama paha biçilemez bir sevgiyle, ilgiyle, şefkatle…

Kadının evdeki etkisini kaybetmesi ve ailesine gereken ilgiyi gösterememesi, uzun vadede toplum üzerinde olumsuz etkiler doğurabilir. Evdeki rollerini ihmal eden bir kadın, yalnızca kendi ailesine değil, toplumun genel işleyişine de zarar vermiş olur.

Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025