Zulüm altındaki Gazzeli onurlu Müslümanlar, direnişi kırılamayan, iman ve şuurla dimdik duran o Müslümanlar; hepimize bir diriliş ve bilinç dersi veriyor. Onların mücadelesi, sadece coğrafî bir sınırda değil, kalbimizde ve zihnimizde de bir devrim başlatmalı; sadece dünyada değil, ruhsal düzeyde de özgürleşmeliyiz.

Gazze’de 7 Ekim’den sonra insanlığın gözleri önünde, dozunu insanlıktan çıkmışçasına artıran zulüm, soykırım ve abluka; artık bir şeyler yapmak, yaptırım uygulamak zorunda olduğumuzu hepimize hatırlattı. Mevcut şartlar altında, en azından Yahudi sermayesine para akışı sağlayan ya da bizzat onlara ait markaları boykot etmeye başlayanlarımız oldu.

Boykota başladığımızda, Gazze için küçük de olsa bir adım attığımızı düşünsek de, aslında alışkanlıklarımızla yüzleşmeye başladık. Fark ettik ki, içten içe bizi en çok bağlayan ve “en iyi” olduklarına inandırıldığımız markalardan vazgeçmek zorundaydık: çamaşırları en iyi temizlediğine inandığımız deterjanlar, bulaşıkları parlatan ürünler, spor ayakkabıda ilk akla gelen logolar, en lezzetli çikolatalar, en kaliteli gazlı içecekler, en şık giyim mağazaları… Tüm bunlar, hayatımızın neredeyse ayrılmaz bir parçası olmuştu.

Örneğin Nutella’yı ele alalım. Almanya’da yapılan bir araştırma, bu markanın içerdiği yüksek şeker, zararlı yağlar ve düşük kaliteli fındık nedeniyle birçok market markasından daha düşük kaliteye sahip olduğunu ortaya koymuştu (Focus Online, 08.05.2025). Ancak yıllarca bu ürünü “en iyi” olarak algılamıştık. Bu gibi markaların güçlü algı yönetimi sayesinde, zararlı içeriklerine rağmen sadece markaya bağlılıkla tercih ettik. Bu, bize “en iyi”yi satmaya yönelik bir pazarlama stratejisiydi.

Zamanla boykotun yalnızca bir tepki değil, aynı zamanda bir uyanış olduğunu fark etmeye başladık. Çünkü bu boykot, bizleri tüketim alışkanlıklarımızı, algılarımızı, zevklerimizi ve kimliklerimizi sorgulamaya sevk etti.

McDonald’s ve benzeri zincirleri çocuklar için ödül haline getirdik. Oysa ne yediğimizi bilmiyoruz. İçeriği şüpheli, besleyiciliği tartışmalı yiyeceklerle onları “mutlu” etmeye çalıştık. Bugün ise onlara şunu diyoruz: “Biz bu yerlerden yemek yemiyoruz. Çünkü oraya verdiğimiz her kuruş, Gazze’de masum çocukları bombalayan sistemin cebine gidiyor.”

Bu, sadece bir protesto değil, bir ümmet bilinci ve irade terbiyesi. “Canım istiyor olabilir ama ben bir Müslümanım. Benim ölçüm, nefsim değil; inandığım değerlerdir.” diyen bir nesil yetiştiriyoruz. Bu şuur, çocuklarımıza hem neyi tercih etmeleri gerektiğini hem de nefsin arzularına karşı durabilmeyi öğretiyor.

“İnsan ne yerse odur” sözü, bu anlamda oldukça düşündürücüdür. Çünkü yediğimiz şeyler sadece bedenimizi değil, ruhumuzu da etkiler. İçeriğini belki de hiç sorgulamadığımız yiyecekler –özellikle McDonald’s gibi markalaşmış zincirlerde sunulanlar– yalnızca sağlığımıza değil, değer dünyamıza ve içsel dengemize de zarar verir.

Bu noktada, Aidin Salih’in şu sözleri meseleyi daha derin bir zemine taşır: “Hastalığın sebebi yaşam tarzıdır. Yaşam tarzı dediğimiz husus da helal ve harama dikkat ederek yaşamaktır. ‘Haram yeme, helal ye’ hepsi bu kadar… Haram çoğalıyor, bütün katkı maddeleri, aromalar gıdayı o kadar bozuyor ki, gıda gıda sıfatından çıkıyor.”

Yani yalnızca midemizi değil, kimliğimizi de neyle beslediğimiz önemlidir. Gıda tercihlerimiz, hem fiziksel hem manevi sağlığımızı doğrudan etkileyen bir ahlâk meselesine dönüşür.

Örneğin bazı ünlü kahve markalarının karton bardaklarını ellerinde dolaştıran insanlar, adeta “ben buradan kahve aldım, ben bunu içebiliyorum” mesajı vermek için bu bardakları bir statü sembolü gibi taşıyorlardı. Bu davranış, insanın ne kadar boş bir tüketime ve dışsal onaya dayalı bir yaşam sürmeye eğilimli olduğunu gösteriyor. O bardakları taşıyanlar, kendilerini bir kahve markasına bağlayarak, kimliklerini o marka üzerinden tanımlamaya çalışıyorlardı. Oysa bu, dışsal değer yargılarının iç dünyamızda ne kadar büyük boşluklar oluşturduğunu gösteriyor.

Tüketim kültürünün insan psikolojisi üzerindeki etkisi, Herbert Marcuse’nin düşünceleriyle daha iyi anlaşılabilir. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde, kapitalist toplumların bizi nasıl “tek boyutlu” hale getirdiğinden bahseder. Bu tek boyutluluk, sadece fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılamakla kalmaz, aynı zamanda toplumun bize dayattığı “gerçek ihtiyaç” anlayışıyla şekillenen arzularımızı da tatmin etmeye yönlendirir. Yani tüketim, sadece maddi şeyler almak değil; kimliğimizi, değerlerimizi şekillendiren bir araç haline gelir.

Peki bu kısır döngüden nasıl çıkabiliriz? İşte burada bilinçli tüketici olmanın önemi devreye giriyor. Aldığımız ürünlerin içeriğini, üretim koşullarını ve gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını sorgulayarak başlayabiliriz. Marka ve moda baskısına kapılmadan, sağlıklı, kaliteli ve uzun ömürlü ürünlere odaklanmak, tüketimi kimlik göstergesinden çıkarır ve bizi daha özgür fertler haline getirir.

Damak zevkimizden, yeme kültürümüze; giyim tarzımızdan statü algımıza kadar işgal edilmişken bir de şu sorgulamayı yapmamız gerekiyordu: İnsanlık nüfusunu azaltmak isteyen, ağzı süt kokan bebekleri kaçırıp adalarda onlara zulmeden, Gazze’de bombayla yakarak-parçalayarak öldüremediği bebekleri açlıktan öldüren bu zihniyet… Bizim çocuklarımız için sağlıklı bebek maması, bebek bezi, atıştırmalık, oyuncak, giysi üretebilir miydi? O giysileri yıkayacak deterjan ve yumuşatıcıları sağlıklı şekilde hazırlayabilir miydi? Gençler arasında trend olan enerji içecekleri, kahveler, gazlı içecekler onlara maddi ve manevi olarak zarar vermiyor mu? Veya daha fazla verim almak için ata tohumundan vazgeçip, büyük ölçüde İsrail’den sağlanan hibrit tohuma bağımlı hale gelmemiz… Bu, toprağımızdan soframıza kadar özgür olmadığımızı göstermiyor mu?

Gazze için başlattığımızı sandığımız boykot, bizi farklı bir boykota götürdü. Başlangıçta yalnızca bir tepki gibi görünen bu süreç, aslında daha derin bir özgürleşmenin kapılarını araladı. Sadece tüketimden vazgeçmemiz gerektiği değil; onunla birlikte zihinsel işgallerden de kurtulmaya başlamak zorunda olduğumuz bilinci uyandı.

Prof. Dr. Saadettin Ökten’in “Ben boykot etmiyorum, Müslüman olarak müstağniyim” ifadesi, boykotu çok daha büyük ve anlamlı bir boyuta taşıdı. O boyut, bizi düşünmeye ve sorgulamaya götürdü.

“Ben onu istiyorum ama almıyorum” demek boykottur; oysa biz, onu istememeliyiz.

Müstağni kaldığımız, yani ihtiyaç duymadığımız ürün, marka ve mekanlardan tamamen ilişiğimizi keserek hem şahsî duruş hem de toplumsal teşvik oluşturabiliriz.

Hayatı sadeleştirmeliyiz. Ne yediğimiz, ne içtiğimiz, ne giydiğimizin bizi şekillendirdiğinin bilinciyle yaşamalıyız.

Zulüm altındaki Gazzeli onurlu Müslümanlar, direnişi kırılamayan, iman ve şuurla dimdik duran o Müslümanlar; hepimize bir diriliş ve bilinç dersi veriyor. Onların mücadelesi, sadece coğrafî bir sınırda değil, kalbimizde ve zihnimizde de bir devrim başlatmalı; sadece dünyada değil, ruhsal düzeyde de özgürleşmeliyiz.

Aylık Baran Dergisi 41. Sayı, Temmuz 2025