Biz Hayrettin Karaman’ın eserlerindeki sapık fikirleri eleştirmiyor, reddediyoruz. Çünkü, burada tekrarına lüzum görmediğimiz ve neticesi küfür olan söz konusu fikirlerde doğruluk ihtimali bulunan tek bir cümle bile yok, neresini eleştirelim? Allah’a ve Resûlü’ne apaçık yalan isnatlarla dolu fikirler eleştirilmez, doğrudan reddedilir. Bizim yaptığımız da zaten bu

Hayrettin Karaman’ın bir yazısı üzerine yazdığımız iki yazı tahminlerimizin üzerinde müspet ilgi gördü, heyecan uyandırdı demek bile mümkün. Câmi, okul, üniversite, iş camiası, sesimizin ulaşabildiği bütün toplum katmanlarından takdir ve destek geldi.

En çok da meramımızın anlaşılmış olmasına sevindik. Yani, şahsî veya grup hesabı peşinde olmadığımızın, yaşadığımız mağduriyetler üzerinden hâlâ devam eden sinsi, sapık, zehirli bir zihniyetin daha net görülmesi, bilinmesi davası güttüğümüzün anlaşılmasına mutlu olduk.

* * *

Peki, yazı/lar binlerce kişi tarafından görülür, okunur da hiç mi tamamına veya bazı yerlerine itiraz eden çıkmaz?

Şükür ki, çıktı. Ehl-i Sünnet bağlısı, sevdiğim saydığım üç müstakim insan.

Onlar, böylece hem bize hem itirazını seslendirmeyenlere iyilik etmiş oldular.

Birincisi, sahasında otorite bir profesör ve çalışmaları, hamleleriyle aynı sahadaki üniversite hocalarına ufuk açıcı rehberlikler eden gayretli, saygın bir ilim adamı.

İkincisi, pek çok eseri bulunan, yazıları ve çıkışlarıyla İslâmî cephede mücadeleler veren bir aksiyon adamı.

Üçüncüsü, eğitimci ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden sınıf arkadaşım.

Üçünün de ortak özelliği ilahiyatçı oluşları.

Birbirinden habersiz aynı itirazda birleşiyorlar. Ancak, itiraz gerekçeleri farklı.

Birinci itiraz: Yazı bir nefeste okunacak değerde; tespitler, detaylar, her şey tamam, lâkin keşke Hayrettin Karaman’ın mâlum fikirlerini içeren kısma yer verilmeseydi, çünkü eleştiride onların eleştirideki durumuna düşülmüş oluyor, geçmişte ortaya atılmış bu fikirleri geçmişte bırakmak daha uygun olur şeklinde özetlenebilir.

İkinci itiraz: Bu sapık fikirlerin ciddiye alınmaması gerektiği, belli bir kitlece muteber görülen bir adamı söz konusu fikirleri yüzünden keskin ifadelerle dışlamanın doğru olmayacağı şeklinde özetlenebilir. Ancak, aynı zât, daha sonra gönderdiği mesajda bu konuya eğileceğini, ilgisiz kalmayacağını bildirdi. Belli ki, o fikirler üzerinde düşünmüş ve görmezden gelmenin vebal olacağı kanaatine varmış.

Üçüncü itiraz: Hayrettin Karaman’ın sapık fikirleri konusunda bizimle hemfikir olduğu, ancak ümmetin onca derdi varken (boykotlarda yaşananlar dahil) bunları gündeme getirmenin fayda sağlamayacağı şeklindedir.

Muhtemeldir ki, başkaları da vardır böyle veya daha farklı düşünen.

Bu düşünceleri, sadece dostça yapılmış eleştiriler olarak görüp geçemeyiz elbette. Üzerinde düşünmek, haklılık payı var mı, varsa ne ölçüde var, anlamak durumundayız. Biz de başından beri bu tozlu, ıssız vadide doğrunun izini sürüyoruz, başka heves ve hesaplara kapılmış değiliz. Hesaplar vardır elbet ve defterler kapanmaz. Ancak, hesaplar Hesap Gününde görülür; hesabı tutan el isterse Hesap Gününün ilk aşaması olarak dünyada da başlar hesabı görmeye. Aslında, dikkat eksikliği yüzünden pek fark edilmese de hep böyle olagelmiştir.

* * *

Hakikata inanmışlık, adanmışlık diye bir şey vardır, işte biz o yoldayız.

İlâhî irade ve takdirin her türlü tecellisine teslimiyeti bilir, başka şeyler düşünmeyiz.

Hatalarımızı görünce kaçmaz, karşılarına geçer ağlarız. Mutluluk kadar mahcubiyeti de biliriz.

Dikenli dağ yamaçlarını terler içinde susayarak tırmanırız, ama etraftan gelen garip, karanlık sesler karşısında susmayız.

Acıkır, susarız, ama susmayız arkadaşlar.

Saygımız susmayan mü’min’edir; o mü’min’in değil elini, bastığı toprağı öperiz.

Susan, umursamayan, kötürümleşmiş duygulara hapsolan donuk kimselere kırgınız, görsek selâm vermek gelmez içimizden.

* * *

Susmak değil, müdahillik emredilmiştir, o yüzden susmayız.

Müdahillikte uygun vakit, uygun ortam, uygun şartlar aranmaz, olsa olsa uygun ve etkin yöntemler aranır, bulunur ve mutlaka yerine getirilir, bundan kaçış yoktur.

Müdahaleden kaçış yoktur arkadaşlar.

Nerede ve hangi konuda bir söz söylenmiş, bir şey yazılmışsa o sözün, o yazının muhatabısınız, cevap vereceksiniz, onaylayacak veya reddedeceksiniz, bu sorumluluğu anlamamanın mazereti olmaz.

Sözlerinizden olduğu kadar susmalarınızdan da sorumlusunuz, bu gerçeği unutmak olmaz.

Yanlış “hemen müdahale” bekler, ertelenemez müdahale ister ve bekler. Bunu, meşhur hadiste anlatıldığı gibi sırasıyla el, dil, gönül gücünü etkin şekilde kullanarak hemen yapacaksınız; vaktin ikinci bir vakti yoktur, kenara çekilip bekleyemezsiniz.

Zira, kenar yok, meydan vardır, sahne vardır.

Seyircisiz bir oyunda sahnedesiniz. Seyirci diye bildikleriniz de oyunculardır, gürültülü ortam sizi yanıltmasın.

Ya da tribünsüz sahada oyundasınız.

Siz oyuncusunuz; bakın bakalım, etrafta seyirci koltuğu var mı?

Nerde konumlandırıldığınızı bilmez ve kendinizi seyirci zannederseniz yenilgi üstüne yenilgi alırsınız, sonunda kimse yüzünüze bakmaz. Siz, hiç mağlûbun itibar gördüğünü, alkışlandığını gördünüz mü?

Yanlış karşısında susarsanız, o yanlışı kabul etmişsiniz demektir.

Hele o yanlış bilerek yapılmış bir yanlışsa ve hele o yanlış İslâm’ın temelini sarsma, yıkma maksadına yönelik bir yanlışsa!

Bir şey, “Bana göre” değil, “Hakikata göre” değerlendirilir. Değerlendirmelerde Hakikat esas alınır, fikirler o esas üzerine kurulur. Bu unutulursa nefesler, emekler boşa harcanmış olur, yazık değil mi?

Hakikat: Kur’ân ve Sünnet’tir.

* * *

Aşınmış ve istikametinden sapmış söz ve tabirlere yüz vermeyin, derim.

Hıyanet veya gaflet taşıyan, aşılayan sözler, tabirler de vardır; bunlar dikkat ister, dikkat zaafı varsa birinden kurtulsanız diğerine düşersiniz.

Tam olarak ne mânaya geldiği bilinmeden kullanılan kelimeler, ifade kalıpları, tabirler vardır. Laf kalabalığı cinsinden ölçüsüz, düzensiz söz sarf etme bağımlılığı da ayrı. Bunda kimse mazur görülemez, hele ilim talibiyseniz, ilim adamıysanız!

* * *

Siz şimdi, Hayrettin Karaman’ın eserlerinden yaptığımız ve ilk iki yazımızda yer verdiğimiz alıntılara tekrar bakın, öfkemizi hâlâ sıradan, yersiz bir eleştiri olarak mı göreceksiniz?

Eğer böyleyse, kendinizi lütfen o olmayan kenara alın beyler.

Bir kere, bizim yaptığımız eleştiri değil, reddir. Eleştiri, doğruluk payı muhtemel eserler, fikirler üzerinde yapılır.

Biz Hayrettin Karaman’ın eserlerindeki sapık fikirleri eleştirmiyor, reddediyoruz. Çünkü, burada tekrarına lüzum görmediğimiz ve neticesi küfür olan söz konusu fikirlerde doğruluk ihtimali bulunan tek bir cümle bile yok, neresini eleştirelim? Allah’a ve Resûlü’ne apaçık yalan isnatlarla dolu fikirler eleştirilmez, doğrudan reddedilir. Bizim yaptığımız da zaten bu.

Eleştiri kelimesi sık kullanılıyor, İsterseniz lügatlere bakalım, eleştiri’yi nasıl tarif etmişler, görelim.

Türk Dil Kurumuna göre eleştiri: Bir insanı, bir eseri, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek maksadıyla inceleme işi. Tenkit.[1] Türk Dil Kurumu eleştiri tarifinin sonuna tenkit’i koymakla eleştiri’nin aslında tenkit olduğunu, Arapça’dan gelen tenkit’in sonradan Türkçeleştirilerek eleştiri’ye dönüştürüldüğüne işaret ediyor.

Düne kadar tenkit derken, şimdi eleştiri diyoruz. Tenkit derken mânası biliniyor muydu derseniz, o da meçhul. Kelime, harf devriminden önce tenkîd/تنقيد iken latin harflerine geçişle tenkit oldu. Yapı bozulmuş, ama mâna aynı kalmış? Fakat mânayı merak eden kim, lügatlere bakmak kimin aklına gelir? Üstelik lügatlerdeki mânanın ne önemi var, mânayı sokak belirler. İşin kolayına alışılmış bir kere.

Lügat-i Nâcî’de eleştiri/tenkîd/تنقيد: “Edebî, fennî, sınâî âsâri (eserleri) tedkîk ile iyi ve fenâ cihetlerini bilmuhâkeme (muhâkemeyle) gösterilmek” şeklinde tarif edildikten sonra “Âsâr-i edebiyyede (edebiyatla ilgili eserlerde) isti’mâli gâlibdir (daha çok kullanılır)”[2] denilmiştir.

Araplar eleştiri’ye nakd/نقد demişler, tenkîd/تنقيد’i hiç kullanmamışlar, kelimeye o mânayı biz yüklemiş, biz kullanmışız.

Arapça lügatlerde eleştiri/nakd/نقد: “Bir şeyin iyisiyle kötüsünü birbirinden ayırmak, bir şeyin kusurlarını, güzelliklerini ortaya çıkarmak”[3] olarak tanımlanır. Yani, Türkçedeki tenkit veya eleştiri Arapçada nakd/نقد kelimesiyle ifade edilir. Zaten tenkîd/تنقيد ile nakd/نقد birbirine yabancı değil, ikisi de nakade/نَقَدَ fiilinden gelir.

Uzatmış mı olduk, bu ayrıntılara ne lüzum mu vardı? Öyle düşünmüş olmamalısınız.

Kelimelere dikkat çekmek vacip oldu.

* * *

Sabrınız yoksa, tozda dumanda kaybolursunuz, bunu kim ister?

Sapmalar kelimelerle başlar, bunu aklınızdan çıkarmayın.

Adrese kelimeler götürür, dikkatle seçilmezlerse çıkmaz sokaklara saparsınız.

Kelimeler anahtardır, evlere anahtarsız girilmez; lügatleri unutursanız sokakta kalırsınız, bunu bir kenara yazın.

Kur’ân kelimelerinde bu hassasiyet daha uç noktalara ulaşır. Çünkü, Kur’ân kelimelerinin çoğunda lügatlerden başka bir de ıstılahlar devreye girer. Istılahlar’a vücûh ve nezâir’i de eklemelisiniz. Kur’ân kelimelerinin ve kelimelerinden oluşan terkiplerin asıl mânasını onlara yüklenen farklı mânalar belirler. O mânaları yükleyen de yine Kur’ân’dır ve ikinci derecede hadislerdeki tefsirdir. Ancak, burada rehberiniz Ehl-i Sünnet kaynakları ve âlimleri olmalıdır, diğerleri değil. Zira, Ehl-i Sünnet dairesinin dışı çamurdur.

Sözgelimi, lügat mânasından alıp “İman”a inanmak, “Mü’min”e inanan, “Amel”e iş, “Amel-i sâlih”e yararlı iş der geçer ve mânaları bunlarla sınırlarsanız, kendinizi dalâletin kıyısına konumlandırmış olursunuz.

Gerekli bilgilere ulaşmak için biraz sabır, biraz gayret kâfîdir. Çoğu zaman birkaç tuş marifetiyle pek çok bilgiye ulaşmak mümkün, hem de zahmetsizce.

* * *

Peki, Hayrettin Karaman bunları bilmez mi, elbette bilir.

Bildiği halde neden küfre varan bu dalâletlere düşüyor acaba?

Bilmek yetmiyor desek, bu size bir şeyler ifade eder mi?

Geçmişte de bunun örnekleri görülmüştür; yapılar yapıları, mizaçlar mizaçları çekiyor. Her sapıklığın mutlaka öncüsü, öncünün de öncüsü vardır. Hayrettin Karaman kimlerin peşine takılmıştır da bu hallere düşmüştür, merak edenler kısa bir araştırmayla bu bilgilere ulaşabilirler.

Bünye neye alışmışsa onu ister. Sapıklık da bir nevi şehvettir, pençesine düşen yapışır kalır ona.

Bakar mısınız, Hayrettin Karaman 25 Mayıs 2025 tarihli Yeni Şafak yazısında 70’li yılların fikir ve siyaset meydanındaki İslâmî yapılarla hâlâ hesaplaşma derdinde; okuyun şaşırırsınız. Yazının ortalarından kısa bir bölüm:

“Bir genç düşünün: Biz ona diyoruz ki, “iyi Müslüman ol, doğru olanı öğren, tebliğ ve temsil yoluyla insanları İslam’a davet et (eğitim/öğretim yap); bunu hakkıyla yaparsak belki yirmi yıl sonra toplumda iyiye doğru bir değişim olabilir” diyoruz.

Particiler ona diyorlar ki:

“Bize hizmet et, dersi mersi idare et, sizi ilim milim diye oyalayan satılmış hocaları dinleme, biz yakın zamanda iktidara gelip amacı gerçekleştireceğiz”.

Siz genç olsanız kimin peşinden giderdiniz.”

Bu alıntıdan yazının ilk kısmı az çok tahmin edilebilir.

Şimdi bu kısma bakalım. İlk tırnak içi sözler kendine ait, kaynak belli. Particiler ona diyorlar ki’den sonra tırnak içine sözler kime, kimlere ait peki? Yazılarda kesin kuraldır: tırnak içine alınan sözlerde mutlaka isim ve kaynak belirtilir, isim ve kaynak verilmemişse uydurulmuş kabul edilir, bunu bilmeyen veya önemsemeyen bir üniversite hocasına kolay rastlanmaz, rastlansa da yüzüne bakılmaz, buna ne diyeceksiniz?

Yazının son kısmında, o yıllarda kendisine gönderilen bir mektupta yer alan “Erbakan hayranları” ifadesi, müzmin hastalığı tamamen açığa çıkarmış oluyor, böyle bir ifade olmasaydı bile yazı bütününe yayılan adresi belli sar’alı ifadeler zaten kendini ele veriyor.

Bir de böyle bir yazının Yeni Şafak’ta yayınlandığını düşünün, nasıl şaşırmazsınız!

* * *

Nesil davaları elbette tutmayacaktı, çünkü o davanın tutacak tarafı, ruhu yoktu; ona dava bile denmezdi, oturduğu bir zemin, ele gelir ölçüleri yoktu. Dergilerini kim, niye alsın ki, muhatabı belirsiz. “Mesela İmam Hatip Okullarında ve Yüksek İslam Enstitülerinde pek solcu yoktu ama Akıncı, Ülkücü, Nurcu, Tarikatçı… öğrenci grupları vardı. Bunların kavga ettikleri, birbirini yaraladıkları da oldu[4] derken, İmam Hatip Okullarında ve Yüksek İslam Enstitülerinde solcuların olduğunu ima edecek kadar kendinden geçmiş ve akıncı, ülkücü, tarikatçı [ifadeye dikkat edin] talebe gruplarının birbiriyle kavga ettikleri, birbirlerini yaraladıkları yalanına tenezzül edecek kadar zavallılaşmış insanlara kim itibar eder, çıkardıkları derginin yüzüne kim bakar!

* * *

Şimdi aklınıza neler geliyor; ilim, ilmî müktesebat, onca eser, emek, koca bir ömür, öyle mi?

Bir de musalla taşındaki “Merhûmu nasıl bilirsiniz?” sorusu var.

Burada cemaat gafleti işe yarar görünse de bir fayda sağlamaz.

Siz, kendiniz için oradakilerden ne demelerini beklersiniz, ona bakın.

[1] Eren, Hasan vd., “Eleştiri” Türkçe Sözlük , A-J, Yeni baskı, (Anakara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1988), 1/700

[2] Muallim Nâcî, “Tenkîd” Lüğat-i Nâcî,nşr. Kirkor,y.y.,b.y, ts. Tıpkıbs.Çağrı Yayınları, (İstanbul 1978) 290.

[3] Ahmed Muhtâr Omer, Mu‘cemu’l-Luġati’l-‘Arabiyyeti’l-mu‘âṣıra (Kahire: Âlemu’l-Kütüb, 1429/2008), 3/2264.

[4] Hayrettin Karaman, Yeni Şafak 25 Mayıs 2025.