Durup dururken, sebepsiz, laf olsun diye söz söylenmez. Bu, söze saygının gereğidir.

Söz, lüzumu halinde ve miktarınca söylenir. Miktarı aşan söz, yapıyı bozar, dağıtır.

*

Ölü sözlerin semtine uğramayınız, ölü söz müptelalarından uzak durunuz, derim. Farkına varmadan, zamanla onlardan biri oluverirsiniz. Söz iptilası, baş belasıdır; bitirir, tüketir.

Kim olursa olsun, biri tarafından “Nasılsın … daha nasılsın … anlat bakalım ” gibi ölü sözlere muhatap olduğunuzda, ne yapıp edip o kişiden hemen kurtulmaya bakınız, sizi söz hurdalığına çekiyor demektir.

Söz hurdacısı boş yere yorar, bitirir.

*

Söz söylenmeden önce, taşıyacağı yük ve muhataplarına uygun yapısı, çatısı kurulur; emin olunduktan sonra yola salınır. Meramı ifade edecek söz cümlesi önce zihinde kurulur, sonra dile dökülür. Yazılı bir metni okuyormuş gibi konuşanlar vardır, onları dinlerken sözü kullanmadaki maharetlerine ayrı bir önem atfedilmelidir. O maharet size de lazımdır.

*

Söz muhatap seçmez dostum, bu önemlidir. Anlamamak yok, anlatamamak vardır.

Söz zora, zorlamaya gelmez, nefes alışverişi rahatlığı ister. Aksi halde bozulur, fayda yerine zarar getirir. Sözdeki bozulma, gıda ürünlerindeki bozulmadan farksızdır.

Sözün alma-tutma tarafı açık, alınma-kırılma tarafı kapalı tutulmuştur.

Sözün yükü, ahengi, istikameti düzgünse geçin karşısına, seyredin destansı gidişini.

*

Sözün geldiği yer de gittiği yer de: Allah.

Ezelden ebede sözde kaynak, örnek: Kur’ân.

*

Konuşmada, yazıda; kaynağından, örneğinden, geldiği yerden renk, koku, tat, işaret taşımayan söz, ölü doğar.

Söz kaynağından, örneğinden aldığı renk, koku, tat, işaret nispetinde de tutulur. Böyle sözlerin, söyleyenine bakılmadan, merak edilmeden kapılma, tutulma sebebi bu olmalıdır.

*

Sözünüzün bir ucu ezele, yani elest bezmine, bir ucu ebede, yani hesap günü ve ötesine uzanır. Buna ne diyeceksiniz? Buyurunuz, cesaretiniz varsa, söz sizin, meydan sizin.

*

Söylenen, yazılan sözden kaçış yoktur, siz bıraksanız, o bırakmaz sizi.

Söz takipten, sorgudan düşmez. Eninde sonunda söyleyenin, yazanın önüne gelir.

*

Öylesine söylenmiş, öylesine yazılmış söz yorgun mermi felaketlerine yol açar.

*

Sözü hafife almak her zaman tehlikelidir, sözün itibariyle oynanmaz, cevabı sert olur.

*

Söz örselenmeye de gelmez. Örselenmiş sözün yüzüne kimse bakmaz.

*

Aşındırılmış sözün ne söyleyene, ne yazana faydası vardır, ne de dinleyene, okuyana.

*

Söz düştü mü, insan da düşer. [Bunu, sabah akşam görebileceğiniz bir yere yazın].

İnsanın düştüğü yerde geriye bir şey kalmaz. Şimdi neden herkes itibar peşinde acaba?

Düşen insanı tekrar ayağa kaldırmak istiyorsanız, işe elbette sözle başlayacaksınız.

Geldiği, gittiği yere, kaynağına bağlı sözün coşkulu, diriltici gücünü kullanacaksınız.

Allah, bu yeteneği belli seviyelerde herkese vermiştir, bunu başaramayacak kimse yoktur. Yeter ki sözün geldiği, gittiği yere, kaynağına bağlı kalınsın, heyecan verilsin, hedefini mutlaka bulur ve zaferle döner.

Yeter ki, ölçüler korunsun, kâr etmeyen söz yoktur.

***

Söz hangi konuda söylenmiş olursa olsun muhatabına ulaşmadan önce kayda geçer. Söz muhataba ulaşınca, ilk kayda bir kayıt daha eklenir. Böylece, söylenen sözle ilgili iki farklı sorumluluk tescil edilmiş olur.

Hesap gününde bu kayıt açılacak ve tarafların önüne konularak savunmaları istenecektir. Söyleyen niçin söyledi, dinleyen niçin dinledi, ne cevap verdi, sonuç neye bağlandı, bunların cevabı istenecek.

*

Muhatap bazen bir kişi, bazen üç beş kişi, bazen de yüzlerce, hatta binlerce kişidir. Ya orada bulunmayacaksınız ya da muhatap olduğunuzu bileceksiniz dostum: Söz size söylendi. Kabul veya ret; ama sesli, dirençli ve hemen. Söze muhataplık ağır bir sorumluluktur.

*

Ortaya söylenmiş sözün muhatabı, oradaki istisnasız herkestir, bundan kimse kaçamaz.

Bir yerde ortaya söylenmiş söz, istisnasız herkese cevap verme yükümlülüğü yükler.

Kulağa rastgele gelen sözler dahi yükümlülük yükler; kulağı, gözü korumak lazımdır.

Konuşmak kolay iş değildir, dinlemek hiç kolay iş değildir, farklı yiğitlik ister.

Sabrın, diş sıkarak lâ havle diyerek susmak olduğu sanılır. Hayır; sabır, kusursuz

eylemdir. [Burada durup, bir değerlendirme yapın, lütfen].

*

Günün, gündemin ilk sıradaki maddesi: Sözü ayağa kaldırmak.

Söz yorgun, bitkin; yerde baygın halde. Peki, çare ne?

Söz evde, camide, sokakta, caddede, iş yerinde vurgun üstüne vurgun yemektedir. O sebeple söze sahip çıkılması ve tekrar ayağa kaldırılması acil zaruret olmuştur. Peki bunu kim, kimler, hangi mahfiller başaracak?

Sorulara mutlaka cevap vereceksiniz beyler, hanımlar.

Sorulara mutlaka cevap arayacaksınız beyler, hanımlar.

Düzelme, bozulmanın olduğu yerde başlar. Kaybedilen şey kaybedildiği yerde aranır. Neyi kaybettiğinizi bilmezseniz, tarifini yapamazsanız, neyi arayacak ve bulacaksınız?

*

Muhatabı, muhatapları, kitleleri sarsan sözler vardı, kütüphanenizin raflarına bakın örneklerini bulursunuz; benzerleri yine olacak, olmalıdır. Sizin de sarsan sözleriniz olsun.

Kullanıldığı ortamları deprem şiddetinde sarsan sözler, söz ustaları vardı; benzerleri yine olacak, olmalıdır. Bunlardan biri de siz olunuz, isterseniz muhakkak olursunuz.

Bulundukları ortamlarda hâl hatır sorarken bile bütün ilgileri şimşek hızıyla üzerlerine çeken insanlar vardı; yine olacak, olmalıdır.

Rastgele görüldüklerinde, tanınmadıkları halde duruşları, bakışlarıyla “şu adamdan bir çift söz duyabilsek” dedirten insanlar vardı; yine olacak, olmalıdır.

Muhalif muhatabı daha ilk cümlesiyle sersemleten, üçüncü dördüncü cümlesiyle de işini bitiren söz kahramanları vardı, bunlar dahi tekrar olacak, olmalıdır.

Bunları gördük beyler hanımlar, sizin bizim gibi insanlardı. O insanlar arkalarında derin izler, eserler, damarlar bıraktı; bir gün mutlaka beklenmedik zamanlarda, beklenmedik yerlerde ortaya çıkacaklar. Onlardan biri belki de sizsiniz, siz olmalısınız.

*

Sabahın ilk saatlerinde, Sabah Notları ile yaptığımız, yapmaya çalıştığımız şey, eski zaman İstanbul sokaklarındaki “yangın vaaar” çığlıklarına benzer canhıraş bir telaşla uyuyanları uyandırma ve duymayanlara duyurma çabasıdır. Kim duyar, kim uyanır bilmeden.

Bildiğimiz tek şey, sarsan söze, hava su kadar ihtiyacımızın olduğu. Bu ihtiyaca sırtınızı dönemezsiniz. Dönseniz bile o söz sizi bulup mutlaka sarsacaktır. Bulunduğunuz her yerde teyakkuzda olunuz.

***

Sözün cazibesi olmalıdır dostum. Cazibesi yoksa ilgi çekmez, ilgi çekmeyen söz ortada kalır ve tortuya dönüşür. Şimdi her yer, temizlenmeyi bekleyen söz tortularıyla dolu desem, haddimi aştığımı mı düşünürsünüz?

Cazibe, “olsun” demekle de olmaz. Bazılarının yaptığı gibi araya Batı kaynaklı yabani bir iki kelime katarak söze cazibe kazandırılamaz. Bu tip özentiler dinleyende ilgi yerine nefret uyandırır. Biri, sözlerinin arasına böyle bir kelime kattı mı, içim bulanır.

Benim yüküm, taşıma gücü belli olmayan yabancı kelimelere teslim edilemeyecek kadar değerlidir ve onu taşıyacak güçte kelimelerim fazlasıyla vardır.

*

Cazibeyi olmadık yerlerde aramak, ağaç dalındaki meyvenin tadına, rengine dikkat kesilip de o ağacın bir dizi emeği barındıran geçmişini, ne gibi aşamalardan geçerek o hale geldiğini unutmaya benzer.

*

Cazibe neticedir dostum, başlangıç değil. Cazibe makyajla elde edilmez. Söz makyajdan nefret eder. Makyaj, kendini zavallıca ispat çabasıdır, ufak bir sarsıntıda dökülür.

Cazibe, öncesindeki uzun emek, gayret ve başarıların neticesidir.

Başlangıçta nihaî hedef cazibe olmaz, yapı üzerine odaklanılır, ortaya çıkan yapı hak ettiği nispette kendiliğinden cazibe kazanır. Cazibe öne alınarak başlanan yapı arızalı yürür, istenen sağlamlıkta ortaya çıkmaz.

*

Söz cazibesi, bütün cazibelerin önüne geçer ve hepsini hizaya geçirir.

Üstü başı dökülen birinin bir çift sözü, bazen havasından geçilmeyen, kılık kıyafeti yerinde çok kişinin havasını bir anda söndürüverir. O bir çift söz, zaman içinde gönüllerde pişe pişe gelen ve hikmete dönüşen sözdür.

Sözde cazibe derken, aklımızda dönüp dolaşan biraz da buna dair örneklerdir.

Hikmet, sözdeki cazibenin zirve halidir.

Hikmetli sözü duyup da dönüp bakmayan var mıdır?

“Hikmet, mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” buyurulmamış mıydı?

Cazibe sadece sözde değil, her şeyde, herkeste aranır dostum. Cazibesi olmayan bir şeyin, cazibesi olmayan bir kimsenin varlığı yokluğu farkedilmez. Farkedilmemeyi kim ister?

*

Sükût üzerinde hiç düşündünüz mü, sükûtu sever misiniz, ne kadar tercih edersiniz; öncelikli tercihiniz sükût müdür desem, cevabınız ne olur? Buna pek azınızın “sükût” diyeceğinden şüphe edilmez, sanırım.

Öncesinde sükût olmayan söz risk taşır dostum. Ama, farkında bile olunmayan sükût değil kastımız elbet, içi dolu olan sükût.

Aklı, fikri, hissiyatı ateşleyen ve onlardan dökülenleri ince elekten geçiren sükût.

Uzun süreli, kısık ayarlı ağır ateş sükûtu.

Zirvelerdeki sessizliğin sükûtu. Buna, yakıcı güneş altındaki çöl sükûtu da denilebilir.

Bu türlü sükût aşamalarından geçen sözden korkmayınız; cazibesi, endamı yerinde demektir, göze gönle ilaç gibi gelir, uçurur.

*

Sözde cazibeye asıl örnek ilahî kelam olan Kur’ân’dır. Sözün, şiirin zirvelerde olduğu bir dönem ve ortamda inen Kur’ân karşısında, dilden dile dolaşan sözler ve Kâbe duvarlarına asılan şiirler birdenbire sönüvermişti.

Allah sözü, mucizevi vasıfları bir yana, sözdeki cazibeye de örnektir.

Allah sözü, mucizevi vasıflarından farklı olarak kul sözüne de örnektir.

Peygamber aleyhisselam, sözlerindeki kusursuzlukla da bizlere örnektir.

Buradan anlaşılıyor ki, söz ne nispette ilahî desteğe mazharsa, o nispette cazibelidir.

Bu sabahın notları, cazibeyi anlamada ancak birer ipucu olabilir, üzerinde çalışın derim.

Sözde cazibe konusunu öncelikli ödevleriniz arasına alsanız iyi olur.

Not: Söz başlığı, yazarın baskıya hazır “Sabah Notları” çalışmasından.