Bir toplum, ancak kültürel değerlerini, tarihî birikimini ve dinî inançlarını doğru bir biçimde benimser ve bir anlayış hâline getirirse çağların baskısı altında ezilmez. İslâm’ın cihan şümul mesajı, bir toplumu sadece ferdî anlamda değil, kolektif bir şuurla da yönlendirecek bir güçtür.

Zaman, gençliği tüketen ama gençliğin zamana hükmetmesini istemeyen bir çağda akıyor. Her şey var ama hiçbir şey yok: Bilgi bol, idrak kıt; söz çok, fikir az; kalabalık var ama omuz verecek insan yok. Bu çağda Müslüman genç ya moda olanın peşinden sürükleniyor yahut sisteme muhalifmiş gibi görünse de aslında onun biçtiği çerçevede hareket ediyor. Konforun dinleştirilmiş hâline “yaşam tarzı”, özgürlüğün ibadetsiz versiyonuna “ferahlık”, dilsizliğe “olgunluk” deniyor. Rejim bir “dindar” formatı çizmiş: Gölgelik Müslüman ol, vitrin Müslümanı ol, hissi Müslüman ol; fakat sakın fikir üretme, sakın bir ideal taşıma, sakın meydan okuma. İşte biz, tam da bu bataklığın ortasında, ayağa kalkması gereken bir nesle sesleniyoruz. Çağın önünde diz çöken değil, çağları peşinden sürükleyecek bir gençlik... Yalnızca iman etmiş değil, aynı zamanda iddia sahibi, fikir taşıyıcısı, hedef adamı bir gençlik... Zira iman, kendini dava hâline getirmedikçe paslanır. Dava ise ancak adam ister. Çağın aldatıcı gürültüsü içinde, kendini unutan, varoluşunu sisteme teslim eden gençliğe karşı, “uyan!” diyoruz. Uyan ki zaman seni değil, sen zamanı yoğurasın.

Neden Bu Hâle Geldik?

İslâm, bu topraklarda bin yıl boyunca sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir medeniyet, bir hayat nizâmı, bir tavır olarak yaşandı. Bu topraklar, Ayasofya’nın minberinden Semerkand’ın medreselerine, Kudüs’ün taş sokaklarından Saraybosna’nın türbelerine kadar uzanan bir imanın ve bir iddianın omurgasıydı. Ancak bu omurga, yüzyıl önce çöktü. Çöküş yalnızca bir devletin, bir iktidarın değil, bir ruhun, bir iradenin, bir istikamet şuurunun çöküşüydü.

Bugün gençlik, bu büyük çöküşün artçı sarsıntılarını yaşıyor. Koparıldığı irfan damarını yeniden bulamıyor. Çünkü ona “özgürlük” adı altında sunulan her şey aslında bir kimliksizleştirme operasyonunun bir parçasını teşkil ediyor. Din, sadece törenlerde, vitrinlerde, geleneklerde; fikir ise yalnızca not kağıtlarında yaşatılıyor. Gençlik; fikirsiz dindarlıkla, ruhsuz aktivizm arasında sıkışmış durumda. Ona bir hedef gösterilmiyor. Ufuk çizgisi Batı'nın idealleriyle belirlenmiş bir sistemde, kendi hakikatini kavrayacak gözler kör ediliyor.

Tüm bu menfiliklere rağmen, yine yalnız topraklar bir iddiaya gebe. Bir sancı, bir çağrı, bir hesaplaşma bekliyor. Geçmişin zaferleriyle övünüp bugünün acziyetine susan bir neslin ardından, sözün ve aksiyonun yeniden birleştiği, hakikatin sahneye çıktığı bir gençliğe ihtiyaç var. Çünkü “neden bu hâle geldik?” sorusunun gerçek cevabı, “yeniden ne zaman doğrulacağız?” sorusunun içinde saklı bulunuyor.

Yükümlülük

Çağlar önünde diz çökmeyen bir gençlik inşa etmek, yalnızca ferdî bir sorumluluk değildir; bu, aynı zamanda içtimâî, kültürel ve siyasî bir dönüşüm sürecidir. Bu dönüşümün temeli, yalnızca fertlerin şuurlanmasından ibaret değil, aynı zamanda toplumun tamamının kendi hüviyetini bulmasından ve bu kimlik etrafında birleşmesinden geçer. Gençlik, ancak böyle bir içtimâî ruhla harekete geçebilir ve toplumu dönüştürebilir.

Bir toplum, ancak kültürel değerlerini, tarihî birikimini ve dinî inançlarını doğru bir biçimde benimser ve bir anlayış hâline getirirse çağların baskısı altında ezilmez. İslâm’ın cihan şümul mesajı, bir toplumu sadece ferdî anlamda değil, kolektif bir şuurla da yönlendirecek bir güçtür. Bu doğrultuda, devletin misyonu da oldukça büyüktür. Devlet, sadece yönetimle alâkalı bir yapı değil, aynı zamanda toplumun değerleriyle uyumlu bir şekilde halkı eğitmek, şuurlandırmak ve sosyal yapıyı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu sorumluluk, sadece ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarla sınırlı kalmamalıdır; aynı zamanda gençlerin inançlarını, ideallerini ve hedeflerini doğru bir şekilde yönlendirecek yeni bir düzen inşası şarttır.

Gençlik, geleceği şekillendirecek en güçlü kuvvetlerden biridir. Ancak bu kuvvet, yalnızca dış dünyanın yönlendirdiği bir halkalar zincirine takıldığında pasifleşir ve yoldan sapar. Müslüman bir gençlik, ancak kendi değerleri etrafında bir araya geldiğinde, toplumun ileriye doğru tekamülüne katkı sağlayabilir. Bu noktada, eğitimin ve kültürün gücü devreye girer. Eğitim sistemi, sadece fertlerin bilgi düzeyini artırmakla kalmamalı, aynı zamanda onların sosyal şuurlarını, ahlâkî sorumluluklarını pekiştirmelidir. Okullardan başlayarak tüm eğitim süreçlerinde, bugün kime ne faydası olduğu meçhul Mustafa Kemal öğretisi yerine İslâm ve kültürel miras toplumun her kesimine aktarılmalıdır. Bu süreç, devletin sorumluluğunda olmalı, sosyal yapıyı şekillendirecek nesillerin yetiştirilmesinde aktif rol oynamalıdır.

Ancak gençliğin gerçek anlamda bir değişim meydana getirmesi, onun sadece eğitimle değil, aynı zamanda sosyal adalet ve hakiki hürriyet ile beslenmesiyle mümkündür. Devletin misyonu, sadece politikaya değil, aynı zamanda sosyal yapıyı doğru bir şekilde yönlendirmeye dayanmalıdır. Gençlik, ekonomik ve sosyal eşitsizliklerle, adaletin olmadığı bir düzende en fazla zarar gören kesimdir. Devlet, adaletin tesis edilmesi, fırsat eşitliğinin sağlanması ve insan haklarının korunması konusunda da somut adımlar atmalıdır. Sadece ferdî seviyede değil, toplumun tüm katmanlarıyla birleşerek güçlenmesi gereken gençlik, ancak bu ortamda hakikatle buluşabilir.

Bir toplumun gerçek anlamda kalkınması, maddi ve manevi kalkınmayı birlikte elinde bulundurmasıyla mümkündür. Bu nedenle, gençlerin bilgiye dayalı eğitimle donanmasının yanı sıra, ahlâkî, manevi ve kültürel olarak da güçlü bir yapıya sahip olmaları gerekir. Fertler, kendi iç dünyalarındaki değişimi toplumla paylaşarak, devlete de yön veren bir kuvvet haline gelirler. Ancak bu kuvvet, ancak devletin ve toplumun ortak hedefleri doğrultusunda gelişebilir. Gençlik, devletin güçlendirdiği toplumsal değerlerle yoğrulmalı ve bu değerleri dış dünyaya yansıtarak, çağları peşinden sürükleyecek bir hareketin öncüsü olmalıdır.

Sonuç olarak, çağlar önünde diz çökmeyen bir gençlik inşa etmek için içtimâî bir şuur oluşturulmalı, devletin toplumu yönlendirecek politikaları bu doğrultuda şekillendirilmelidir. Gençlik, yalnızca ferdî değil, sosyal bir değer haline getirilmelidir. Bu yolculuk, ancak kültürel, sosyal, dinî ve siyasî düzeyde bir dönüşümle mümkün olacaktır. Gençlik, yalnızca bir geleceğin bekçisi değil, o geleceği şekillendirecek olandır.

Niçin Yaşıyoruz?

Yeryüzü bir mânâ kaybı yaşıyor. İnsan, kendine ve varoluşuna dair esas soruları sormaktan korkar hâle gelmiş durumda. Modern dünya, teknolojiyi ve refahı tanrılaştırarak insanın en temel sorusunu, “niçin yaşıyorum?”u susturmuştur. Bu suskunluk içinde büyüyen gençlik ise ya eğlenceyle meşgul edilmiş ya da sahte ideallerle oyalanmıştır. İşte bu yüzden; çağları peşinden sürükleyecek gençlik inşa etmek bir varoluş meselesidir.

İslâm yalnızca fertlerin şahsî hayatına sıkışıp kalamayacak kadar büyük, bütün bir hayatı kuşatacak kadar kapsamlı bir sistemdir. Ve bu sistemin hâkimiyeti ve sürekliliği için, onu taşıyacak, onu temsil edecek, onu savunacak imanlı, şuurlu, fikri donanımı olan gençliğe ihtiyaç vardır. Kur’an’ın, tarihin, ecdadın, ümmetin şartların yüklediği misyon bunu gerektirir. Gençlik, yalnızca kendi kurtuluşunu değil, bir ümmetin yeniden ayağa kalkışını da sırtlanmak zorundadır. Çünkü ümmetin yıkılışıyla başlayan buhran, gençliğin istikametsizliğiyle daha da derinleşmiştir. Bu nedenle gençlik, sadece ideal arayan bir yaş grubu değil, aynı zamanda medeniyetin yeniden dirilişi için seferber edilmesi gereken bir güçtür.

Bugünkü düzen, Müslüman gencin zihnini ve kalbini işgâl etmiş durumda. Ona dinini yalnızca vicdanına hapsedecek kadar özel, ama içtimâî alanda yok sayacak kadar değersiz göstermektedir. Bir yandan eğlence, tüketim ve haz odaklı hayat tarzlarıyla ruhu boğulurken; diğer yandan, devletin ve toplumun yönlendirdiği seküler eğitimle fikir dünyası çoraklaştırılmıştır. Bu hâlde, gençlik ya büsbütün kaybolmakta ya da öfkesini yönlendirecek sahici bir zemin bulamamaktadır. Bu yüzden, İslâm’ın bütüncül dünya görüşünü taşıyacak, hem ferdî hem cemiyet planda bu ruhu diriltecek bir gençliğe acil bir ihtiyaç vardır.

Çağ, doğrunun yalnızca çoğunlukla belirlendiği, hakikatin ise pragmatizmin kurbanı olduğu bir çağa dönüşmüştür. Bu çağda hakikatle yaşamak, sadece bir tercih değil, bir başkaldırıdır. İşte Müslüman gençlik bu başkaldırının taşıyıcısı olacaktır. O, sadece kendi kurtuluşunu değil, hakikatin kurtuluşunu da omuzlayacaktır. Bu, basit bir moralizm değil, fikrî ve ahlâkî bir duruştur. Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “Kim var?” denildiğinde sağına soluna bakmadan, fert fert “ben varım!” diyecek ve bu cevabı yaşamıyla ispat edecek gençlerdir mesele. İşte bu gençliğin niçin var olması gerektiği sorusunun cevabı, sadece bugüne değil, yarına, kıyamete kadar sürecek bir çağrıya karşılık gelir.

İnsanlık yeni bir dirilişe muhtaçtır. Bu diriliş, Batı'nın çürümüş değer sistemleriyle, Doğu'nun teslimiyetçi politikalarıyla değil; İslâm’ın hakikatine iman etmiş, fikrî ve ahlâkî sahada donanmış, aksiyonda tereddütsüz ve sorumluluk almaktan kaçmayan bir gençlikle başlayacaktır. Bu gençlik, yalnızca kendi coğrafyasında değil, bütün yeryüzünde zulmün, cehaletin ve mânasızlığın karşısına dikilecek tek alternatiftir.

Çünkü hakikat beklemez. Gençlik susarsa, yeryüzü karanlığa gömülür. Ve o karanlıkta yalnızca körler yol alır. Biz, gören, bilen ve yol gösteren bir gençlik için “niçin” diyoruz. Çünkü Büyük Doğu’nun haykırdığı hakikat şudur: Bir gençlik, bir nesil yeniden, icab ediyorsa tekrar ve tekrar yeniden ve yeniden ayağa kalkmadan bu düzen değişmez.

Anadolu Genci!

Bu yürüyüşü kim başlatacak? Cevap çok net: Anadolu genci. Çünkü bu coğrafyanın mayasında hâlâ hakikate susamışlık var. Hâlâ gökyüzüne bakınca hesap günü hatırlayan gözler, hâlâ tekbirle titreyen taşlar, hâlâ ezanı duyunca ayağa kalkan dizler var. Anadolu genci, geçmişin yükünü omzunda, geleceğin emanetini yüreğinde taşıyan tarihin son büyük şahididir.

Üzerine ölü toprağı serpilmiş mahallelerde, çatlamış asfaltların altından çıkan sessiz ve derin çocuklar. Üniversite amfilerinde susturulan, şehirlerin gürültüsünde kaybolan, ama geceleri yıldızlara bakıp hâlâ “ben ne için varım?” diye sorabilenler. İsmi silinmiş bir medeniyetin yeni imzası olacak olanlar. Sadece konuşmakla kalmayacak, hesap soracak, istikamet çizecek, çağları peşinden sürükleyecek olanlar.

Bu gençlik; ne Batı'nın çürümüş ideallerine ne Doğu'nun donmuş geleneklerine mecbur. O, kendi yolunu, kendi iradesiyle, kendi inancıyla çizecek. O, Büyük Doğu’nun ve İBDA’nın aradığı “ferdi cemiyetin mayası kılacak” gençliktir. Fertte başlar, cemiyeti sarar, devleti ayağa kaldırır, ümmeti diriltir. Çünkü bu gençlik, sadece kendini değil; çağını da, insanlığı da kurtaracak olan fikrin ve aksiyonun evladıdır.

Ve biz, bu gençliği beklemiyoruz artık. Çağırıyoruz.

Sessizliği yırtarak, zincirleri kırarak, eski çağların küllerinden yeniden bir çağ kurmak için…

Çünkü çağlar önünde diz çöken değil, çağları peşinden sürükleyen bir gençlik ya şimdi doğacak…

…ya da tarih, bir kez daha bizi hükmen kaybetmiş sayacak.

***

Sonuçta, bu çağda var olmak, sadece nefes almak, varlığını idame ettirmek demek değildir. Zira biz, sadece bu dünya üzerinde yürüyen zombiler değiliz; biz, zamanın ötesindeki hakikatleri taşıyan ruhlarız. Biz, varlığımızı bu dünyadan ibaret görmemeliyiz. İmanımızı bir sükûnet alanı değil, bir inkılap alanı olarak değerlendirmeliyiz. Bu dünyaya ait olmayan, ama bu dünyaya ışık tutacak bir davanın taşıyıcı olmaya namzediz. Çağlar, ancak onların peşinden gidenleri kucaklar. Her adımımızda, sadece bir hedefe değil, tüm insanlık tarihinin geleceğine adım atarız. Evet, bu yol dikenlidir, fakat unutulmamalı ki, dikenler insanı kemâle erdiren, onu zirveye taşıyan vasıtalardır. Eğer biz, bu geçici dünyanın hüviyetimizi resmetmesine izin verirsek, o zaman yitik bir nesil olarak tarih kitaplarında anılacak ve sadece diğerlerinin hikâyelerinde kaybolacağız. Ancak, eğer, kendi hakikatimizi bulur, bu hakikate sadık kalır ve çağların ötesine bakarak yürürsek, işte o zaman gerçek anlamda bir varlık kazanmış olacağız. O zaman, ne zamanın hükmü altında kalır, ne de başka bir dış gücün etkisiyle savruluruz. Zira biz, bu zamanın değil, zamanı değiştiren, ona hükmeden bir gençlik oluruz. Büyük Doğu-İBDA'nın tarif ettiği gibi, varolma müşkülüne katlanmak gerekir. Ve biz, içimizdeki kudreti fark ettiğimizde, bir çağın değil, tüm çağların ilerisinde olacak, varlık hikmetimize uygun olarak, zamanın ve mekânın gayesine yanaşacağız.

Aylık Baran Dergisi 39. Sayı, Mayıs 2025