Hayrettin Karaman’ın 1977/1978 dönemindeki Yüksek İslâm Enstitüleri boykotlarını konu alan gazete yazısı üzerine kaleme aldığımız “Bir Hazin Hikâye ve Hâlâ Aynı Kin, Aynı İftira” başlıklı yazımızın müsbet yankı uyandıracağını bekliyorduk, ama deprem şiddetinde bir tesir meydana getireceğini tahmin edemezdik.
Dijital mûcize: Evinizin küçücük odasında yazı makinanızla bir ses veriyorsunuz, bismillâh’lı bir tuş marifetiyle ânında yeryüzüne yayılıyor; eğer taşıdığı bilgi, haber itibariyle beklenen bir ses ise ulaştığı her yerde kabul görüyor ve kucaklaştığı binlerce sesle birlikte geri dönüyor ve size ikinci bir mutluluğu yaşatıyor.
Yazımızda tam da böyle oldu, bunu yaşadık. Telefonlar, sesli ve yazılı mesajlar. İlk iki gün sağanak yağmur altında kalmış gibiydik. Sadece o dönem Yüksek İslâm talebeleri değil, önceki ve sonraki dönem talebeleri, mezunlarıyla her kesimden Ehl-i Sünnet bağlısı ve tavizsiz İslâm sevdâlısı mü’min insanların şaşırtan ilgisi.
Her telefonun, her yazılı mesajın, her ses kaydının sonunda yer alan yere göğe sığmaz duâlar da ayrı. Sebeb-i berâtım olacağını umut ettiğim bu ateşten sıcak duâlara bütün hücrelerimden süzülen bir iştiyakla tekrar ve topluca “âmîn” diyorum.
Ben, yazının asıl Hayrettin Karaman üzerinde müsbet, uyarıcı, mahcup edici bir tesir bırakmış olacağını bekliyordum. Bunu, kuvvetli bir ihtimal olarak görüyor ve bekliyordum. Çünkü, hakkında yazdıklarımızın yüzde yüz doğruluğuna dair en ufak bir şüphesi olamazdı. İnsan, kendini bilmez mi? Yaşı kemâle ermiş, hattâ kemâli aşmış, ama hâfızası hâlâ yerinde bir insan, geçmişteki vahîm hatâlarının gözler önüne serilmesi karşısında mahcup olmaz, pişmanlık duymaz da ne yapar? Üstelik, sadece senelerce ders verdiği talebeler değil, yazılarını, kitaplarını okuyan yüzlerce binlerce mü’min insan da (boykotlar kısmı hâriç/İçinde bulunmadıkları için) yazdıklarımızın yüzde yüz doğruluğuna şahitlik eder, bunu da bilir elbet.
Biz, böyle hayırlı bir netice beklerken o ne yaptı peki?
Aynı gazetede yayınlanan ve bir zamanların gazetelerindeki “Pehlivan” tefrikalarını hatırlatan cevâbî yazısında[1], o dönemlerde bilmem kaç sene Nesil adıyla çıkardıkları bir dergiye sarıldı ve Nesil oluşumlarının çerçevesini de içeren ‘Hatırat’ından yaptığı nakille dergiyi çıkarma sebeplerini sayıp döktü önümüze ve böylece müdâfaasını tamamlamış oldu.
İyi de biz yazımızda Nesil dergisi demedik, ‘Nesil’ adı verilen çapı, çerçevesi belirsiz garip bir oluşum etrafında kümelenmiş olduklarından söz ettik. Söz konusu dergiyi çıkarma sebepleri ve tanıtımıyla ne alâkamız olabilirdi?
*
Paragraf tertibi dahil, kelimesinden noktasına, virgülüne kadar yazısının girişi aynen şöyle:
“Bir “akademisyen” aleyhimde atmış tutmuş, bir sürü yalan, iftira, yakıştırma… Bunlarla uğraşacak değilim.
Bunu vesile kılarak 39 yıl önce çıkarmaya başladığımız ve dört yıl kadar devam eden NESİL dergimiz hakkındaki ifadesini nakledip, bu dergiyi Hatırat’ımdan alarak tanıtacağım:
“… birinci grubun (Beni ve arkadaşlarımı kastediyor) ‘Nesil’ adı verilen çapı, çerçevesi belirsiz garip bir oluşum etrafında kümelenmiş olduğunu fark ettik…”
Böyle diyor ‘adam’.
Şimdi bakalım bizim camiamızın ve dergimizin çapı ve çerçevesi belirsiz mi imiş: …”
Az çok usûl erkân bilen bir yazar, kendisiyle ilgili yazılan bir yazıyı önce ciddî, samimî ve tarafsız bir yaklaşımla okur, yazıdaki haklı haksız yerleri hiçbirini atlamadan işaretler, her birinin üzerinde durur, düşünür; kaynaksa kaynak, hâfızaysa hâfıza, bakar araştırır, her birini ince elekten geçirir, sonra savunma, hattâ ders niteliğindeki itirazı zor cevapları yazısına döker, sıralar. Bunları yaparken en çok da yanlışının olup olmadığına dikkat kesilir. Yanlışları varsa itiraf eder, düzeltir ve karşı tarafa teşekkür eder. Hele bu yazar bir de ilim adamıysa veya kendini öyle görüyorsa!
Bu yazar ilgiyi, saygıyı hak eder, haklı çıksın çıkmasın eli öpülür.
*
Hayrettin Karaman’ın disiplinsiz, paragraf ve cümle düzenlemesi hatâlı cevâbî yazısında çift tırnak içine aldığı akademisyen ve sonlardaki tek tırnak içine aldığı adam (ilkinde çift tırnak da ikincisinde neden tek tırnak, bir cevabı olmalı) kelimeleriyle tepeden bakan, hafife alan bir edâ ve tavırla beni işaret ediyor. Bu basit oyuna dikkat çekmemeli miydim?
Yazı haysiyettir; düzeni, tertibi, noktası, virgülü, noktalı virgülü, kelimeleri, üslûbu ve ifade örgüsüyle azamî dikkat ister.[2]
Müsâmahalara sığınarak hemen ifade edeyim: Ne ölçüde layık olduğuma bakmadan adamlığı hemen kaparım, ama akademisyenlikte dururum. Akademisyen, akademik dil, akademik çalışma gibi kelime ve tabirleri üniversitedeki hocalığımda bile sevmedim ve kullanmadım. Talebe yerine öğrenci, mânâ yerine anlam denilmesini sevmediğim gibi. Üniversitedeki hocalığımda sınıflar dahil her zeminde bunları dile getirip izaha çalıştım. İlim adamı, ilim dili, ilmî çalışma derseniz, anlar bağrıma basarım. Diğerleri ne adımızı, sanımızı ifade eder, ne de yükümüzü taşır. İlim hayatımıza başkalaşma, yabancılaşma böylesi kelime ve tabirlerle girdi. Bu vahîm duruma ilgisiz mi kalalım?
Üniversiteler derken, başta ilahiyatları kastediyorum elbette. Câmiye, sınıfa, herhangi bir mü’minler meclisine girdiğinizde dilinizle, sıfatınızla tanınmalı ve kabul görmelisiniz; aksi, sadece hüsrândır.
*
Biz, “Bir Hazin Hikâye ve Hâlâ Aynı Kin, Aynı İftira” başlıklı yazımızda Hayrettin Karaman’nın Yüksek İslâm Enstitüleri’nde yaşanan boykotla ilgili sığ, çarpık zihniyet üzerine kurulu yazısı üzerine, talebe olarak yer aldığımız o acılı sancılı dönemin perdesini aralamaya, hâlâ devam eden o çarpık zihniyete ışık tutmaya, şimdiki nesilleri bilgilendirmeye ve uyarmaya çalıştık.
Bunu yapmasak olmazdı.
O dönem/ler bugün yarın mutlaka merak edilecekti, çok yönlü merak olarak edilecekti hem de. O dönemlerin çilesini, çâresizlik içinde kavgalarını yaşayanlar olarak yazmasak olmazdı. Yazdıklarımız daha kapsamlı çalışmalara yol açmazsa, böyle gayretleri ateşlemiş olmazsa yine kayıplardayız demektir.
Aradan tamı tamına kırk sekiz yıl geçmiş ve kendisi doksan yaşını aşmış, hâlâ aynı müfsit zihniyetin karanlık davasını güdüyor. Suskunluğa bürünmemiz doğru olmazdı. Merak eden insanların hakikatı bilme, öğrenme hakkı vardır, bu vecibeden kaçamazdık.
Yazdıklarımız, tamamiyle zihniyet hesaplaşmasıdır, bilinmesini isterim.
*
Hayrettin Karaman, bugün de hâlâ devam eden o çarpık zihniyetin baş aktörü olması hasebiyle talebe boykotunu tetikleyen âmillerin de başında geliyordu. Talebe câmiasının gördüğü, bildiği bir hakîkattı bu, sır değildi. Yazıda örnekleriyle bunları anlatmaya çalıştık.
Hayrettin Karaman ve arkadaş grubunun tehlikeli bulduğu, çok korktuğu, talebeye ‘aman bulaşmayın’ telkininde bulunduğu yazıda geçen “siyasî parti” MSP/Millî Selâmet Partisi’dir. Şimdiki ve gelecek nesillerin bilmesi için ısrarla açıklamam istendi. Aynı grup ve zihniyetin bürokrasideki temsilcisi Tayyar Altıkulaç, tehlikeli buldukları, çok korktukları o günkü MSP rûhunun bugün tek temsilcisi ve o rûhu çeyrek asırdır şanla şerefle iktidarda tutan AK Parti'ye daha işin başında sızmış ve milletvekilliği kapmıştır; buna şaşmayanı, şaşırmayanı görmedim.
Diyanet İşleri Başkanı olur olmaz beni Beykoz müftülük murâkıplığında Rize’ye süren ve yardımcısı marifetiyle MSP görüşünde olduğum için bana İstanbul’da müstahdemlik bile verilemeyeceğini yüzüme söyleyen Tayyar Altıkulaç.
En sıcak, en garip, en akla ziyan örneği de o rûhun en üst seviyedeki günlük yayın organı olan bir gazetede yapı ve zihniyet itibariyle o rûha doğuştan aykırı Hayrettin Karaman’nın sinsice o rûh aleyhine yazılar yazıyor olmasıdır, onu tanıyıp da bu duruma şaşırmayanı görmedim. Bilmediğimiz mücbir sebepler veya aklımızın ermediği hikmetler mi var dersiniz?
Ancak, milletvekilliği kapan kişi için partinin mazereti olabileceği kanaatindeyim. O dönemlerde Ankara’nın havası puslu ve dumanlıydı. Bir nevi kurtlar vâdîsi. Bu şehrin kılcal damarlarında dolaşan kabul görmüş birinin desteğine ihtiyaç duyulmuş olabilir.
Hayrettin Karaman “Bir Hazin Hikâye ve Hâlâ Aynı Kin, Aynı İftira” başlıklı yazımızın neresinde aleyhinde atıp tutulduğunu, hangi yalan, iftira ve yakıştırmaların yapıldığını örnekler vererek bir bir göstermeliydi, haysiyetli olmak bunu gerektirmez mi? “Bunlarla uğraşacak değilim” ifadesi zımnen, bunların altından kalkamam demek değil midir?
*
Siz siz olun, muhatabınıza tepeden bakmayın.
Siz siz olun, muhatabınızı hafife almayın.
İnsan sadece söz söylerken, yazı yazarken değil, uyurken bile muhatap karşısındadır. Yattığınız yeri, uykunuzu, göreceğiniz rûyaları ciddiye almak, saygılı olmak, düzene tertibe riayet etmek, yaşadığınızı derinden hissetmek zorundasınız. Her gün bilmem kaç kere açıp kapattığınız oda kapınız bile muhatabınızdır, saygılı olacaksınız. Saygı kapsamına girmeyen bir şeyin olmadığını bileceksiniz. Saygılı olunursa ancak saygı görülür hakîkatını bilecek ve unutmayacaksınız. Aşınmış ve yalama olmuş ifade kalıplarına itibar etmeyin, derim. Onlar yüzünden hissiyatımız köreldi, duygularımız bana mısın demiyor. O aşınmış ifade kalıpları yüzünden bırakın başkasını, kendimizi tanıyamaz olduk: Hitapta, muhataplıkta, sözde, kelimede ve elbette yazıda aşınma son sınırlara dayandı; ancak farkına varan kendini kurtarır.
*
Bu günlerde İstanbul adliyelerinde acâyip mahkemeler görülüyor. Hâkimin dosyasındaki suç isnatları tecessüm etse neredeyse bir gökdelen keyfiyeti kazanacak. Hâkim, bu isnatları bir bir yargılanan muhataba soruyor ve cevap istiyor. Muhatap belki şöhretinden aldığı(nı sandığı) cesaretle her soruya “Bu soruyu muhatap almıyorum”[3] cevabını veriyor.
Hâkimin yerinde siz olsanız bu kişi hakkında ne düşünürsünüz?
Her kelimesinden çaresizlik dökülen ifadesini, “ Ah, ne sen sor, ne ben söyleyeyim” şeklinde değerlendirmez misiniz?
Hayrettin Karaman da, “Bunlarla uğraşacak değilim” demekle, benzeri bir yönteme sarılmış olmuyor mu?
“Atıp tutma”larımızdan, “Bir sürü yalan, iftira, yakıştırma …”larımızdan bir iki örnek verip de mahcup edemez miydi bizi?
Yoksa, “Tenezzül etmeme” kibrine mi kapılmıştır?
Böyle bir duyguya yenik düşmüşse Allah ve kul katında tenzîl edilmiş değil midir, hem de hemen. Bu konudaki hadis-i şerîf’i hatırlasın.
Söz konusu yazımızda Yüksek İslâm’a talebe olarak gelişimizden (1975) itibaren boykotlar ve sonrası dahil yaşadıklarımız üzerinden Hayrettin Karaman ve grubunun bir nevi zihniyet topoğrafyasını gözler önüne sermiş, yazının sonunda da eserlerinden yaptığımız alıntılarla akla ziyan dalâlet örneklerini öncelikle kendisinin, dolayısıyla cümle âlemin dikkatine sunmuştuk.
Açıklık getiremediği “Bir sürü yalan, iftira, yakıştırma” sözleriyle bu alıntıları kastetmiş olabilir mi?
Eğer böyleyse, bir dakika bile beklemeden, “Aman, hâşâ ... Bu alıntıların her biri başlı başına küfürdür, aslâ bana ait olamaz, kaynak vermişsiniz ama hepsi sahtedir” şeklinde ateşli bir telâşla bizi uyaramaz mıydı?
Öyle olmadı maalesef.
“Bu soruları muhatap almıyorum” ifadesine benzer zavallı bir ifadeyle “Bunlarla uğraşacak değilim” deyip çıkıverdi işin içinden. Peki, gerçekten işin içinden çıkmış oldu mu?
*
Şimdi, “Uğraşacak değilim” dediği şeylere gelelim.
Her birinin dipnotlarda kaynağı verilen o ibretlik şeyleri tekrar görelim:
“Peygamberimiz, Yahudi mutlaka Müslüman olsun demiyor. Diyor ki; Yahudiler ve Hıristiyanlar tek Allah’a inansınlar, ahirete inansınlar ve kendi kitaplarında da bulunan iyiliklere göre yaşasınlar, (yani bizim amel-i salih dediğimiz şeyleri yapsınlar), beni de sahtekârlıkla, yalancılıkla itham etmesinler, getirdiğim kitabın şuradan buradan çalıntı olduğunu söylemesinler.” Dolayısıyla “Bu takdirde onlar da cennete girerler” demiş oluyor.”[4]
Bunları okuduğunuzda, “Demek ki, böyle bir hadis varmış da ne görmüş, ne duymuşuz” diye düşünmez misiniz? Ayrıca, fütursuzca sergilenen üslup sefaleti, kullanılan kelimelerdeki fecâat karşısında ürpermez misiniz?
*
“İmanın şartları Yahudi ve Hıristiyanlar için ikidir, onlar sadece Allah’a ve ahirete inanmakla cennete girebilirler.”[5]
Kur’ân ve Sünnet’te Yahudi ve Hıristiyanların iman şartları farklı mı düzenlenmiştir, bunu nerde görmüş? Belli ki, bu düzenlemeyi kendisi yapmış.
*
“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun! demiyor, Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun! demiyor.”[6]
Bunu herhangi bir hahama, papaza gösterseniz müstehzî bir tavırla güler, “Kim söylemiş böyle bir sözü, beni aptal mı sanıyorsunuz!” der, herhalde.
Burada, cehâletin bile dili tutulur ve başka bir sıfat konuşur.
*
“Kur’an-ı Kerimde ehl-i kitapla ilgili (Yahudi, Hıristiyan) devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, Ahirete iman, amel-i salihtir. Kur’an birçok ayette bunu söylüyor yani Peygambere iman edin demiyor.[7]”
Bu da öyle.
Buna cehâlet desek, cehâlet itiraz eder; inkâr desek, inkâr kabul etmez. Çünkü her ikisinin de kendilerince ölçüleri, sınırları ve haysiyetleri vardır.
*
“Bütün insanların Müslüman olmaları, dinin Kur’an’ın hedefi değildir.”[8]
“Diyalogun hedefi tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı.”[9]
Son iki alıntı, önceki alıntılarda yer alan dalâletlerinin bir nevi özeti.
*
Bütün bu sapıklıklar karşısında ne dememiz, ne söylememiz beklenir?
Neresinden başlanır, nasıl çıkılır bu bataklığın içinden?
Bilgisizlikten kaynaklanan yanlışlar olsa, kolay: Bir çırpıda onlarca âyet, onlarca hadîs sıralarsın, Asr-ı Saâdette yaşanmış örnekleriyle müfessir ve muhaddis yorumlarını da ilave ederek önüne koyarsın, mesele hayırlı bir neticeye bağlanır.
Problem bilgide değil, mizaçta.
Ârıza esasla ilgiliyse, ârıza esastaysa işiniz zordur.
Ârıza, yapının cevherindeyse düzeltilmesi mûcize ister.
*
Hayrettin Karaman, yazısının son kısmında Hatırat’ından yaptığı alıntıyla Nesil oluşumlarının çapı çerçevesi hakkında bilgiler veriyordu. O kısmı ele almayı yazımızın sonuna bırakmıştık.
Sizce, ele almaya değer mi?
*
Açıklama:
1) Boykotların sonunda Yüksek İslâm Enstitülerinde Tefsir-Hadis, Fıkıh-kelâm, İslâm Dini ve Esasları şeklinde üç bölüm açıldı. O vakte kadarki derslerinin not ortalaması 90 ve üzeri olanlara bölüm seçme hakkı tanındı, diğerleri İslâm Dini ve Esasları bölümünde kaldı. Talebe bu gelişmeye hazırlıksız yakalanmıştı. Diplomalarımıza mezun olduğumuz bölüm adları da yazıldı.
2) Yüksek İslâm Enstitüleri l983’te ilahiyat fakülteleri adını alarak bulundukları illerin üniversitelerine bağlandı. Bizim mezun olduğumuz İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü de Marmara Üniversitesine bağlandı ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi adını aldı.
Tevâtür derecesinde anlatıldığına göre, 12 Eylül darbesinin başkomutanı Kenan Evren “Yüksek İslâm Enstitüleri’nde de boykotlar olmuş, neymiş dertleri?” diye bilgi verilmesini ister. İslâmî İlimler Akademisi olmak istemişler cevabını alınca, “Hemen yapın” talimatını verir, ardından da “Bunlar daha sonra fakülte olmak isterler, fakülte yapın, bitsin” der. Bunun elbette belgelere dayalı bir gelişme seyri vardır, araştırılabilir.
3) İlk yazımız üzerine beni telefonla arayan daha eski mezunlardan ve uzun süre belediye başkanlığı ve milletvekilliği yapan meşhur isimlerden bir ağabeyimiz, 1968’de benzeri boykotları, o yıllarda sayıları 4 olan Yüksek İslâm Enstitülerinde kendilerinin de yaptığını, 30 gün süren boykotlarının başarısızlıkla neticelendiğini anlatmıştır.
Bundan bizim haberdar edilmeyişimiz ilginç değil mi? Bildirilmezse nereden ve nasıl bilecektik. O dönemlerde sâbit telefonlar bile nâdirâttandı.
Dr.Öğr.Üyesi Hasan Fehmi Ulus
[1] Yeni Şafak, 11 Mayıs 2025.
[2] WhatsApp yazışmalarını bundan ayrı tutamazsınız. Kısa veya uzun mesajlarda da öyle.
[3] Doğru ifade: Bu soruya muhatap olmak istemiyorum’dur.
[4] Hayrettin Karaman, Diyalog ve Kurtuluş Çalışmaları, İz Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 197.).
[5] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 35.
[6] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 35.
[7] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 37.
[8] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 41.
[9] Hayrettin Karaman, Polemik Değil, Diyalog, Ufuk Kitap, İstanbu, 2006, s. 36.