Yaptığı işi, vatanına —en azından kendi şahsında— bir hizmet olarak görüyordu. Ancak bağlı olduğu sistemden rahatsızdı. İşini ciddiyetle yapıyor ama kalben sistemin sahiplerine teslim olmuyordu. Bir gönül direnişi taşıyordu içinde. Bu direniş, onun gözlerine sinmişti. İnsanlar ondan etkilenirdi. Övülmekten rahatsız olsa da, bu yansıyışın gerçek olduğunu umut ederek ayakta kalmaya çalışıyordu.
Ev sessizdi.
Ama bu sessizlik bir boşluk değil, bir nizamın yankısıydı.
Her şey yerli yerindeydi — ama öylesine değil…
Kusursuz için hesaplanmış bir özenle.
Duvarlar, ışığı ne yutar ne de fazla yansıtırdı; yalnızca olması gerektiği gibi dururdu.
Kitaplar, içerdiği fikrin ağırlığına, rengine ve boyuna göre dizilmişti.
Kalemler, ucu en az aşınandan en çok kullanılana doğru sıralanmıştı.
Masadaki bardak altlıkları bile, dairenin gölgesine göre hizalanmıştı.
Bu evdeki düzen, bir takıntı değil,
imanı hayatına geçirmiş bir disiplinin estetiğiydi.
Onun adı Emirdi.
Gençti.
Devletin içişlerinde görevli, yüksek nitelikli bir askerdi.
Savaşın değil, düzenin kalbindeydi.
Fizikî duruşu, konuşmadığı hâlde söylenen bir cümle gibiydi.
Ve yüzündeki çizgiler bile, bir iç nizamın dışa vurmuş şekliydi.
Yaptığı işi, vatanına —en azından kendi şahsında— bir hizmet olarak görüyordu.
Ancak bağlı olduğu sistemden rahatsızdı.
İşini ciddiyetle yapıyor ama kalben sistemin sahiplerine teslim olmuyordu.
Bir gönül direnişi taşıyordu içinde.
Bu direniş, onun gözlerine sinmişti.
İnsanlar ondan etkilenirdi.
Övülmekten rahatsız olsa da,
bu yansıyışın gerçek olduğunu umut ederek ayakta kalmaya çalışıyordu.
Yatağa geçmeden önce televizyon açıktı.
Gün boyu gözünü ayırmadığı haber kanalında, geçtiğimiz saatlerin sıcak görüntüleri dönüyordu.
Alt yazı bir kez daha geçti ekrandan, Emir başıyla hafifçe onayladı:
“Şam Kurtuluş Heyeti, yüz yıla yakın süredir hüküm süren zalim rejimi yıktı.
Esad ve atalarının heykelleri ve resimleri paramparça ediliyor.”
Bu sözler, yalnızca bir haber değildi onun için.
Bir çağrının yankısıydı.
Yıllardır içinden taşıdığı derdin —bir halkın feryadıyla birleşmiş hâliydi.
Derin bir mutluluk duydu.
Ama bu mutluluk, sevinçten çok bir sorumluluğun doğuşuna benziyordu.
Eliyle kumandayı aldı, sesi kıstı.
Artık neyi izleyeceğini değil, ne için yaşayacağını düşünüyordu.
Lambaya üç kez hafifçe dokundu…
Başucundaki kitaplara göz gezdirdi…
Ve pencereyi, ışığın yalnızca tam ortasından geçeceği kadar araladı.
Sanki dışarıdaki karanlığa şöyle diyordu:
“Bakıyorum sana, ama ait değilim.
Işığa yer bırakıyorum. Çünkü belki bu gece, hakikat doğar.”
Ve yastığa başını koyarken içinden bir dua yükseldi:
“Ya Rabbi, beni bana bırakma.
Bana kim olarak, nasıl ve niçin yaşamam gerektiğini göster ki;
nasıl ve niçin mücadele etmem gerektiğini bileyim.
Canavarların, canavar yetiştirmek için kurduğu bu aşağılık sistemi,
yaşanmaya değer bir hayat uğruna yıkmayı
ve iyi, doğru, güzel bir sistem inşa etmek için yapmayı göster.
Beni hayvandan aşağı sürüsünden biri yapma...
En azından sana düşmanlık edenlerin en büyük düşmanı eyle...”
Ve o an başladı.
Ne rüya, ne uyanıklık…
Ne dünya, ne de ahiret…
Perde aralandı.
Her şey gerçekti ama hiçbir şey dokunulabilir değildi.
Bir şuur hâli…
Bir eşiğin içindeydi.
Bir meclise alındı.
Ama tahtı, koltuğu, duvarı yoktu.
Mana ile oturulan, hakikatle konuşulan bir meclis…
İki zat karşısındaydı.
İsimleri yoktu.
Ama ruhu tanıdı onları:
Biri kelâmı şiire mühürlemişti,
Diğeri fikri çelikle yoğurmuştu.
Emir, hayatının hiçbir alanında,
Hiç kimseye göstermediği bir edep ve hürmetle yaklaştı onlara.
Ne konuştu, ne soru sordu.
Yalnızca sustu.
Ama bu susuş, cehaletten değil;
şuurun, hakikat karşısında kendini geri çekmesi idi.
Birinci zat tebessüm etti:
“Edep… Her şeyin başıdır evlat.
Ve sen, onunla geldin.
Susuşunla söyledin her şeyi.”
İkinci zat, Emir’e yaklaştı:
“Biz seni tanıyoruz.
Düşüncenin narı sende tutuştu bir vakit…
Ve o alevle nice karanlığı yok ettin.
Ama şimdi yeni bir menzile çağrılıyorsun.”
İlk zat devam etti:
“Sen güzel bir ruh taşıyorsun Emir…
Ama güzellik, eğer fikre ve aksiyona dönmezse,
Sadece bir hayranlık nesnesi olur.
Sen artık hayranlık uyandırmak için değil,
Hayranlığını Allah’a çevirmek için yaşa.
Davan olsun. Tavrın, fikir kadar net olsun.”
İkinci zat sözü aldı:
“Aksiyon, düşüncenin secdesidir.
Ve senin fikrin hazır.
Şimdi o fikri ayağa kaldırma zamanı.
Direnişin olsun. Dirilişin olsun.
Unutma, sadakat sadece his değil;
Eylemdir.”
Birinci zat, bakışlarını yavaşça Emir’in çehresine indirdi.
Sanki onu ilk defa değil, çok önceden tanıyormuş gibi:
“Senin için bir isim var.
O sadece güzelliğin değil,
Aynı zamanda devletin, hikmetin ve iktidarın taşıyıcısıdır.
O isim, bir vakit zindanı yönetti…
Sonra halkı, sonra bir devleti…
O isim, insanlığa servetin ne olduğunu,
Gücün neye hizmet etmesi gerektiğini anlattı.”
İkinci zat başını eğdi ve kelimeyi söyledi:
“Yusuf…
Bugün sen, o isme çağrıldın.”
Ve o anda gökten bir mühür indi.
Üzerinde tek bir kelime yazılıydı:
“Var.”
Emir secdeye kapandı.
Ve o secdede Emir silindi.
Artık adı Yusuf’tu.
Ama bu, bir isim değil,
Bir şahsiyetin mühürlenmesiydi.
Ve o sabah —
Güneş, pencerenin tam ortasından içeriye doğdu.
Perdeyi ikiye bölen o küçük aralık,
Sanki şimdi göğe açılmış bir dua gibiydi.
O an, ışık konuştu:
"Ölüm öldü."
Tam o sırada çalan telefonun sesi, odanın sessizliğini yırttı.
Yusuf, derin bir sükûnetle ekrana baktı.
Arayan, üst düzey generallerden biriydi.
Açtı.
Ses net, kararlı ve saygılıydı:
“Sana güveniyoruz Yusuf.
Suriye görevin onaylandı.
Vali olarak yola çıkıyorsun.
Haydi, artık kendi zamanına giriyorsun.”
Telefonu kapattıktan sonra Yusuf, pencereye döndü.
Güneş tüm ihtişamıyla içeri süzülüyordu.
Ve sanki içinden bir cümle geçti:
“Artık sadece kendimden değil,
Benden beklenenden de sorumluyum…”
Aylık Baran Dergisi 38. Sayı, Nisan 2025