İnsanın hayatında bazı bağlar vardır ki, duygunun ötesinde bir karar ve şuurla kurulması gerekir. Dostluk da böylesi bir bağdır. Çünkü gerçek dostluk, yalnızca hissetmeye değil, düşünmeye; yalnızca hoşluklara değil, yük taşımaya da talip olmaktır. Bu yüzden dostluk, her şeyden önce bir mesuliyet şuurudur ve bu şuur, yalnızca duygularla değil, fikrî muhasebe ile anlaşılabilir.

Modern zamanlarda dostluk, çoğu zaman bir "hâl paylaşımı" olarak sunulur. Ortak zevkler, birlikte geçirilen vakitler, anlaşılma arzusu… Tüm bunlar elbette dostlukta bulunabilir ama dostluğu tarif etmeye yetmez. Çünkü bu tanımlar, insanın nefsine dokunan, onu rahatlatan yönlerdir. Oysa gerçek dostluk, nefsi değil, şahsiyeti merkeze alır. Duygunun değil, duruşun doğurduğu bir ilişkidir.

Bir insanı Allah için sevmek, sadece onunla birlikte iyi vakit geçirmek ya da ona karşı içte beliren bir sıcaklık duymak değildir. Bu sevgi, ontolojik bir tercih ve itikadî bir aidiyet ifadesidir. Allah için sevmek, kişinin kendi çıkarını, anlık huzurunu ya da duygusal tatminini değil, hakikati ve onun hatırını öncelemesi demektir. Bu sebeple Allah için kurulan dostluklar, kişi acizleşse bile terk edilmez; çünkü terk, sadece kişiye değil, Allah’a karşı yapılan bir vefasızlığa dönüşür.

Bu noktada şu temel ayrımı yapmak gerekir:

Her his bir hakikat midir?

Cevap, hayırdır.

Çünkü his, aklın ve ruhun üzerinde değil, ancak onların yansıması olursa kıymetlidir. İnsan, bazen birine karşı duyduğu bağı derin bir sevgi zanneder ama aslında bu bağ, kendi iç yalnızlığının bir ilacıdır. Bir diğer deyişle, duygu zannettiğimiz şeylerin çoğu, aslında bizim kendimizle kuramadığımız bağın dışa yansımasıdır. Bu bağlamda, her içten gelen duygu bir hakikatin sesi değildir; bazen sadece nefsin sahte bir çağrısıdır.

Dostluk, bu yüzden hissî bir bağ olarak değil, fikrî bir kararlılık olarak kurulmalıdır. Gerçek dost, senin hoşuna giden değil, seni Hakk’a götürendir. Seni seninle baş başa bırakan değil, seni Rabbine hatırlatandır. Bazen susarak, bazen karşı durarak ama her hâlükârda sadakatle seni koruyandır. Ve bu sadakat, duygunun değişkenliğine değil, aklın kararına ve imanın vefasına yaslanır.

İşte bu noktada dostluğun duygusal değil, fikrî bir mesele olduğunu kavramak mecburiyeti çıkar karşımıza. Çünkü hakiki dostluk, bir his değil, bir şuur seviyesidir. Ve bu şuur, Allah için sevmekle başlar; Allah’a doğru birlikte yürümekle olgunlaşır. Bu yol yürüyüşünde yoldaşını terk eden, aslında kendini terk etmiştir. Çünkü dostluk, iki ruhun birlikte varlık şuuruna erme iradesidir.

Duygular elbette önemlidir ama kararlar kadar kalıcı değildirler. Bugün özlem, yarın kırgınlık; bir gün sevgi, ertesi gün uzaklık… Bu iniş çıkışlar, insan doğasının bir parçasıdır. Fakat gerçek dostluk, bu gelgitlerin ötesinde karar olmuş bir iradeyle sabit kalır. Sarsılır ama düşmez. Susar ama unutmaz. Geri çekilir ama bağını koparmaz. Çünkü bu dostluk, Allah'a verilen bir söz gibidir:

“Bu bağ senin için kuruldu, benliğim için değil.”

Bugün, dostluk adına yapılan çoğu terk edişin temelinde aslında "duyguların incinmesi" yatar. Fakat sormak gerekir: Duyguların incindi diye bir hakikat terk edilir mi? Duygu geçer, kırgınlık geçer, hatta suskunluk geçer; ama dostluk bir kez karar olmuşsa, terk edilmez. Çünkü artık bu bir sevmek değil, bir durmaktır. Dostunun yanında durmak. Kalbiyle, aklıyla, dualarıyla…

Sonuç olarak, dostluk bir duygunun sıcaklığı değil, bir fikrin ağırlığıdır. Ve bu ağırlığı taşıyabilenler, sadece sevenler değil, mesuliyet bilenlerdir.

Bu yüzden dostluk, hissedilmekten önce taşınmalıdır.

Taşımayı göze alamayan, sevmeyi hak etmiş sayılmaz.