O hâlde bu çağda, “muhafazakâr” kalmak yetmez; çünkü muhafaza edilen şey zulümse, onu yıkmak gerekir. Ve “milliyetçi” olmak da yetmez; çünkü millî olan, gerçekten adil olandır. Bizim teklifimiz, insanı sadece belli değerlere değil; hakikatin tümüne muhatap kılan bir diriliş çağrısıdır. Yeni Türkiye, eğer sadece eski çarklara yeni tabelalar asmaktan ibaretse, alın sizin olsun. Ama hakikaten yeni bir şey kurulacaksa, bu ancak İslâm’a muhatap bir anlayışla mümkündür.
Sistemi ayakta tutan yalnızca sol çark değil. Bir de sağ koldan beslenen, güya “gelenek”, “millet”, “din”, “vatan” gibi değerleri diline dolayan; fakat özü itibariyle aynı tanrıya, aynı çarka hizmet eden sağ kanat var: Faşizm ve Muhafazakârlık. Bu, kapitalizmin polisidir. Sol kanat üzerinden fabrika düzenini kurarken, sağ kanat üzerinden de düzenin kapısına nöbet dikendir.
Faşizm, sermayenin kendi bekasını tehdit eden kargaşaya karşı geliştirdiği demir yumruktur. Tüketiciyi ve işçiyi boğazına kadar borca sokarak çalıştıran o liberal ekonomi, işler karıştığında tankı devreye sokar. Muhafazakârlık ise bu yumruğun arkasına dua yerleştirir: Sistemin bekası için ezan okur, çarkın devamı için aileyi över, üretim-tüketim çılgınlığını “değerlerimizle” cilalar. Ortada “muhafaza” ettikleri bir hakikat değil, sadece sömürü düzeninin makyajı vardır. Adına da “geleneksel hayat” derler.
Oysa bu, geleneğin değil; tüketimin kutsandığı, dine sadece siyasi meşruiyet kazandırma işlevi yüklenmiş bir kukla düzenidir. Kapitalizm, bu kanatta da insanı kutsamaz; bu kez düzeni kutsar. İnsanı belli kalıplara hapseder, itaatkâr kılar, tüketen ama sorgulamayan bir sadakat toplumu üretir. Faşizmin üniforması ile muhafazakârın kravatı arasında aslında hiçbir fark yoktur. İkisi de aynı piyasanın ürünü, aynı çarkın dişlisidir. Biri “millet için” çalış der, diğeri “ailen için”, ama ikisinin de nihai efendisi aynıdır: para.
Bugün adına “millî duruş” denilen şey, milletlerarası sermayeye taşeronluk yapan devlet politikalarıyla kol kola yürüyor. Yerli üretim, dünya pazarına ihraç için; “yerli ve millî” kelimeleri, dış sermaye ile rekabette iç tüketiciyi uyutmak için var. Muhafazakârlık, halkı dindar kılmak için değil; dindarlık üzerinden yönetmek, yönlendirmek ve sömürmek için bir araçtır artık. Cuma hutbesinde sabır telkin edenler, aynı akşam veresiye defteri yakan market zincirlerinin PR’ını yapar. Televizyonlarda “aile dizileri” dönerken, o ailenin geçindiremediği gençler, patronların çağrısıyla kod yazmaya ya da kargo taşımaya sürülür.
Faşizm, milliyetçiliği bir araç olarak kullanır; fakat gerçek bir millet şuuru asla üretmez. Çünkü milleti yalnızca bayrakla değil, ruhla var edersin. O ruh ise Allah’tan başkasına secde etmeyen, insana kıymeti hakkıyla veren bir inançla dirilir. Bugünkü sağ anlayış, İslâm’ı yalnızca ritüellere indirger; onun siyasetini, ekonomisini, adalet sistemini ya da insan tasavvurunu hiç gündeme getirmez. Böylece İslâm’ı hayattan tecrit edip, rejime yedek bir “maneviyat” üretmiş olurlar.
Oysa İslâm, sadece ferdî bir inanç değil; bütünüyle bir nizam teklifidir. İnsanla birlikte rejimi de ıslah eder. Faşist disiplinle, muhafazakâr gelenekçilikle değil; adaletle, liyakatle, merhametle işler. “Devlet”i kutsal değil, sorumlu kılar. “Millet”i kalabalık değil, şahit ve emanetçi sayar. Faşizmin ya da muhafazakârlığın teklif ettiği gibi değil; hakkın, ahlâkın ve hakikatin buyurduğu gibi yaşar.
O hâlde bu çağda, “muhafazakâr” kalmak yetmez; çünkü muhafaza edilen şey zulümse, onu yıkmak gerekir. Ve “milliyetçi” olmak da yetmez; çünkü millî olan, gerçekten adil olandır. Bizim teklifimiz, insanı sadece belli değerlere değil; hakikatin tümüne muhatap kılan bir diriliş çağrısıdır. Yeni Türkiye, eğer sadece eski çarklara yeni tabelalar asmaktan ibaretse, alın sizin olsun. Ama hakikaten yeni bir şey kurulacaksa, bu ancak İslâm’a muhatap bir anlayışla mümkündür. Ne solun, ne sağın içinde… Bu düzenin dışındadır.
Yol bellidir: Kapitalizmin her iki kanadını da kesmeden insan özgürleşemez. Sömürü, ya eşitlik kisvesiyle ya da gelenek maskesiyle gelir. Ama çözüm ne Çin’dedir, ne Amerika’da, ne Avrupa’nın liberalizmi ne de doğunun despotizmi... Çözüm, yalnızca bu toprağın hakikatini yeniden hatırlamakta, onu sistem hâline getirmektedir. Çünkü insanı eşref-i mahlûkat olarak tanıyan tek nizam, Mutlak Fikir’den inşa edilecek nizamdır. Gerisi, sadece çarklar arasında ezilen yeni bir neslin gözyaşlarıdır.
Peki nasıl? Nereden başlamalıyız?
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz: Bu düzen, yalnızca ekonomik değil; zihnî, kültürel ve siyasi bir tahakküm düzenidir. Dolayısıyla değişim, sadece cebimize değil; ruhumuza, aklımıza ve rejimimize dokunmak zorundadır. Faşizmle kurulan, muhafazakârlıkla sürdürülen, liberalizmle pazarlanan bu sistem; sadece üretim-tüketim ilişkisini değil, insanı tarif etme biçimimizi de sakatlamıştır. İnsan kendini artık ya “vatandaş” ya “tüketici” ya “sadık seçmen” olarak tanıyor — kul olduğunu unutarak…
Gerçek değişim, işte bu unutulmuş hakikati hatırlamakla başlar: Biz insanı ancak Allah’a kul olduğunda hür kabul ederiz. Bütün sistemin, bütün düzenin bu temel ölçüye göre yeniden kurulması gerekir. Ferdin ruhundan başlamak üzere, mektepten mahkemeye, sokaktan saraya kadar her yapının yeniden imanla, ahlâkla, adaletle inşâ edilmesi gerekir.
Ve bu, yalnızca ferdî gayretlerle değil, topyekûn bir kıyamla mümkündür. Çünkü zulüm bir rejim meselesidir; adalet de ancak bir rejimle gelir. Öyleyse mesele yalnız şahsî değil, siyasîdir de. Ve “Yeni Türkiye” diye yutturulan eski sömürü rejimlerinin, sadece slogan değiştirmiş versiyonlarıyla bu iş olmaz. Değişim, tabela değişikliğiyle değil; rejimin mahiyetini değiştirmekle olur.
Anadolu’nun bağrında, bu milletin imanında, tarihinde ve diriliş potansiyelinde bunun nüvesi vardır. Bu millet, defalarca imparatorluk kurmuş, çağlara yön vermiş bir hakikat medeniyetinin taşıyıcısıdır. Ona düşen, bu mirası yeniden diriltmek; fakat nostaljiyle değil, nizam kurarak... İslâm’ı sadece camide değil; mecliste, adliyede, ekonomide ve sokakta hâkim kılarak...
Yol işte budur: Sadece eleştirmek değil; inşa etmek. Sadece karşı çıkmak değil; bir nizam teklif etmek. Kapitalizmin her iki kanadına da sırt çevirmiş, sadece halkını değil, devletini de hakikate secde ettirmiş bir inkılap… İşte asıl devrim budur.