İnsanı “verimlilik” veya “fayda” değil, ahlâk ve hilafet ölçüsünde değerlendirmeyen hiçbir sistemin yeryüzünde hayat hakkı olmamalıdır. İnsan, yalnızca Allah’a kul olduğunda hürdür. Aksi hâlde her sistem bir başka kulluğun adıdır: paraya, işe, tüketime, teknolojiye…

Shenzhen’in çelik ve plastikten örülü cehenneminde, her gün, her işçi 10.000 elektronik sigarayı test ediyor. Sayı bu: on bin. Bir gün, bir fabrika, bir işçi ve on bin defa aynı hareket… Aynı düğmeye basılıyor, aynı duman gözleniyor, aynı elektronik parça onaylanıyor. Ve tüm bunlar olurken, hiçbir şey değişmiyor. Ne insanın hali ne dünyanın gidişatı. Yalnızca tükenen bir ruh, eksilen bir şuur, çoğalan bir mekanizma var ortada. Geriye, insanı insandan çıkaran bir düzen kalıyor.

Bu sadece bir iş değil; bu, çağın en rafine köleliğidir. Sömürü, artık bağıran bir şey değil; makine sesiyle fısıldıyor. O işçilerin gözünde ne öfke var ne umut. Sadece “devam et” komutu almış birer organizma gibi yaşıyorlar. Çünkü burada insan artık emek gücü değil, yalnızca sistemin devamlılığı için gerekli bir 'parça'. Yerine bir başkası kolayca konulabilecek, ama eksikliği asla hissedilmeyecek bir yedek parça gibi.

Bu, sistemin kurduğu en mükemmel tuzaktır: Kendisini devrim, eşitlik, ilerleme gibi kelimelerle süsleyip, arka planda tam teşekküllü bir üretim tanrısı kurmak. Bu tanrıya her gün on bin kurban sunuluyor; bazen bir sigara, bazen bir telefon, bazen bir çocuk oyuncağı olarak. Ve bu kurbanlar, en çok da insanın kendisinden sunuluyor: vaktinden, hayatından, sağlığından, ruhundan, anlam arayışından...

“Eşitlikçilik” denince kıt aklına komünizm, sol gelen zevat da bu tabloya iyi baksın. İstiyor musunuz bu eşitliği? Kendiniz için istemediğiniz şeyi, bize niye dayatıyorsunuz peki?

Çin’in sözde Komünist rejimi, gerçekte uluslararası sermayenin doğrudan taşeronudur. Bugün aralarındaki itiş kakış, yine kendi aralarındaki paylaşım kavgasından ibaret. Bugün Shenzhen’deki işçiye sabahın köründe düdük çaldıran kimdir? Onu binlerce cihazı test etmeye zorlayan hangi kudrettir? Batı’nın kapitalist merkezleri... Amerikan ve Avrupa menşeli şirketler, Çin’in tek parti rejimini kendi ucuz üretim kampına dönüştürmüştür. Yani kapitalizm, yalnızca kendi ülkesinde değil, dünyanın her köşesinde elini kirletmeden sömürmeyi başaran en sinsi düzendir.

Kapitalizm Çin’de insanı üretim çarklarına bağlarken, kendi ülkesinde de başka bir zulüm kurmuştur: Orada da herkes, tüketici kimliğiyle sömürülür. Çalışanına az verip, sattığıyla çok alan; ihtiyaç değil arzu üreten bir düzen. Biri üretirken ölür, diğeri tüketirken çürür. Böylece çark tamamlanır: üretici de köle, tüketici de. İkisi de aynı fabrikanın farklı uçlarında aynı gayriinsani sistemin çivisidir.

İşte bu iki yüzlü medeniyetin karşısına, ona benzemeyen, insanı bir meta olarak görmeyen yepyeni bir şey konmadan gerçek bir çözüm yoktur. O da yalnızca İslâm’dır. Ama yalnızca şekliyle değil; insanı eşref-i mahlûkat olarak gören, ona hem ruh hem beden sorumluluğu yükleyen, varlığın merkezine Allah’ı, onun kelâmını ve sünneti koyan İslâm. Bu dünyaya ancak insanı hakiki kıymetiyle tanıyan, onu eşyaya secde ettirmeyen bir sistem adalet getirebilir.

İnsanı “verimlilik” veya “fayda” değil, ahlâk ve hilafet ölçüsünde değerlendirmeyen hiçbir sistemin yeryüzünde hayat hakkı olmamalıdır. İnsan, yalnızca Allah’a kul olduğunda hürdür. Aksi hâlde her sistem bir başka kulluğun adıdır: paraya, işe, tüketime, teknolojiye…

O hâlde bu çağın karşısına bir itiraz dikmek gerekir. Slogan değil, ruh ister. Vahşileşmiş üretim çarklarını durdurmak için yalnızca sistem karşıtlığı yetmez; yerine insanı yeniden hatırlatan, onu Yaratan’a bağlayan bir anlayış gerekir. Yoksa her fabrika, bir mezar olur.

Peki nasıl? Nereden başlamalıyız? Cevap, Anadolu’nun bağrında, bu halkın asırlardır taşıdığı hakikat mirasında gizli. İnsanını eşyanın kölesi değil, emanetin sahibi gören bir dünya görüşüyle... Fakat bu, yalnızca ferdî arayışlarla değil, kolektif bir kıyamla mümkündür. Zira zulüm rejimle yürür; adalet de ancak başka bir rejimle gelir.

Bugün bize “Yeni Türkiye” diye sunulan şey, eskinin makyajlı yüzünden başka bir şeyse, alın sizin olsun. Yok, gerçek bir dirilişten söz edilecekse, bu, topyekûn bir zihniyet ve sistem değişikliğiyle mümkün olur. Kendi insanını tüketici değil taşıyıcı gören, çarkları değil ruhları önceleyen bir düzen kurulmadan, ne bu toprak rahat eder ne bu millet, ne bölgemiz ve ne de dünya. İslâm, yalnız fertleri değil, rejimleri de ıslah eden bir nizâm teklif eder.

O hâlde mesele, yalnızca neye karşı olduğumuz değil, neyi inşa etmek istediğimizdir. Anadolu, tekrar kendi hakikat diliyle konuşmadıkça; bu millet, Allah’ın koyduğu ölçüyü merkeze almadıkça; devletiyle, sokağıyla, mektebiyle hakka secde etmedikçe... hiçbir çay içimi sohbet, hiçbir tabela değişimi, hiçbir sloganik reform gerçek manada bir değişim getirmeyecektir. Yol, sadece değiştirmek değil; yıkmak ve yeniden kurmaktır. Rejiminden insan anlayışına kadar... Yalnızca hakkı esas alan bir diriliş, bizi yeniden insan kılacaktır.