Koray’ın evinde büyük bir heyecan vardı. Salonda dört arkadaşı ile oturmuş, televizyonun başında maçın başlamasını bekliyordu. Evde bir hareketlilik hâkimdi; kadınlar mutfakta çay ve atıştırmalıklarla ilgilenirken, erkekler adeta bir savaş öncesi toplanan askerler gibi dizilmiş, ekrana odaklanmışlardı.

Koray, bir elinde telefonuyla sürekli güncellemeleri takip ediyordu: Maç öncesi analizler, sakatlık haberleri, teknik direktör kararları... Sanki bunlar hayatın en büyük gerçeğiydi.

Burak, elini avuçlarına vurup, "Abi bu maç bizim!" diye bağırdı. Sanki kendi kaderi o sahadaki oyuncuların ayaklarının altındaydı.

Erdem, bacak bacak üstüne atmış, sanki bir tahtta oturuyormuş gibi kendinden emin bir ifadeyle konuştu:

"Bak, eğer hocamız şu taktikle çıkarsa, en az üç atarız. Adamlar defansta bomboş, oraya yüklenmemiz lazım."

Sadık, koltuğunda sakince oturuyordu. Gözleri, hararetle konuşan arkadaşlarının yüzlerinde gezindi. Bu sahne ona yabancı değildi, ama bir türlü alışamıyordu.

Sadık: "Sizce futbol nedir?"

O an odada kısa bir sessizlik oldu. Koray gözlerini telefondan kaldırdı, Burak yavaşça arkasına yaslandı.

Burak: "Abi soru mu bu? Futbol, hayatın kendisi!"

Sadık hafifçe gülümsedi. Zaten bunu diyeceklerini biliyordu.

Sadık: "Hayatın kendisi mi? Peki, bu hayatı kim yönetiyor?"

Erdem hemen atıldı.

Erdem: "Kadro, teknik ekip, yönetim... Futbol zekâ işidir. Yetenek, taktik, antrenman... Ve en önemlisi, taraftar! Takım ruhu olmadan hiçbir şey olmaz!"

Sadık başını salladı. Tam beklediği gibi... Oyunu kutsamışlar, ama kimsenin oyun içindeki hakikati sorguladığı yoktu.

Sadık: "Bak, futbol oynamakta, izlemekte bir sorun yok. Ama siz farkında mısınız bilmiyorum, hayatınızı bir oyun üzerine kuruyorsunuz. Neşeniz, üzüntünüz, hatta günlük yaşantınız bile bu oyunun gidişatına bağlı. Maçı kaybedince moraliniz bozuluyor, kazanınca bayram ediyorsunuz. Ama siz oyunun içinde değilsiniz. Sadece dışarıdan izleyenlersiniz. O zaman neden oyunun sizin üzerinizde bu kadar büyük bir etkisi var?"

Koray hafifçe öne eğildi, kaşlarını çattı. Bu sözler hoşuna gitmemişti.

Koray: "Abi, sen de bazen çok felsefi konuşuyorsun. Futbol sadece futbol değil. Biz bu takımı çocukluktan beri seviyoruz. Bizi bir araya getiren şey bu."

Sadık, gözlerini arkadaşlarının üzerinde gezdirdi. Onları seviyordu. Onların iyi insanlar olduğunu biliyordu. Ama aynı zamanda şunu da görüyordu: Koca adamlar, gerçek hayatta anlam arayışını kaybettiklerinde, bu eksikliği sahte bir ruhla dolduruyorlardı.

Sadık: "Beni yanlış anlamayın, ben sizi eleştirmiyorum. Ama düşünün. Siz mi futbolu seviyorsunuz, yoksa futbol mu sizi yönlendiriyor? Siz mi oyunun sahibisiniz, yoksa oyun mu sizin sahibiniz?"

Burak itiraz etti. "Abi biz futbolu yaşamak istiyoruz, sevmek istiyoruz. Bu bizim için sadece bir spor değil."

Sadık başını salladı.

"Evet, işte mesele burada. Futbol sadece bir spor olmalı. Ama siz ona bir ruh atfediyorsunuz. Hayatınızı ona göre şekillendiriyorsunuz. Oysa dünyada oyunu insan yönlendirir. Oyun değil. Oyun içinde kaderin sırrı vardır, ama oyunun gayesi insana aittir."

O an odada bir sessizlik oldu. Koray, Burak ve Erdem birbirlerine baktılar.

Bir yerden tezahürat sesleri yükseldi. Televizyon ekranında takımlar sahaya çıkıyordu. Ama Sadık'ın sözleri artık zihinlerinde yankılanıyordu.

Maç başlamıştı. Ama onlar artık sadece oyunu izleyenler değildi. Kendi hayatlarının da bir oyun olup olmadığını sorguluyorlardı.

Aylık Baran Dergisi 39. Sayı, Mayıs 2025