İran - İsrail savaşına Şiilik ve antiemperyalizm gibi noktaların dışında bir yaklaşımla bakmak lazım. Şu an duraklamış olan ve belki de gerçekten durmuş olan savaş hakkında yapılan tartışmalar sürekli bu eksende cereyan ediyor. Halbuki daha geniş bir açıdan bakılırsa tarihin derinliklerine dayanan bir Doğu Batı çatışması görülür. Öte yandan Doğunun gerçek temsilcisi yerine sahte doğulular gerçek aktörmüş gibi boy göstermektedir. Bir tarafta İsrail ve arkasında Batı dünyası. Diğer tarafta ise İran ve onunla müttefik olan Çin ve Rusya. Türkler ve Araplar ise kuramadıkları ittifak ve önderlikten mahrum olarak seyrediyor ve aklı olanlar ders çıkarıyor.
Pers İmparatorluğu Rüyası
Meseleyi anlayabilmek için özellikle İran üzerinden yaklaşırsak bence daha net bir resim ortaya çıkar. İran devleti Pers devletidir. Şiilik, Fars kökenli olmayan milletleri de kendisine angaje edebileceği bir gündemi sağladığı için daima İran’ın önünde paravan olarak durur. Şiilikten daha önemli olarak Pers milliyetçiliği İran’ın aslı ve esasıdır. Eğer Şiiliği kullanmasa, Pers nüfusu buna yetersiz kalır. İran’da yaşayan milyonlarca Azeri ve Arap, İran’ın gerçek gündeminin Şia unsurları olarak kullanılır. Ayrıca İran dışında ve İran’ın sarkmak istediği coğrafyada Şiiler var. Onlar da Pers değil Arap.
Şimdi bir defa Pers milleti 2500 yıllık bilinen geçmişi olan bir millet. İmparatorluk olarak da büyük geçmişi vardı. Milattan önce 500’lerden Arap fütuhatına kadar 11 asır boyunca Doğu’nun önderiydi. Pers milleti öyle hafife alınacak bir millet değildir; bilakis büyük millettir. Tabii ki biz üstün ırk falan gibi şeylere inanmıyoruz, öyle şeyleri kabul etmiyoruz ama kabiliyetiyle ve derinliğiyle Pers milleti büyük bir millettir. Bu, iman ve küfür gibi başlıklardan bağımsız olarak, normal insani vasıflar açısından değerlendirildiğinde söylenmesi gereken bir şeydir. Büyük bir medeniyet inşa etmişlerdir. Aynı zamanda Babil mirası üzerine oturdular. Babil, Asur ne varsa Mezopotamya’da, onlardan Persler’e kültür aktarımı oldu. Haliyle bu aktarılan kültür de Doğu’nun o mitoloji, büyü, fitne, fesat, - ne kadar reddedilmesi gereken küfür kutbundaki iğrenç unsurlar varsa - onların da önemli ölçüde içinde olduğu bir mirası oluşturdu. Sonrasında Atina’ya ve Mısır’a kadar gittiler. Tarihte ulaştıkları sınırlara baktığınızda çok büyük bir imparatorluk görürsünüz ki, bu da Perslerin bilek hakkıyla kazandığı bir imparatorluktur.
Yunanlılarla savaştılar, yendiler yenildiler; hatta işgale uğradılar, ama yok olmadılar. Ondan sonra Romalılarla savaştılar; kazandıkları, kaybettikleri oldu. İmparator Herakles zamanında İran’da büyük bir yenilgi ve yıkım da oldu. 400’lü yıllarda Ak Hunların istilası sonucunda ağır yıkıma uğradılar. Ama bunlara rağmen Pers milleti her zaman ayakta kalmayı beceren güçlü bir millet olarak yaşamaya devam etti. Çünkü çekirdeği güçlü, derin, kabiliyetli, büyük bir millet; kolay kolay yenilip, dönüştürülecek bir millet değil. Bir tek Araplara karşı yenildiklerinde Pers milletinin belli bir kesimi İslamlaştı. Ama yine de çoğunluk olarak Pers milleti İslam’a karşı reaksiyon gösterdi. Çünkü İslam’ı getiren Araplar, Perslerin küçük gördüğü bir milletti. Hali hazırda Fırat Nehri’nden Ceyhun Nehri’ne; güneyde Yemen’e kadar hüküm süren büyük bir imparatorlukken, küçük gördükleri Araplar tarafından çok kötü şekilde yenilmişler, imparatorlukları, medeniyetleri, neleri varsa hepsi berhava olmuş. Yine de kibirlerinden dolayı bu yenilgiyi kabul edemediler. Ve İran milletinden, yani Pers milletinden çok ciddi miktarda münafıklık hadisesi hasıl oldu. Hatta Hazreti Ömer, Perslerle savaşması gerektiğini gördüğünde söylediği, “Keşke Arapla Acem milleti arasında ateşten bir dağ olsaydı da hiç birbirine kavuşmasaydı,” diye bir sözü var, mealen aktardım. Çünkü Araplar saf, yaşadıkları hayat gereği de daha basit bir millet. Derin bir millet ama İranlılar gibi mitolojiler, efsaneler, büyüler gibi garip şeylerin içinde değiller. Yalan dolan, hile hurda bilen bir millet değil. Cahiliye dönemindeki müşrikler bile asalet sahibi adamlardı. Bir kabileden birisi söz verdiğinde bütün kabileyi bağlıyordu. Bir kabileden birisi sözünü çiğnediğinde bütün kabile rezil oluyordu. Halbuki Pers İmparatorluğu’nda her türlü yalan dolan, fitne, fücur, her şey vardı. Çünkü Babil mirası üzerine oturmuşlar, çok büyük imparatorluklar kurmuşlar ve birçok farklı milleti yönetmişler. Haliyle üstün taraflarıyla beraber ne kadar çirkin taraf varsa hepsi beraber beslenmiş. Sonuçta Müslüman olmayan bir milletin kurduğu, bin yıl yaşattığı büyük bir devletten bahsediyoruz.
Sonrasında Zerdüştler, Mazdekiler, vs. gibi İslam dışı unsurların yüzyıllar boyunca Müslümanlara karşı mücadelesi olmuştur İran’da. Şia da aynı coğrafyada Emeviler’e ve Abbasiler’e karşı aynı derin anlam için mücadele etmiştir. Şia’nın mezhep olarak İran’da tutunması İslam tarihçileri tarafından şöyle yorumlanır: Pers milleti şahlarına köle gibi bağlıydı. Onları adeta Tanrı gibi görürlerdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz öldükten sonra onun yerine ailesinden birinin gelmesinin doğru olacağı fikri, onlara daha tutarlı geldi. Yani bir hanedan fikri, hanedan düşüncesi onlara daha uygun geldi. “Niye Peygamber öldükten sonra Ali olmasın? Çünkü onun amcasının oğlu,” gibi bir düşünce onların çok aklına yatan bir düşünceydi. Sonuçta Pers milleti İslam’a karşı reaksiyonunu Şia mezhebiyle de göstermiş oldu. Evet, içinden çok büyük veliler çıkmış, belli bir kesimi de İslamlaşmış Perslerin ama, çoğunluk olarak İslamlaşmış değil ve ciddi şekilde Şia mezhebine bağlanmış, tutunmuşlar ona. Ve daima Araplarla, dolayısıyla İslam’la bir problemi olmuştur Pers milletinin.
Şah İsmail, Safevî Devleti’ni kurduğunda İran’ın aşağı yukarı nüfusunun yüzde 60’ı hali hazırda Caferîydi. Zaten öncesinde çok daha gerilerde Büveyhoğulları vardı. Fatimîler Araplardan çıkmış olsa da daha sonra söndü Batınîlik mezhebi. Ama Caferîliğin kalesi oldu Pers milleti. Nihayet Safevî Devleti kurularak Pers devleti tekrar doğdu. Safevî Devletinin resmî yazışmaları vesairesi hepsi Farsçaydı; Pers kültürü süratle canlandırıldı. Kimileri Şah İsmail Türk’tü falan diye anlatıp dururlar. Halbuki iş başkaydı. Taha Akyol’un bir gazetede köşe yazısını hatırlıyorum: “Türkmen Şahı’nın Fars Devleti” diye başlık atmış Şah İsmail’in devleti için. Çok doğru söylüyor. Türkmen Şahı’nın... Türkmen ama şah. Şah İranlılara ait. “Türkmen Hanı” demiyor, “Türkmen Şahı”nın diyor. Fars devleti. Evet, başında Türk vardı ama devlet Fars devletiydi. Ki İlhanlılar döneminde de İranlılar, yani Persler, İlhanlı bürokrasisine hâkim oldular ve belli bir zaman sonra da İlhanlı devletini Şialaştırdılar. Memlüklere karşı savaştırdılar. Anadolu’da çok Türkmen’in öldürülmesine sebep oldular. Bunu yapanlar, İlhanlı rejiminin içindeki Fars kökenli bürokratlar. Yani burada ortaya çıkan sonuç şu: Pers milletinin o çekirdeği var olmaya çalışıyor sürekli ve İslamiyet’e reaksiyon gösteriyor. Bunu sadece insani açıdan değerlendirirsek, evet, Perslerin kuvvetli bir millet olduğunu görüyoruz.
Abbasiler zamanında, Şam’dan Bağdat’a payitaht taşınınca, bir yüzyıl içerisinde Abbasi Devleti, eski İran devletlerine falan benzedi, Pers İmparatorluğu’na. İşte saray, işte debdebe, işte köle askerler... Köle asker İranlıların icadıdır. Yendiği milletlerden esir aldığı erkeklerden seçip, onları köle asker olarak yetiştirmek. Osmanlı’ya da oradan geçmiş bir şey. Abbasilerde de vardı bu. Abbasiler de Perslerden öğrendi. Üstad Necip Fazıl’ın “Bizans ve Fars tesiri Osmanlı’yı yıkıcı olarak korkunçtur” diye söylediğini unutmayalım. Bu hüküm başkaları için de geçerli diyebilirim. Abbasiler döneminde, o zamana kadar Farsça neredeyse unutulmak üzereymiş. Arapçanın hâkimiyetinde, ki Arapça, Kur’an mucizesiyle beraber, sahabeyle beraber gelmiş, çok güçlü olarak gelmiş. İran milleti yenilmekle beraber, medeniyet olarak da, kültür olarak da yenilmiş ve artık neredeyse tamamen ortadan kalkacak gibiyken, Abbasiler Farsçayı, o eski adetleri diriltmişler ve Bağdat’ta Abbasilerin sarayı, eski İran şahlarının sarayı gibi bir şeye dönüşmüş. Emeviler’de böyle şeyler yoktu. Daha meşhur bir örnek vermek gerekirse, Büyük İskender, İran’ı işgal ettikten sonra, kısa zamanda Pers adetlerini benimseyerek, Pers kralı gibi davrandı. Onu terk eden Yunanlılar “Sen ataların adetlerini terk ettin,” diye onu bıraktılar. Peki neyi benimsedi? Yendiği düşmanın adetlerini benimsedi.
11. asırda meşhur bir İranlı şair ortaya çıkıyor: Firdevsî. Ve Şehnâme diye bir eser yazıyor. Bu eserinde eski İran şahlarını anlatıyor. İranlıların Turanlılarla savaşlarını anlatıyor. Orada Turanlılar Türkler oluyor ve Türkler sürekli kötüleniyor. Çok iğrenç tasvirler var. Ve orada kahramanlar eski İran şahları. Halbuki Persler Müslüman değil miydi? Ama övdükleri şahlar Müslüman değiller. Peki Firdevsî niye böyle bir şey yapıyor? Hâlâ İslam’a karşı Pers milletinin varlığını idame ettirmesi, kendini gösterebilmesi ve bir şekilde güçlenip geri gelmesi amacı var bunda. Ki bu şiirini gidip Gazneli Mahmud’a okuduğunda, ikbal beklerken reddedilmiş “Sen kavmiyetçilik fitnesi çıkarıyorsun,” diye. Gerçekten öyle, okuyanlar da bunu görür Şehnâme’nin nasıl bir eser olduğunu. Firdevsî orada bizzat şöyle diyor: “Ben otuz sene çok çile çektim ama Acemi Farsçayla dirilttim.”
İran Devrimi’nde şahın heykelleri yıkıldığı hâlde, Firdevsî’nin heykellerine dokunulmadı. Firdevsî çok sevilir İran’da. Hâlâ da seviliyor. Halbuki bu adam sürekli eski İran şahlarına atıf yapan bir insan. İran madem Müslümansa bu bir çelişki değil mi? Demek ki derin köklerde fikirleri aynı. Şimdi bir İranlıya, “niye sevmiyorsun?” diye, Hazreti Ömer hakkında sorarsanız, cevabı şudur: “O bizim İran’a geldi, bu kadar katliam etti.” Peki, ölenler Müslüman mıydı? Değil. Niye o zaman onlar için üzülüp de Hz. Ömer’e düşmanlık ediyorsun deyince, dili tutulur. Çünkü onların kavmiyet davası var. Ve Şiilik bunun maskesi. Hala İran’da, Hazreti Ömer’in katili milli bir kahramandır. Hazreti Ömer’e düşmanlıkları onların imparatorluklarını yıkan Araplara düşmanlık anlamında. Dolayısıyla bu da İslam düşmanlığına çıkıyor. Ama Şia bunun maskesi oluyor. “Aslında halifelik Hazreti Ali’nin hakkıydı, diğerleri gasp ettiler,” gibi bir iddiayla, kendilerini İslam düşmanı sıfatından güya soyutlamış hatta hak tarafındaymış gibi göstererek kendi amaçlarını gütmeye devam ediyorlar. Üstün Pers siyaseti bu. Pers milleti, şu kadar yüzyıl boyunca İslam hâkimiyeti altındayken, kendi farklılığını daima korumayı başarmış. Şia kisvesi de, Pers milletinin bir yerde kendini koruduğu bir sığınak olmuş. Yani mezhep olarak Müslümanlardan farklı bir pozisyondayken, beraberinde İranlılığını, Persliğini de korumuş. En sonunda İran Devrimi ile beraber tekrar gayet ciddi şekilde Pers İmparatorluğu hayali ortaya çıktı.
79 İran Devrimi ve sonrası
Devrim öncesinde Amerikan güdümünde köleleşmiş bir İran devleti vardı. Devrimle beraber o güdümden çıktı İran devleti. Ondan sonra İran’ın Saddam’ın nükleer reaktörü hakkında İsrail’e istihbarat vermiş olması, Irak ve Afganistan’ın işgalinde açıkça Amerika’yı desteklemiş olması, İran’ın Amerika’nın piyonu olduğu anlamına gelmez. İran’ın eski devlet başkanı Ahmedi Nejad bunu açık açık itiraf etmişti. “Biz Irak işgal edilirken, Afganistan işgal edilirken Amerikan askerine yardım ettik,” diyor. Zaten itirafına gerek yok, bunu herkes alenen gördü. Bunun ihanet olduğu açık ama esas olarak görülmesi gereken, İran’ın kendi Pers İmparatorluğu siyasetidir. İran kendi hesabına düşmanlar arasında seçim yapıyor, önünü açmaya çalışıyor. Bu, onun kendi adına izlediği stratejinin gereğidir. Dışarıda kandırmak istediği kitlelere başka türlü masallar anlatabilir. Ama açıkça herkesin görebileceği şekilde, aslında İran Pers İmparatorluğu hayalini gerçekleştirmek için kendi önünü açıyordu. Düşünün, Afganistan’da güçlü bir Taliban rejimi, Irak’ta güçlü bir Saddam. Bunlar varken, Pers İmparatorluğu hayal edilemez. Önce etrafındaki duvarların yıkılması lazımdı. İran da bu noktada menfaatlerinin kesiştiği Amerika’ya bu maksatla hizmet etti. Amerika, İsrail hep Müslümanlarla uğraşırken, İran kendini güçlendirmeye baktı. Sözde bir İsrail düşmanlığı, sözde bir Amerikan düşmanlığıyla yaptı bunu. Ama İsrail’le de, Amerika’yla da savaşanlar başkaları. Ve onlar savaşıp ezilip ortadan kalkınca da oraya oturup parsayı toplayan hep İran oldu. Ve biz hep, “Şia ihaneti”, “Bu Şiiler zaten hep İslam düşmanı, hep bizi arkamızdan vurdular” diyerek buna kızdık. Ama daha geride, Şia paravanının da arkasında Pers İmparatorluğu hayalini es geçtik. Zaman zaman bunu söyleyenler oluyor, sonra gürültüye gidiyor hep. Yani büyük resim kaçıveriyor. Bir Şia meselesine düğümleniveriyor. Hâlbuki öyle değil.
Azerbaycan – Ermanistan savaşı bu siyasetin sağlam bir göstergesidir. O savaşta İran Ermenileri destekledi, niye? Çünkü Azerbaycan şia mezhebinden olsa da İran’ın emrinde değil. Haliyle İran Azerbaycan’ın düşmanı olan Ermenistan’ı destekliyor. Hani “Şia ihaneti” diyoruz ya… Şia ihanetiyse niye Şia’ya ihanet ediyor? Azerbaycan da Şia değil mi? Demek ki mesele Şia değilmiş. Pers İmparatorluğu’ymuş. Ermenistan’ı desteklerken, kendi güdümünde olmayan başka bir Şia devletini bir şekilde güçsüz düşürüp ileride oraya sızabilmenin hayali peşinde İran. Yoksa o da Şia, bu da Şia. O zaman Azerbaycan’ı desteklemesi lazım değil mi Ermenistan’a karşı? Halbuki 1991-92’den beri İran açıkça Ermenistan’ı destekledi Azerbaycan’a karşı. Çünkü kendi kontrolünde değil orası, bilakis kendi kontrolüne almak istediği yer.
“Şia hilali” hadisesine gelince… Tarihî “Persia” hayalinin sınırları içinde Arap ülkeleri var. Buralara “Biz Persiz, zamanında buralar bizimdi” diyerek gidilmez. En doğrusu oralarda yaşayan Şii nüfusu kullanmaktır. Suriye’de Nusayriler, Irak’ta Caferîler, Lübnan’da yine Caferîler… Yemen’de de Zeydîleri belli bir oranda Caferîleştirdiler. Bu sayede bir zamanlar hükmettiği ülkelere yayılma imkanı buldu İran.
Öte yandan Tacikistan’a gitmek için “Farsça konuşan ülkeler” diyerek tezgah kurdu İran. Tacikler Fars kökenli ama Şia değil. O zaman hiç Şiiliği veya dini bir unsuru kullanmaya ihtiyaç duymadan soydaşlık üzerinden gitmeye çalıştı İran. Yani tıkır tıkır işlettiği bir plan var: Pers İmparatorluğu hayali.
Savaş
Sonuçta İran’ın yayılmaya çalıştığı toprakların önemli bir kısmı aynı zamanda İsrail’in “vadedilmiş topraklar” diye gördüğü; onun da kendi hayalindeki imparatorluğu kurmak istediği topraklar. Saddam yıkılırken İran ve İsrail’in emelleri kesiştiği için ikisi de kazançlı çıktı. Taliban yıkılırken Amerika’yla İran’ın emelleri kesiştiği için yine iki taraf kazançlıydı. O gitti, bu gitti. Kim kaldı ortada? Artık beraber dövecekleri bir düşman kalmadı. Suriye’de de aynı hesap... Esed’i İran açıkça destekledi. İsrail de sünni bir devrim ve o devrimin tetikleyeceği devrimler silsilesine mani olmak için İran’ın Suriye’de at koşturmasına ve Esed’in ayakta kalmasına rıza gösterdi. Ama şimdi o da kalmadı.
İsrail, gerçekten bu topraklara yayılmak istiyor. “Biz Mesihi bekliyoruz” diyor adamlar. Onlar kendi inançlarında “Akiva günü Mesih gelip seslenecek, yeryüzü cennet olacak” diye inanıyorlar. Ve artık bunun zamanı geldi diye bir düşünce onlarda hakim. O yüzden çılgınca şeyler yapıyorlar. Ve özellikle bu amacın peşinde olanlar Netanyahu’yu durmadan ittiriyor: “Sen bunu yap” diye. O da buna gönüllü. Bu amaç doğrultusunda önce İran’ın stratejik derinlik sağladığı, buralarda kullandığı kuvvetleri ezmeye karar verdi ve ezdi. İsrail’in böyle bir şey yapacağını belki beklemiyorlardı. Hizbullah’ın bir anda böyle çok kolay saf dışı kalması çok büyük hezimet. Sonrasında okların İran’a yöneleceği belliydi. Amerikan’ın Şah zamanında kurduğu bir nükleer program var orada. Ama o zaman İran Batı eksenindeyken iyiydi. Batı ekseninden çıkınca kötü oldu onlara göre. Ve tabii ki bunu bir tehdit olarak görüp durdurmak isteyeceklerdi.
Öte yandan İran rejimi devrim öncesinden beri Sovyetlerle beraberdi. Sovyetlerin büyük desteğiyle devrim oldu. Ondan sonra İran Rusyayla sıkı müttefik olarak yoluna devam etti ve peşinden Çin’le ittifak kurdu. İran’ın bu şekilde kendine müttefikler bulması da Pers siyasi dehasını gösterir. Sonuçta Çin emperyal bir güçtür. Rusya da emperyal bir güçtür. Üstelik bunlar koyu İslam düşmanıdır. Amerika, İngiltere ve İsrail de birer emperyal güç ve bunlar da koyu İslam düşmanı. Bunların yanı sıra daha küçük olarak Türkiye de bir gün Osmanlı hayalleri görmeye müsait bir emperyal güç adayı. Ve İran da, tarihi Pers İmparatorluğu’nu diriltme emelleri peşinde koşan bir emperyal güç adayı. İşte bu tablo içinde İran kendi hesabına en tehlikeliden en az tehlikeliye doğru düşmanlarını sıralamış, bunların kendi aralarındaki rekabeti görmüş ve ona göre ilişkilerini kurmuş. Bu tavır romantik değil son derece mantıklı bir siyasetin ürünüdür, model olarak örnek alınmayı hak eder.
İran yalnız kalmamak için Rusya’yla ve Çin’le daima ilişkilerini iyi tuttu dedik. Binlerce Çin askeri var şu an İran’da. Çinlilerin yatırımlarını koruyor adamlar. Ayrıca binlerce Rus var askeri danışman vs. sıfatıyla İran’da. Yemenli Husilere asıl silahları veren de Çin. Belli teknolojiler ve belli yardımlar yine Çin’den geliyor. Hem nükleer güç hem de siyasi güç olarak Rusya İran’ın yanında. Böylece karşısında Amerika ve İsrail varken tek başına kalma tehlikesini bertaraf ediyor İran.
Şu çok söylendi: “İsrail kötü, İran da kötü. Bunlar birbirlerini vursunlar...” Sadece bu noktada kalmak eksik bir bakış olur. Evet, İran Pers İmparatorluğu hayali peşinde ve Müslümanlara karşı işlediği mezalim Amerika ve İsrail’e nisbet yapacak seviyede şiddetliydi. Öte yandan daha tehlikeli olanın İsrail olduğunu unutmamak lazım. Sonuçta İran’ın yapıp yapabileceği bir yerde sınırlı. Ama İsrail’in daha çok imkânı var ve daha tehlikeli. Allah korusun İran ve İsrail müttefik olursa o daha da tehlikeli. Batı’nın, İsrail üzerinden İran’ı çökertip diğer rakip kutuplar olan Rusya ve Çin’e de çok büyük bir zarar vermesi söz konusuydu. İran'ın Batı güdümüne sokulması demek, eğer başarabilselerdi, Batı için, İsrail için, Amerika için büyük bir zafer demektir. Bu durumda hem Türkiye Batı kuşatması tehlikesiyle karşı karşıya kalır hem de Arap devletleri ve özellikle Çin’e doğru açılmaya çalışan Suud rejimi köşeye sıkışır. Bu gerçekten korkulması gereken ihtimaldir.
İran’ın müttefikleri böyle bir senaryoya razı olacak değildi ama İran için savaşacak da değillerdi. İran aldığı yaralara ve küçük düşürülmeye rağmen savaşı en düşük seviyede götürerek kendi hesabına iyi bir siyaset yürüttü bence. Çünkü İran’ın İslam ümmeti için fedailik yapmaya niyeti yok. Eğer olsaydı, Irak, Suriye ve Lübnan’daki Şiileri de doğrudan savaşa sokar ve kendisi de her şeyiyle savaşırdı. Son derece zor şartlarda savaşan Hamas’ın yaptıklarının yanına bile yaklaşamayan İran, Pers İmparatorluğu hayali peşinde olduğundan, hayalini ve kendini kurtarmaya baktı. Saddam gibi elinde ne varsa hepsini kullanıp sonuna kadar savaşacak değildi. O şekilde savaşırsa Amerikan savaş makinesi karşısında çok ağır yara alacağını biliyor. Muazzam bir bombardımanla İran şehirleri yıkılırdı. Belki İran gene ayakta kalırdı diyelim ama uğradığı zararın telafisi olmazdı.
İsrail İran’ın genelkurmay başkanını yatağında öldürüyor, Devrim Muhafızları Komutanını öldürüyor, İran ise düşmana çok küçük zararlar verebiliyordu. Herkes bunu gördü. Ama belki de İran bu kadarla yetinmesi gerektiğini gördüğü için öyle hareket etti. Elinde daha güçlü silahlar varsa bile kullanmamayı düşünmesi en makul hareketti. Mesela Kanuni Nahçıvan seferinde İran'a girdiğinde Şah Tahmasp ordusuyla beraber dağlara çekildi; Osmanlı ordusunun karşısına çıkmadı, çünkü yenileceği kesindi. Bu korkaklık değildir. Bunu korkaklıkla açıklamak çok yanlış bir davranış olur. Koca bir filin karşısına çıkılmaz ki. Bu savaş dediğin şey düello veya satranç maçı değildir. İki tarafın da amacı kazanmak, kazanamıyorsa kaybetmemek. İran da kendi hesabına bir Pers İmparatorluğu stratejisini izleyerek bugünlere geldi ama bu kendisine çok pahalıya mâl oldu. Çok büyük yatırım yaptı, çok para harcadı, çok insan harcadı, çok zulmetti. Çok da düşman sahibi oldu ama eline hiçbir şey geçmedi. Yani Pers İmparatorluğu hayali burada akim kaldı. Bu durumda İran'ın kendi elindeki ülkesini kaybetmemesi gerekliliği doğdu. O yüzden İran, düşmandan yediği darbeyi sineye çekip işler daha kötüye gitmeden savaşın bitmesi için uğraştı. Yani İran, Pers İmparatorluğu hayallerini uzak bir istikbale erteleyip, şimdilik yıkılmamak daha iyidir diyerek mantıklı hareket etti. Sonuçta İran bu savaşta kendini kurtarmayı başarmış oldu. Bunları hesaba katmaksızın sadece basit şekilde İran-İsrail Savaşı diye yaklaşmak yanlış. İran burada mantıklı hareket ederek savaşı ölüm kalım savaşı şekline sokmaksızın kendini ayakta tutmayı başardı.
İran Ayakta Kaldı, İsrail Çuvalladı
Ve herkes şunu gördü. Amerika artık Irak'ı işgal ettiği, Afganistan'a saldırdığı zamanlardaki gibi değil. Başka planları, başka gündemleri var. Artık Amerika'nın Ortadoğu hesapları zayıflamış durumda. Trump saldırı emri verince şunu düşündük: “İsrail ahmak fili savaşa soktu.” Ama göstermelik bir saldırı oldu. Sonra İran da göstermelik bir füze salladı Amerikan üssüne. Sonra hadi barışalım oldu. Bir ara Hürmüz Boğazı'nı kapatırız dedi İran. Hürmüz Boğazı'nı kapatmayacağı belliydi. Kapatamaz. Çünkü Hürmüz Boğazı'ndan çıkan petrol en çok Çin'e gidiyor. Bu Çin'i zora sokar. Ve bunu yapması durumunda İran bir sürü başka güçlü ülkeyi de karşısına alabilecek derecede tehlikeli bir duruma düşebilirdi. Yapmadı. Şantaj yaptı sadece. Tehlike büyümedikçe buna kalkışmaz İran. Böylece zaten buralara dönmeye hevesli olmayan Amerika’yı daha fazla kızdırmayarak Netanyahu’ya istediğini vermemiş oldu. Netanyahu da başlattığı savaşı, her zaman Amerika'yı buraya getirebiliyoruz, gene getiririz düşüncesiyle şuraya kadar getirdi ama sonuçta Amerika'yı getirememiş oldu. Burada Netanyahu kaybetti.
İsrail, İran'ın kolunu kanadını kırmak, belki rejimi değiştirmek amacında olmuş olabilir ama en çok İsrail'in istediği, beklediği şey şu: Vaat edilmiş topraklar olarak gördüğü coğrafyada İran'ı görmek istemiyor. İran'ı geri itti. Öbür taraftan İsrail eğer İran'ı yıkmak istediyse yıkamadı. Ama yok İsrail İran'ı buradan dışarı itip kendi Pers merkezine hapsetmek istediyse İsrail bunu başarmış oldu. Ama orada şu da var: Her ne kadar İran'ın attığı füzeler ciddi bir zarar vermiş olmasa bile Aksa Tufanı'ndan beri artık İsrail'in dokunulmaz olmadığı gerçeği tamamıyla tescillendi. İran bile İsrail'e dokunabiliyor artık. Tabii bunun asıl şeref sahibi Hamas'tır. Hamas o Demir Kubbe'yi deldi, İsrail’in içine girdi. Oradan İsrail askerlerini öldürdü, esir aldı, getirdi. Bu çok büyük başarı. Onun peşinden bugün İran'ın asgarî düzeyde verdiği cevapla bile İsrail'e dokunabilmiş olması, İsrail'in bin bir yalanla elde ettiği ve herkese yutturduğu dokunulmazlık imajını yıkmış oldu.
İslam Dünyasının Kazancı Amerika’nın Geri Çekilişi
Burada kâr eden İslam dünyası oldu. Niye kâr etmiş oldu? Bir defa Müslümanların başına bela olan Pers İmparatorluğu rüyası baltalandı. Sonuçta İran kendi coğrafyasına çekilmek zorunda kaldı ve herkes de iyice farkına vardı İran'ın ne olduğunun. Ayrıca İsrail, 67 Savaşı'nda Müslümanları madara eden İsrail değil. Zaten bölünmüş ülke. Ve artık o İsrail eskisi gibi Batı'dan çok büyük müttefikler bulup getirip de bu coğrafyada kullanamıyor. Artık İsrail taşınamaz bir yük. Batı'da belli bir kesim, “İsrail şöyle vahşi katil” diye değil, bunun sebep olduğu problemler artık fatura olarak bize çok ağır geliyor diye İsrail'den uzaklaşıyor. En azından Netanyahu'dan kurtulmak, İsrail'in sınırlarını çizip tamam artık daha savaş olmasın, anlaşmayla bu işi bitirelim, Filistinlilere bir devlet verelim ve bu mevzuyu kapatalım noktasında olan çok. İngiltere de bu noktada mesela. Amerika da zaten Trump başındayken beni ilgilendirmiyor noktasında. Özetle, İsrail yıkılmasın ama artık canımızı sıkmasın havasındalar. Trump'ın bu saldırıyı yapıp sonra İran'ın da bir iki tane füze sallamasına müsaade edip hadi barışın demesi bunu gösteriyor. Şöyle bir örnek vereyim tarihten. Kanuni 1529'da Viyana'yı kuşatıyor fakat alamıyor. En sonunda artık kuşatma çok zor geldi, çok uzadı falan diye Osmanlı çekiliyor. O zaman Viyana'daki Venedik elçisi kendi hükümdarına şöyle bir mektup yazmış: “Osmanlı'nın buraları alıp yönetecek gücü yoktur.” Çünkü o hırs kalmamış. Osmanlı biraz daha geride Yavuz zamanında Mısır'a kadar gitti. Sina Çölü'nü geçip Mısır'ı alıp gelmek çok büyük aksiyon. Ama İstanbul'dan kalkıp Viyana'ya kadar gidip de eli boş geri dönmek; artık yorulmuş, eskisi kadar dövüşme hırsı kalmamış, hala gücü olsa bile enerjisi kalmamış, motivasyonu zayıflamış bir Osmanlı imajını ortaya çıkarıyor. Ki Kanuni zamanında o büyük kuvvete rağmen fütuhatın azalması ve gitgellerin çoğalması bunu gösteriyor. Aynı onun gibi bugün Amerika Irak'ı terk etti. Saddam'ı yıktı da ne kurdu? Hiçbir şey yok. 20 sene uğraştı Taliban’la, Afganistan'ı işgal etti, savaştı, bıraktı gitti. Yani işleri hep yarım. Zaten önceden de aslında Amerika'nın işleri yarımdı. Kore Savaşı'na girdiler, yenildiler. Güç bela bir Güney Kore, Kuzey Kore kurup paçayı kurtardılar. Vietnam'da yenilip geri çekildiler. Irak'ı işgal ettiler. Oraya özgürlük getiriyoruz, yeni düzen kuracağız dediler. Hiçbir şey kuramadan bırakıp gittiler. Afganistan'da hakeza, Taliban'ı yıktılar. Oraya bir düzen kurmaya çalıştılar, kuramadılar. Sonra da lanet olsun deyip gittiler. Bu kadar büyük bir devlet yaptığı her işi bu kadar yarım bırakıp gider mi? Demek ki aslında Amerika başından beri karton devletmiş. Şimdi hem İran, hem Çin, hem Rusya, Amerika'nın sonuna kadar gidemeyeceğini gördüğü için burada hep beraber dayandılar. Sonuçta Amerika'nın artık burada olmadığını görmüş olarak Müslümanlar kazandı desek yerinde olur.
En büyük kazanç Türkiye adınadır. Türkiye biliyor ki burada artık eskisi gibi Amerika yok. Bunu gördü. Herkes gördü. Ve Arap rejimleri de bunu sorgulayacaktır. Yani eskisi gibi burada Amerika'nın sözü geçmiyor. Her istediğini yaptıramıyor diyerek bağımsız bir siyaset izleme gibi bir takım düşünceler büyüyüp gelişebilir. Ondan sonra İsrail kendisini eskisi gibi kuvvetli görmeyip bir geri çekilme planı gibi bir şeylere girebilir veya ya hep ya hiç deyip nükleer silahın düğmesine basabilir. Bu tabii en korkunç senaryo oluyor ve Yahudi bunu yapmaya müsait. Bu olmayacak bir şey değil. Bunu hesaba katmamız gerekir. Şu an artık İsrail'in İslam alemine karşı nükleer silah kullanmaktan başka şansı kalmadı. Artık eskisi gibi yanında Amerika yok. Ve hele ki bu olaydan sonra İngiltere veya Fransa gibi güçlü devletler askeri olarak Amerika'nın yapamadığını yapmaya gelmez buraya. Çünkü güçleri yetmez. Mesela bir Fransa gelip Türkiye ile savaşamaz. Bir İngiltere gelip Mısır'a savaş açamaz. Bunlar 100 yıl önceydi. Şimdi bambaşka bir dünya var.
Bu hadisenin akabinde Türkiye Arap devletleriyle daha fazla yakınlık kurabilir. Buna zemin hazır. Amerika'nın buradan daha çok hızlı uzaklaşması, beraberinde Ortadoğu'nun Amerikan ekseninden uzaklaşması mümkün. Artık Suud rejimi Yuanla petrol satıyor Çin'e. Yavaş yavaş petrol ticaretinde doların hakimiyeti kaybolabilir. Bu Amerika'yı iyice geriye iter. Ve dünyanın ekseni bir anda, Asya'ya doğru kayabilir.
Şu an Türkiye'de devlet dünyanın nereye gittiğini önceden iyi çözümlemiş olarak attığı adımlarla bugün kendini çok avantajlı bir noktaya getirdi. Bu NATO güdümünde olan bir hadise değil.
İran bundan sonra Pers İmparatorluğu hayallerini erteleyip kendi içini toparlamaya çalışır. Çünkü orada çok büyük bir ajan yapılanması var belli. Genelkurmay Başkanı'nın kendi yatağında öldürülmesi korkunç bir şey. Adamlar demek ki isteseler Hamaney'i öldürebilirlermiş. Belki bunu yapacaklardı. Bu çok rahatsız edici bir durum. Buna rağmen İran çözülmemeyi de başardı. Bu kadar sızmaya, kendi içindeki ajan yapılanmalara rağmen İran yıkılmadı. Bunu başarmış olması da İran için başarı sayılabilir. Ama bundan sonra İran'ın yapacağı şey oraya buraya koşa koşa gitmeye çalışmak yerine kendini hesaba çekmektir. Zaten orada korkunç bir fakirlik var. Mevcut rejime karşı nefret var. Şimdi İsrail'le savaş vesilesiyle milliyetçilik üzerinden iyi kötü millet biraz birbirine tutundu falan ama Kumandan’ın dediği gibi silahlar susunca ne yapacaksın? Yarın artık senin İsrail'le savaşman gibi bir tehlike yoksa, hala İsrail diyerek insanları idare edemezsin. 40 yıl zaten böyle gitti. Ve buna rağmen büyük bir nefret ortaya çıktı. O zaman İran kendi içinde bazı şeyleri düzeltmesi gerektiğini fark ederek kendi içinde büyük değişikliklere gidebilir.
Amerika ve İsrail bize devlet verecek diye olmadık işler yapan, Kürdistan'ı kuracağız zanneden Kürtçüler işin öyle olmadığını görüp buradaki kendi din kardeşi olan insanlarla kaynaşmak gibi bir yola girebilirler. Sonuçta mecburiyet de hayırlı bir şey yaptırır insana.
Türkiye'ye çok iş düşüyor. Bu coğrafyanın asıl lideri ve yöneticisi olarak Türkiye, Osmanlı'dan kendisine tevarüs eden vazifeyi, misyonu üstlenip tekrar bir İslam İmparatorluğu olma yolunda adım atmalıdır. Zaten artık Mısır'la bile belli noktalarda bir uyuşma gözüküyor. Bu hızlanabilir. Peyderpey diğer Arap rejimleri içerisinde Müslümanlara yönelik baskılar azaltılabilir. Biz Osmanlı olup da Mısır'ı vilayet, Suriye'yi sancak yapalım falan gibi bir şey söylemiyoruz. Nedir peki? Devletlerin bir araya gelip bir ittifak kurmuş olarak bünyeleşmeye gitmesi söz konusu olabilir. Sonra bu bünye bir halife bile çıkarır içinden. Ama önemli olan burada Türkiye'nin bu önderliği yapması ve bunu İslam mantalitesiyle yapması. Basit bir Türk milliyetçiliği gibi bir şeye girmeden, Osmanlı gibi davranabilirse olur. Osmanlı daima fedakârlık yapan, bütün Müslüman alemi için savaşan, hep kendi kanını döken bir devletti. Kimseyi sömürmedi. Arap milleti çoğunluk olarak Türkleri ve Osmanlı'yı sever. Yabancılaşmış adamlar ve onların tepesindeki kukla devlet başkanları yüzünden orada bir bozukluk var ama onlar da bu şartlarda yumuşayabilir. O zaman bu durumdan çok büyük kâr elde edilir. İran'a da tamam sen Şia'sın, otur oturduğun yerde, bir daha da sahabeye sövüp Müslümanlarla uğraşma diye yer gösterilip sınırı çizilebilir. İran'la da olacak odur. Esas olarak burada Müslümanlar birlik kurup halifeliği bina ederlerse bir daha İran gibi sahte kurtarıcılara, “biz Kudüs'ü İsrail'den kurtaracağız” diye masal okuyanlara meydan kalmaz. Ve asıl vazifesini yapması gereken Müslümanlar da emaneti yüklenir.
Henüz savaşın bittiği kesin değil. Belki Netanyahu ve ekibi ne yapıp edip Amerika’yı İran’a saldırtabilir. O ihtimal zayıf ama yarım kalmış savaşta Netanyahu çuvallamış durumda ve topun ağzında. Bu şartlar altında nükleer silaha bile el atmaktan çekinmeyecek olan Netanyahu ve arkasındakiler her türlü numarayı deneyecektir. İran ise ölüm kalım savaşı vermek zorunda kalmadığı sürece savaşa asgari seviyede devam eder. Eğer iş ölüm kalım savaşı noktasına gelirse, gerisini sağ kalanlar düşünsün desek pek yanlış olmaz.