Bir ülkenin hazinesi; bir grubun ellerinde, bir milletin sırtında taşınır hâle geldiyse, orada ekonomi değil; sömürü vardır. İşte Türkiye’deki büyük problem, ta ki kurulduğu günden beri, bu sömürünün sistemleşmiş olmasıdır. Rant, düzenin kendisi hâline gelmiştir. Her büyük servet hikâyesinin ardında ya bir kamu arazisi ya bir enerji lisansı ya bir imar kararı yahut talan çıkmaktadır. Bu da halktan alınanın, halka dönmeden arada kaybolması demektir.
Bugün ajanslara düşen, bir sanatçının, bir ömürlük emeğini 18 milyon dolara satması, başlı başına bir ekonomi haberi olarak değil, bu ülkenin ruh hâlini gösteren bir işaret olarak okunmalı. Sezen Aksu gibi onlarca yıl boyunca adına sanat dedikleri dünyada iz bırakmış bir ismin bütün bestelerini bu bedele devretmesi, aslında onun beceriksizliği değil, içinde yaşadığımız düzenin ölçüsüzlüğüdür. Onun yaptığı sanat mıdır, ortaya koydu şeyler eser midir, bunları sattığı mihrak Yahudi midir falan bakın bundan bahsetmiyoruz, mesele bu değil. Mesele, günün otoritelerince kabul görmüş bir ismin, ömrünün son demlerinde hayatı boyunca ortaya koymuş olduğu tüm verimlerin değeri. Zira aynı ülkede birkaç senelik bir inşaat girişimiyle, devletle kurulan doğru temaslarla, 9-10 milyon dolarlık servet edinmek sıradanlaşmış durumda. Burada mesele Sezen Aksu değil; kıymetin neye göre biçildiği.
Bugün Türkiye’de “servet”, üretimle, sanatla, ilimle değil; imarla, ihale ile, kamu ile kurulan gayrimeşru temaslarla belirleniyor. Rant, artık bir ekonomik faaliyet değil; devletin imtiyaz dağıttığı gizli bir ulufe mekanizması hâline gelmiş durumda. Ve bu mekanizma, sadece zenginleri değil, fakirleri de ezen bir adaletsizlik düzeni doğuruyor. Çünkü servet adaletle değil; ayrıcalıkla dağıtılıyor. Bu ayrıcalığın kaynağını ise milletin malı olan kamu kaynakları teşkil ediyor.
Bir ülkenin hazinesi; bir grubun ellerinde, bir milletin sırtında taşınır hâle geldiyse, orada ekonomi değil; sömürü vardır. İşte Türkiye’deki büyük problem, ta ki kurulduğu günden beri, bu sömürünün sistemleşmiş olmasıdır. Rant, düzenin kendisi hâline gelmiştir. Her büyük servet hikâyesinin ardında ya bir kamu arazisi ya bir enerji lisansı ya bir imar kararı yahut talan çıkmaktadır. Bu da halktan alınanın, halka dönmeden arada kaybolması demektir.
Peki bu nasıl mümkün oluyor?
Çünkü ölçü yok. Ölçü olmadığında hak ve haksızlık arasındaki çizgi silinir. Kim ne kadar almalı, kim ne kadar kazanmalı, kime ne düşmeli… Bunların hepsi belirsizleşir. Ölçüsüzlük, sadece ekonomiyi değil; ahlâkı da çürütür. İnsanlar alın terine değil, “fırsat”a yönelir. Gençler, bilimle, sanatla değil; network ile zengin olmanın yollarını arar. Toplum, değerini kaybeder. Hak, hileye, liyakat lobiye kurban edilir.
İşte Büyük Doğu-İBDA’nın bu noktada ortaya koyduğu temel ilke şudur: Ölçü, hakikatin mihengidir. Mülkün sahibi Allah’tır. Ve ancak Allah’ın koyduğu ölçüler ile yapılan bir taksim, adalet doğurur. Bugün Türkiye’de yaşanan adaletsizlik; sadece ekonomik değil, ontolojiktir. Çünkü mülkün kaynağı belirsizleşmiş, hakla bâtıl yer değiştirmiştir.
Devletin kaynakları; halkın vergisiyle, emeğiyle birikmiş servettir. Bu servet, kamu ihaleleri, özel teşvikler, aflar ve imar oyunlarıyla belli zümrelere aktarılıyorsa, bu bir soygundur. Üstelik hukukî kılıfla yapılan bir soygun… Bu soygunu durdurmanın yolu, sistemin kendisini değiştirmektir. Reformlarla, yönetmeliklerle değil; köklü bir rejim değişimiyle…
Bugünkü cumhuriyet rejimi, halkın değil; elitlerin cumhuriyetidir. Mülkün Allah’a değil, “devlet”e ait olduğu zannıyla yönetilmektedir. Devletin kendisi kutsallaştırılmış, onun tasarrufları sorgulanamaz hâle getirilmiştir. Oysa İslâm'da devlet; adaleti gerçekleştirmekle mükellef bir hizmet vasıtasıdır. Devlet, halkın emanetidir. Servet, bir imtiyaz değil; bir sorumluluktur.
Büyük Doğu-İBDA’nın teklif ettiği rejim; mutlak ölçüleri merkezine alan bir adalet nizamıdır. Bu nizamda devlet, rant dağıtan değil; hakça paylaşımı temin eden bir mekanizma olacaktır. Kamunun malı, kamuya dönecek. Servet, üretime, ilme, emeğe göre değer kazanacak. Ve en önemlisi, herkes ne kazandığını değil; nasıl kazandığını sorgulayacak.
Zira mesele ne kadar zengin olduğumuz değil; zenginliğin kaynağıdır. Sezen Aksu’nun 40 yıllık emeği bir yana, devletle kurulan bir ilişki sayesinde birkaç yılda elde edilen servet, işte bu ölçüsüzlüğün fotoğrafıdır. Bu tablo, yalnızca ekonomik adaletsizliği değil; ahlâkî iflâsı da gösterir.
Bu iflâstan çıkmanın tek yolu; hakiki ölçüye, yani İslâm’a dönüşle mümkündür. Çünkü yalnızca İslâm, mülkün sahibini doğru tayin eder. Yalnızca İslâm, serveti bir emanet olarak tanımlar. Ve yalnızca İslâm, adaleti insanın merkezine yerleştirir.
Rant düzeni değişmeden, gelir adaleti sağlanamaz. Gelir adaleti sağlanmadan, sosyal huzur mümkün değildir. Bu değişim ise kökten bir ruh ve rejim değişimini gerektirir. O ruh, Büyük Doğu-İBDA’nın taşıdığı ruhtur. Ölçünün yeniden dirilmesiyle, zulmün düzenine karşı adaletin düzenini kuracak olan ruhtur bu.
Ve işte bu ruh, bugün bize sadece bir iktisat eleştirisi değil; bir istikamet teklifidir.