Ekonomik büyümenin tut tutabilirsen durumuna rağmen insanın yaşaması için gerekli ihtiyaç maddesi fiyatlarının dingonun ahırındaymış gibi başıbozuk şekilde artıyor olmasına milletin tepkisi malum.

Temel ihtiyaçlardan olan “barınma” meselesinde kiraların uçuşa geçmesi ayrı mevzu, üniversitelerin açılması sebebiyle yurt ücretlerinin artması da ayrı mesele, üniversite çevrelerinde “öğrenciye kiralık” tabelalı “odacıkların” resmen soygun kıvamındaki ücretlendirilmesi esas mesele olarak ortada, ki bu AHLÂKÎ bir sorundur. Tek odaya 1000-1,500 ücret istenmesi ahlaksızlık olduğu gibi, Türkiye gazetesinden Gülenizm+Adnanizm+Akp yandaşlığını aynı anda “cem” eden küçük bir yazarın, normal bir semtte, asgari ücrete denk 2,700’lık kiraya normal demesi de aynı hükmündedir herhalde.

Erdoğan’ın zam furyasına karşı açıklamalarından sonra sahibinin sesi veznindeki tiplerin ortaya fırlayıp zamlardan şikâyet etmesi tabii, “ısır jo!”yu hatırlatıyor!

Erdoğan “zincir marketler” üzerinde durunca, bu arkadaşlar da nasılsa kaybedecek bir şeyleri yok, üstelik günlerce sürebilecek tam sayfa reklam veya gizli reklam yaparak para kazanma ihtimali var, “saldır jo!” kıvamında yürüyüp gittiler marketlerin üzerine!

Oysa iki-üç sene önce motorlu taşıtlar vergisine kanuna aykırı ve fahiş zammı yaptıklarında “saldır jo!” karakterli tipler, “yaygara yapma, öde, çek git; savunma sanayi için kullanılacak!” diye ahlâksızca yazıp çiziyorlardı.

Şimdi de BİM ve ŞOK “zincir marketlerine” saldırıyorlar. Elbette mahsuru yok, saldırsınlar. Ama emre binaen veya daha doğrusu kayıkçı kavgası (ucunda reklam geliri var) olarak değil.

[“Tavuk kuşbaşı” ki göğüsten yapılıyor, “zincir market” olan Çağrı’da 45, Migros’da 48, mahalle kasabında 24! Aynı firmanın ürünleri neredeyse. “Zincir market” denilenler, tarladan alış yapıyorlar, bir nevi kabzımallar, kurdukları şirketlerle bu alımları yapıp, diğer şirketlerine ve oradan da ‘‘zincir marketleri”ndeki tezgâha koyuyorlar, ama sorsanız onlara “alış fiyatı belli!” derler hatta birisi çıkmış “1 karla satıyoruz!” demiş utanmadan!]

İşin başında bu “zincir market” mevzusu arızalı zaten. Ülke dingonun ahırı gibi olduğundan, üreticiden aracısız aldıklarını satan yani hiçbir üretim katkısı olmayan marketlere “zincirleşme”, yani tekelleşme imkânı verilmiş! Bu marketler de üretici veya toptancıdan aldıkları malları 5-6 ay vadeli çeklerle satmaya başlamış. Her gün kasaya giren milyarlar, aynı gece bankalarda repoya, faize yatırılmış, oradan bir “artı gelir” daha elde edilmiş. Hem bedeli geç ödenecek çeklerle mal sat, günlük kaynak oluştur hem de o parayla her gece “artı gelir” elde et! “Zincir market” bu kadar kârlı kısaca! Bazı marketlerde sigara ve alkol satışı olmaması (istisnalar ayrı), sahiplerinin dindarlığından değil, bu malları satanların peşin çalışmasındandır, bunu da not edelim. Kiler “zincir market”in batışını bilen bilmeyene anlatsın bu arada.]

“Zincir marketlere” kızılıyor da, adamlar mevzuatın boşluğundan girip çıkıyor ve “serbest piyasa, size ne?” deseler kim ne yapabilir? Alt şirketlerle bu işi kotardıklarını ispatlasanız dahi, bunların ahlâksız olduğunu ifşa dışında cezai müeyyide nasıl uygulanır? Gerçekten! Bir sefihliği yok etmek için aynı şekilde mukabele mi edilir? Karaborsa yasak; serbest piyasa serbest ise, kime ne?

“Tarladan 1 bedelli almış alt şirketin, bu malı sana 7 olarak satmış, sen de 8,5 etiket koyarak satmışsın, bu şerefsizliktir!” demekten başka mevzuat içinde ne yapılabilir, gerçekten merak ediyorum.

***

İBDA’nın iktisadi ilkelerinden en başta geleni, SERMAYENİN DEHHAMELEŞMESİnin engellenmesidir. Buna asla izin verilmez, verilemez. Bu, oligarşik bir yapılanmanın önünün açılması, parayı kontrol eden Devlet yani Millet harici; ama onun üstünde bir zümrenin teşekkülüne izin vermek demektir.

Geçen günlerde kaybettiğimiz rahmetli Atilla Özdür abimizin neredeyse ömrü boyunca uğraştığı, sakıncalarını anlattığı meseledir bu.

T.C. devleti kurulurken bunu gördük. İş Bankası eliyle oluşturulan “Afaristler” bilinen husustur.

Devlet eli veya izniyle oluşturulan bu sermaye, yeni sistemi besleyecek, gerekli yatırımları yapacak, sistemin kontrolünü de sağlayacaktı. Öyle de oldu. TÜSİAD, 1971 Muhtırasının hemen öncesinde kuruldu, darbe oldu, “balans ayarı” yapıldı ve bizim “ÜÇ BİN AİLE DİKTATÖRLÜĞÜ” dediğimiz oluşum resmileşti.

Refah Partisinin hükümet ettiği dönemlerde “milli sermaye” denilen nesneye yönelik ataklar yapılmaya çalışılsa da, bunu beceren, belediye başkanlığı döneminden itibaren Recep Tayyip Erdoğan’dır.

TÜSİAD’a karşı MÜSİAD veya “milli sermaye” denilen küçük esnaf ve iş adamlarının desteklenmesi, sermayenin el değiştirilmesi olmasa da, bir dengenin sağlanması için, ihalelerde “milli sermaye” denilebilecek kişi/grupların öne çıkarılmaları elbette iyidir. Şimdiki nesil (80, hatta 90 doğumlular) pek bilmezler, “ekonomik cihat” denilen bir kavram icat edilmişti, “İslam Nizamı” için “güçlenmemiz” lazım, bunun için de kendimize ait “güçlü şirket ve holdinglerimiz” olmalı imiş, facia olan 80-90’lar boyunca devam eden “marklarla kurulan holdingler” bunun eseriydi, belediyeler ‘93 yılından itibaren Milli Görüş’ün eline geçmeye başlayınca “Almancı marklarına” ihtiyaç kalmadı, devlet gibi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesiyle ve kontrol altına alınan ilçe belediyeleri eliyle çok daha hızlı şekilde “milli sermaye” beslenmesi gerçekleştirildi.

Bu, dediğimiz gibi zararlı değildi ve gerekliydi.

Sonrası mühim.

Herkes adı çıkmış bu şekilde beslenerek büyütülmüş holdinglere odaklanıyor ama “şahsımın” daima dikkat çektiği oluşum, BİAT A.Ş.’dir.

Akıncılar teşkilatının bir dönem “reisliğini” yapmış olan Mehmet Güney’in kurduğu, İBB eliyle “beslenen” bu holding ve oluşum, yukarıda bahsettiğimiz “dehhameleşme”nin harikulade örneğidir.

90’ların ortalarına kadar Fatih’de, Fevzi Paşa Caddesinde, dergimizin bürosunun yanındaki iş hanında bizim bürodan bir oda fazla bir yerde adı var kendi yok şekilde idare eden BİAT A.Ş., doksanların ikinci yarısında Kıztaşı’nda apartman dairesine taşındı, aynı anda da İkitelli’de tamamen kendisine ait çok katlı binanın inşaatına başlayıp taşındı! 4-5 senede o noktaya geldi kısaca. Ve sonra tut tutabilirsen!

Mehmet Güney “gönül adamı mütefekkir” olarak bu günlerde dolaşıp dururken, 2010’lardan itibaren “fidan dikeceği kurum”un peşine düştü, açıkça talep de etti! Galata Mevlevihanesini teslim aldı, “İnsan ve Medeniyet Vakfı/Hareketi”ni kurdu, aynı dönemlerde kurulan Mehmet Fatih Çıtlak’ın “İnsan ve İrfan Vakfı” ile “sema dönmeye” başladı ki kendisi İskenderpaşa yani Nakşi bir yapıdan gelmektedir aslında. Bugün bürokrasi içinde, Cumhurbaşkanlığı kurullarında çok sayıda üyesiyle bulunmaktadır. “Kısa zamanda çok iş başarmak” böyledir herhalde. Sermayenin “dehhameleşmesi” nedir dense, BİAT A.Ş. bunun mükemmel örneğidir. (Eskinin “Müsge”siyle fingirdeşen diğer yapılar da o kadar olmasa da büyüdü tabii.)

[Devlete ait, 16 Nisan referandumu sonrasında oluşturulan bir kurul içinde yeralan birinin ismiyle (ismini bilmiyorum!), şimdi daha büyük bir koltuğu işgal etmiş Avrupa yakasındaki bir ilçenin belediyesinin devamlı nimet nimet dediği söylenen eski başkanı arasında “eski ihale hesaplarını temize çekme operasyonu” olduğuna dair dedikodular var. “Sağlıklı” bir bilgi edinemedim. Edinirsem tabiî yazarım.]

Gönül, sevgi, aşk, milli sermaye, milletin gücü vs. kavramlarla konuşmak, elde destekleyici enstrümanlar da (para!) varsa çevre oluşturmak oldukça kolaydır. 1993’den bugüne desteklenen ve “dehhameleşmesi” sağlanan “milli sermaye”ye (TÜSİAD gibi olanlara hariç) akıtılan finans kaynaklarıyla Afrika’nın tamamı ihya olurdu herhalde! Ülkemizi saymaya gerek bile yok!

Sadece BİAT A.Ş. veya Müsiad üyeleri değil, Gülenistler de bu dönemde ihya oldu malumunuz. TUSKON ve yan ticari birlikler dört nala koşmaya başladı bu dönemde.

Peki!

Elde ne var?

“Milli sermaye” için desteklenenlerin bir kısmını social media’daki “Akp’nin Çocukları” hesabından görüyoruz, yapıp ettikleriyle.

Ülker gibi grupların ne yaptıklarını herkes izliyor zaten.

Bazı Nakşî tarikatlarıyla bağlantılı şirketleri kaale almıyoruz, “hedefleri” yok çünkü, günlük başarılar için yaşıyorlar.

Bir kısmını ki TUSKON tarafı, hapishanelerde veya yurtdışında takip ediyoruz, küçük bir kısmı da -Rus parası var herhalde- turizm tanıtma fonlarında “tamince”likle görüyoruz! “5’li Çete” diye bir kısım medya tarafından isimlendirilenleri “milli” değil “devlet sermayesi” olarak nitelendirmek daha doğru olur herhalde. Millilik ile bir alakaları olmadıkları, bindikleri kayığın türküsünü söyledikleri, sermayelerinin (hiç değilse büyük kısmının) kendilerine ait olmadığı, sabun köpüğü bir yapı oldukları, “devlet görevi” yaptıkları çok aşikâr.

***

Parayı veren düdüğü çalar! Düdükçünün elinde satacak düdükleri vardı, parası olana sattı ve onlar da düdük öttürmeye başladı. Senfoni tarzında olsa neyse ama düdüğü olan kafasına göre çalmaya başlayınca, kakafoni ortaya çıkıyor! Ellerinde düdük olduğundan (düdüğü alacak finans gücü!) sadece kendi evlerinde değil, başka mahallelerde, başka evlerde çalmaya kalkışıyorlar, başka enstrümanların girmesi gereken yerlerde illa düdük ile çalacağım diye diretiyorlar, sonra olan oluyor tabii. “Köylülük” dediğimiz hadise kısaca.

***

Temel ihtiyaç madde ve eşyalarındaki pahalılık ve “zincir market”lerle alakalı yazmaya başladık, 30 senelik “milli sermaye maceramızı” yazdık! “Ne alaka?”

Bu kadar nebbaş… Pardon DEHHAŞ olan yerde, mevzuat içerisinden pahalılığa çözüm çıkacağına inanıyorsanız, “ne alaka?” diyebilirsiniz.  Bursa’da bile mevsiminde şeftali 15 ise, örnek verdiğim “tavuk kuşbaşı” 24’den 47’ye, hatta Getir denilen rezillikte 90 civarında ise, “ne alaka” demekle iktifa edebilirsiniz. Mesele bir tavuğun göğüs etinin 24 olarak bile pahalı olduğunu görmemekte! Ortadaki ahlâksızlık ve “kendilerine ait aracı şirketler eliyle fiyatların şişirilmesini” görmüyorsanız, “ne alaka?” diyebilirsiniz. Dingonun ahırına dönmüş memleketteki DEHHAŞları, bunlara izin verenleri ve sonra da şikayet edenleri görmüyorsanız, “ne alaka?” diyebilirsiniz.

***

Başyücelik Devleti “ideali”nde bir ilke var, “Vatan Dışı”, motomot tatbikçi değiliz, ilkede geçen sınıfların yanına “siyaseten” bu DEHHAŞları da ekleyeceğimizi (en azından “şahsımın” eklediğini), zaten ikinci pasaport sahibi ekserisi, tüm mal ve varlıklarına el konularak ilgili devlete doğru VATAN DIŞI edileceklerini bilmeliler.

Azdılar artık. Çok azdılar. Namussuzlukta zirve yaptılar! Karaborsacılar bile DEVLET eliyle DEHHAŞ hale getirilen bu bahsettiğimiz “milli sermayeden” daha namusludur!

 Görüş: İbrahim Haceviç