“İnsan düşüncesinin Mutlak İdeal Değerler” ölçülerinin denetimi dışındaki “ideal değerler” arayışı ne kadar abesle iştigâlse, hakikate ulaştırmayan keşif, fetih ve icâdlarla övünmesi de o kadar anlamsızdır… Hakikati aramak, ona ulaşmak gibi bir derdi olmayan, bilimsel zihniyetinde boğulan insana has bir zihnî körlüktür.

Zihinle algıladığımız her şeyin bir sebebi, buna mukabil koşulsuz, karşılıksız, pazarlıksız, kalbi duygularla ve içtenlikle yaşadığımız her şeyin de bir mazisi vardır. Lakin bizler sürekli açıklama peşinde koşan bir varlık olduğumuz için, her şeyin izah edilebilir bir sebebi olduğunu düşünür, düşündüklerimiz içinde en aşikâr olanını da etiketleyip açıklama diye şeylerin üzerine yapıştırmakta hiçbir beis görmeyiz. Oysa ortada gözle görülebilir, bizim mantığımıza uygun bir sebep olmayabilir. Fakat eşya ve hadiselere “sır idraki”nden uzak bir anlayışla yaklaştığınız zaman, hadiseye yaklaşan şuurun kuşatacağı alan olaylarla sınırlıdır, kuralları hiçbir zaman göremez. Bu da beslendiğiniz kültürün soyut meseleleri algılamakta ne kadar yetersiz kaldığını çok sık kullandığınız kavramlar hakkında aslında ne kadar az şey bildiğinizi ve tek referans noktası olarak bilimi tanıdığınızı gösterir.

Oysa “ölü” bir dilin içinden konuşan bilimin, tecride mevzu hususlarda bize söyleyebileceği şeyler kendi alanıyla; “kadavra mistisizmi”nin kuşattığı alanla sınırlıdır. Bilimin, ruhu olan her şeyi susturan pek çok hususta, varlığın kavranmasını imkânsız kılan felsefi konularda, hakikate ulaştırmayan, ama övünmekten de geri kalmadığı keşif ve icadlar hakkında söyleyeceği pek çok şey olsa da; mesele, akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmanın hiçbir faydasının olmadığı akıl-ötesi, duyum-ötesi alana gelince, çaresizliğin hazin itirafı halinde susmak zorundadır. Dolayısıyla, branşlaştıkça dağılan, “bütün”ün idaresini kaybeden bilimin sadece telkin edilebilir, hal diliyle kavranabilir, tecride mevzu hiçbir hakikati bildirme gücü yoktur.

Çünkü hakikat cüz’i değil, Külli Akıl’ın emrindedir, mayası gizlidir, her bakan göze sırrını vermez. Hakikatleri bulundukları hal üzere görebilmek, iç güzellikteki mükemmeliyeti, İlâhî tekliflerden zevk almaktaki zarafeti, vakur bir yüzdeki ve vakur davranışlardaki asâleti görebilmek için, Külli Akıl’a ait meselelere ünsiyet kesb etmiş olmak gerekir. Zira “bilgi tek, çokluk bilinendedir.” Tek olan bilgi de, Allah ve Resûlü’nün bildirdikleridir. İlâhî sırların idraki hususunda ise akıl yetersizdir… Akla düşen pay, hayatımızda büyük etkisi olan sıradışı hadiselerin kestirilemeyeceğini bilmek, “gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır” anlayışı içinde, henüz gerçekleşmediği için o şeye yok diyemeyeceğimizi, hadiselerin bizim mantığımızı aşan bir üst mantığı olabileceğini kabul etmektir.

Dolayısıyla, sosyal olan her şeyin siyasî, siyasî olan her şeyin de dinî olduğu hakikatinin üzerinden kuru bir mantıkla atlayıp, hayatı düzenleyen kuralların, hayatın kuşandığı, ona biçim ve muhteva, nizam ve intizam kazandıran formların dine değil, bilime ait olduğunu söylemek ve buna inanmak; hakikatin değil, kendi devamlılığının peşindeki bilime ve bilimcilere has kof bir söylem ve boş bir inançtır. “Sır diraki”nden uzak, ilmini, delil yokluğunu yokluğa delil sayan sakat bir anlayış üzerine bina eden sığ bir düşüncenin ürünüdür. İnsanın helâki de, hakikat idrakinin sekteye uğradığı bir alanda yaşayıp, kendi tedbirine güvenen takdiri Allah’a bırakamayan insanın tedbirinde gizlenmiştir. Çünkü her ân yeni bir tecelli ile varolan âlemde hayatı düzenleyen kuralların, hayata ifade ve gerçekleşme imkânı sunan formların, hayatın ritmine uygun bir yapıda olmaları gerekir. Uygunluk, “varlığın muhtevasından şuurun çıkardığı formun niteliğine, ritmin gücüne ve zıt kutuplar arası muvazenenin teminine bağlıdır.” “Muvazene âmili ruhtur ve İslâm zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.”

Meseleye bu ölçülerin ışığında baktığımız zaman, “İslâm’da iki zıt şey veya şeylerin her birinde bulunan zıtlık”, ikiliği ikilik olarak ele alan, bunlardan “işine gelen”i olumlayan, diğerini dışarıda bırakan veya sadece bahis olarak geçiren Yahudi-Hıristiyan kültüründe olduğu gibi keyfi bir biçimde ele alınmaz. Hakikatin tüm unsurların birlikte göz önünde bulundurulmasını gerektirdiğini ihtar eden, “Her şey zıddıyla kaimdir-Küfrün kaynağını bulmayan tam imanda olamaz”, ölçüleri bağlamında, zıtlar yerli yerince ve eşsiz bir ahenk içinde İlâhî olanla bütünleştirilir.

Bu yolda en büyük pay, en ulvî vazife ve mükellefiyet, dinimizi bize sevdiren, “Allah’ı iki zıddı birleştirmesiyle bilen” ve bizleri bütünleyen (selâmete çıkaran) “bütünleyici”lerindir. Zira, “mutlak sanatkâr”ın en muhteşem iki eserinden birisi din, diğeri de insandır. Aynı zamanda, bir kültürün yükselebileceği en üst mertebe dindir. Dinden murad; zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı olan İslâm, insandan murad da Kudsî Hâdis’le bildirilen: “İnsan benim en büyük sırrım ve ben insanın en büyük sırrıyım”, hitabına muhatab “Gaye-İnsan Ufuk Peygamber” Resûlullah (s.a.v) Efendimizdir. Din güzellik sevgisidir, güzel olan her şey Hakk’tadır eşyaya da Hakk’tan yansır. Müessir ve eser bir ve tek olduğunda, güzellik de saf nur olur. Dolayısıyla Hakk’ın nuru taşıyabileceği nisbetde âlemdeki her varlığın üzerine düşmekte, her bir varlık istidadı nisbetinde varlığa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabul ederek, formunun taşıdığı nitelikleri geliştirerek kusursuz ve bütüncül biçimde var olmaktadır.

Varlıkların en şereflisi olan insanın da kusursuz ve bütüncül bir biçimde varolabilmesi; bütün bir dünyanın karşısında, bütün bir insan olarak durabilmesi için, hayatını düzenleyen kuralların ve bu hayatı kuşatan formların “Mutlak Hakikat” kutbuna bağlı olması şarttır. Aksi hâlde âlemde yolunu yitirmesi, iyi-doğru ve güzel olanın, kötü-yanlış ve çirkinle yer değiştirmesi kaçınılmazdır.

Nitekim, Tanrı rolüne soyunan kötü taklitçilere baka baka gerçek yaratıcısını unutan, acıyı da günahı da benimsemekten uzak Amerikan ruhsuzluğunun teslim aldığı modern-postmodern zamanların insanının hâli bu merkezdedir. Varlıkların birbirleri üzerindeki etkilerini, maddenin biçime, biçimin hareket ve muhtevaya direnmesini hesaba katmadan tabiata yaptığı rastgele müdahaleler tabiatı tükettiği gibi, yaratılış gayesi hilâfına sürdüğü hayat da insanın kendisini tüketti. Artık ne evrilebiliyor ne yücelebiliyor. Ne gerçek insan olarak kalabiliyor ne de gerçekten sevebiliyor. İhtimâller âleminin posasından ibaret muhtemel biri olarak, saadet duygusunun sefahat hissiyle, güzellik anlayışının teknolojiye duyulan hayranlıkla yer değiştirdiği, yitirilmiş bir hayatın içinde yuvarlanıp gidiyor. Bir taraftan, vicdanî ve ahlâkî hiçbir bağlayıcılığı olmayana, yükledikleri vazife ve mükellefiyet kendi alanıyla sınırlı yasalara “ideal değerler” gözüyle bakarken; diğer yandan da, dinî ihtiyaçları ortadan kalkmadığı için bunları karşılayacağı yeni yollar, bağlanacağı yeni hedefler arayışı içinde kıvranıp duruyor. Hayata “sır idraki”nden uzak, tek yönlü bakmaya ve dar kapsamlı düşünmeye meyyâl olduğu için de, yarınki krizi öngöremeyeceğini unutup, ileriye dönük uzun vadeli plânlar yapıyor… Saçmaladığının, gülünç duruma düştüğünün farkında değil.

Ruhunda hiçbir istinad noktası kalmayan, kendini bilmediği gibi başkasını da bilmeyen, Rabb’ini ve eserlerini bilmeye güç getiremeyen bu insan modeli; gerçekten bir rezillikler madeni ve utanılacak bir yaratıktır. Tâbi olduğu, hayatını yönlendiren normlar ve formlar, dinsel örgütlenmeler, model şartından mahrum ahlâk ve dünya görüşleri yetersiz, kutsal olmayan alanın düzenlenebilmesi için kutsalın içinde konuşma çabaları geçersizdir… Temel yahut dayanak noktası olarak da, yol gösterici ve denetleyici olarak da hiçbir işe yaramazlar! İlk ortaya çıktıklarında hayatla uyum içinde olsalar da, hayat gelişimini sürdürdükçe, artık kendisini kuşatamaz hâle gelen bu formlardan kurtulacak, kendini yeni formlar içinde ifadeye geçecektir.

İdeal olanı, suretin kendi hakikatine taşıdığı cevhere, cevherin kendini ideal bir güzellikte ve zenginlikte gösterebileceği ideal bir form giydirebilmektir. Sanatkârın bu yoldaki başarısı, estetik bilgisi ve sanatındaki marifeti, Allah’ın güzel isimlerinin sırlarına ve nurlarına olan ünsiyeti kadardır. Çünkü, “ibadet sanattır-sanat Allah’ı aramaktır.” Allah’la kul arasındaki ilişki, bir ibadet ilişkisidir, mabudu bilme nisbetinde gerçekleşir. Mabudunu bilmeyen ve tanımayan ibadet edemez… İbadetin ifade imkânı bulduğu formlar tamamlanmamış ve bütünleşmemiş olarak kalır. Ruhsuz biçimcilikten öteye geçemediği için de zevk hâsıl etmez, İlâhî tekliflerden zevk alma hissi giderek azalır. Lâkin, dinî ihtiyaçları devam ettiği için ihtiyacını karşılayacağı yeni yollar, bağlanacağı yeni hedefler arayışı içinde mekik dokur. Arayışlarının düştüğü yerden kalkmasına bir yararı olmasa da, kötü bir biçimde iyi bir Müslüman olmaya çalışan biri olarak, umudun kıyısında yaşamaya devam eder.

Dolayısıyla, “insan düşüncesinin Mutlak İdeal Değerler” ölçülerinin denetimi dışındaki “ideal değerler” arayışı ne kadar abesle iştigâlse, hakikate ulaştırmayan keşif, fetih ve icâdlarla övünmesi de o kadar anlamsızdır… Hakikati aramak, ona ulaşmak gibi bir derdi olmayan, bilimsel zihniyetinde boğulan insana has bir zihnî körlüktür. Düşünen şuurun kendine şuurunun olmadığını, yaratıkların en şereflisi olarak yaratılan insanın Hakk’ın halifesi olmak yerine, uşak olmaya özendiğini gösterir. Kendi içinde Mutlak Değer duygusu uyandırmayan böyle bir hayat yaşanmaya değer değildir, yitirilmiş bir hayattır.

Netice itibariyle “büyük sıfırlama”nın tam zamanı olduğunun açıkça dillendirildiği, yeni sistemin yeni yapılarının kurulduğu günümüz dünyasında “evrensel değerler” propagandasının hükümsüz kaldığı değerlerden boşalan alanı, Dijital Çağ’da da yine hiçbir insanî haslete yer vermeyen Dijital Faşizm’e has normlar dolduracak demektir. “Kuralları ben koyarım, istediğim zaman bunlara uymam-önce yasa, sonra yasayla her şey yapılır.” mantığı yine işleyecektir. Dolayısıyla, üzerlerine yapıştırılan “mostralık etiket”lere kanıp, tıpkı maddeye biçim verir gibi ruhumuza ölçü kazandıracak faziletlerin, insanı insan yapan hasletlerin, “Mutlak Hakikat” kutbuna bağlı olmayan formlarla kuşatılabileceğini, sözleşmeye bağlanabileceğini ve korunabileceğini düşünmek muhâli temennidir, muhâli temenni hamâkattir.

Aylık Dergisi 209. Sayı, Şubat 2022