Şahsiyetini kendi inanç ve fikirlerine göre tamamlamamış, örgüleştirememiş insan başkasının şahsiyetine bürünür. Başkası olma çabası ise eskilerin tabiriyle “sonradan görme” pozisyonuna sokar onu. Gülünç, seviyesiz ve keyfiyetsiz bir insan… Ne yapsa sırıtır. Giydiği üzerine, söylediği diline, yediği midesine yazdığı kalemine yakışmaz… Kişiler gibi devletler de böyledir. Devletin şahsiyet aynasında görünecek hâkim anlayış onun “kendi” veya “başkası” olup olmadığını gösterir.
Rahmetli Cemil Meriç’in mealen şöyle bir sözünü hatırlıyorum “ Seni Batılı olmadığın için değil, Doğulu olamadığın için küçümsüyorlar. Kendisi olamayanın başkasına verebileceği ne olabilir ki?”

Zihniyeti, yaşam tarzı ve hayata bakış açısıyla kendi milletine yabancı olanların belirlediği kıstasların dayatıldığı zamanlardan geçti ülkemiz. İnancına yabancı, kültürüne düşman, geleneğinden kopmuş, tarihini bilmez ve her iyi şeyi “başkasında” gören anlayış…

Bu anlayış sahibi “yabancı adamlar”, yıllarca ülkenin kültür hamurunu yoğurmakla sorumlu olduğu için ortaya bu kadar ucube bir durum çıktı. Adeta bir “misyon temsilcisi” edasıyla Batı yaşam tarzını Doğu insanına Kabul ettirme çabasıyla her şeyi yaptılar. Kemalizm, sosyalizm, kapitalizm veya adı her ne ise… Bizim olmayan, bizden olmayan, bizim için olmayan her sistem başkasının çıkarınaydı, bunu anlayamadık.

Sistem olarak rejimin koruyucuları da bu “misyon temsilcilerine” her türlü maddi desteği sundu, önlerini açtı, bunların isteklerini kanunlaştırdı ve kendi inanç ve yaşam tarzını korumak için karşı çıkan Anadolu insanını devletin askeri, polisi, silahı ve yargısıyla cezalandırarak “o misyona” dahil oldu.

Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması-Çarpıtılmış Geçmişe Ayna isimli eserinde Josep Fontana:
“En kötüsü de Avrupalı olmayan halkların sonunda, onlara yüklediğimiz yanlış kimliklerle birlikte, onların yaratılmasına temel oluşturan masalı kabul etme noktasına varmalarıydı… Böylece bu halklar kendi geçmişlerinden koptular ve yaşadıkları sorunların gerçek niteliğini kavramalarını önleyeceğinin farkına varmaksızın, Avrupalıların kendilerine yutturduğu geçmişe eleştirel bir yeniden bakışı onun yerine geçirdiler. “ diyerek, Batı emperyalizminin sömürgelerindeki insanların zihnini nasıl ifsad ettiğine dikkat çeker.

Doğruyu doğru olarak nitelendirebilecek nispet noktasının kalmayışı… Kökünden kopartılmış olanın her rüzgâr esişinde savrulmasına benzeyen bu durum, maddi ve manevi sömürgecilerin hedefindeki bizim gibi diğer milletlerin de hâl izahıdır. Sorunun asıl kaynağını görecek idrak melekelerinin iflas etmiş olması...

Bizim açımızdan asıl mesele, ideal fikrin hayata tatbik mücadelesidir. Siyaset de bunun içindir, ticaret de. Eğitim politikasını belirleyen şey bu ideal fikre nispetle olur, dış politika da buna göre belirlenir. Bir Müslüman olarak bizim açımızdan ideal fikir, inancımızdan süzülen sistem çapında örgüleştirilmiş ve mevcut egemen dünya düzenine alternatif bir dünya görüşüdür. Zafer kazanmak işin bir safhasıysa, asıl olan ondan sonrası, yani savaştığın ve alt ettiğin sistemin yerine kendi sistemin olarak ne getirdiğindir. Müslüman bir halkın İslam’a nispetle bir hayat nizamı istemesinden daha doğal ne olabilir?

Birçok engel bir şekilde aşıldıktan sonra yine mevcut düzenin kapanına takılma sebebinin, mevcudun yerine inşâ edilecek fikrin olmayışı ve ortaya koyulamayışı olduğunu anlamamız gerek.

Ortada bir savaş vardı ve bu savaşta bizi sömürmek, işgal etmek, yok etmek isteyen düşmanın dili içimizdekiler eliyle kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bunlarla mücadele ederken “onların dilini” benimsemeye kalkmaktan daha garabet bir durum olabilir mi? Fiili bir savaş içinde savaştıklarının kurallarıyla yaşamaya devam ederek zafer kazanacağını düşünenler en baştan kaybetmeye mahkûm olur.

Her rüzgârda başka bir yöne savrulmamanın yolu kendimiz olmaktır. En başta söylediğimiz sözü en sonda tekrar etmenin ıstırabıyla tekrar soruyoruz. Biz kimiz? Nereden geldik, nereye gitmek istiyoruz?
 
Tayyar Tercan - Milat Gazetesi