Başlık benim değil bugün. Çok sevdiğim bir dostumun önerisi. Aslında yazı da onunla yaptığımız uzun sohbetten neşet etti.

Mesele “kendi küçük hikâyelerini birdenbire büyüten” bazı aktörler üzerinden gelişti.

Mesela şu: Bir hoca var. Uzun süredir Müslümanlardan tiksiniyor, İslamcılara da ağzından köpükler çıkararak saldırıyor. Sekülerlerin duymak istediği ne varsa peş peşe sıralıyor. O geldi aklımıza. Bir cenaze merasiminde dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül kendisine bir selam versin diye yarım saat “pozisyon” kovalamış, o selamı alamayınca “ardına baka baka” alandan ayrılmıştı. Televizyon kurdu, olmadı. Yardım kuruluşu açtı, başaramadı. Gülen köpeğine yanlamak istedi, kıvıramadı. İktidara yakınlaşıp oralarda örgütlenmek istedi, kabul etmediler. Hatta İran’a bile siftindi, yine olmadı. O tuhaf, “sünnetçi şapkası”na benzeyen takkeleriyle “bize kaliteyi çok gördünüz” insanına dönüştü. Oysa hikâyesi çok basitti. “Organizasyon kabiliyeti sıfır” biri olarak büyük, çok büyük hayaller kurdu ve başaramadı. O da tutup bu küçük başarısızlığını büyük bir öfkeye dönüştürdü. Hesabını Allah’la yapmış gibi intikamını Allah’tan ve Allah’ın kullarından almaya çabalıyor şimdi. Kendi kırılganlığını yönetemeyip çuvalladığını kabule yanaşmayınca “Müslümanlara ne kadar zarar verebilirsem o kadar iyi” pozisyonuna ilerledi.

Mesela şu: İyi bildiğimiz, sevdiğimiz, sözüne güvendiğimiz bir abimiz AK Parti’den milletvekili adayı olmak istedi. Başvurusunu yaptı. Aslında vekil olmaması için hiçbir gerekçe yoktu. Herkes “hayırlı olsun” demeye bile başlamıştı ve fakat ne olduysa oldu, son anda yapmadılar abimizi vekil. Açık konuşmak gerekirse AK Parti’nin abimizi vekil yapmayarak son derece hatalı davrandığını da düşünüyorum. Orası ayrı bahis… Bu abimiz gidip başka bir siyasi partiden vekil oldu ve “bizim mahallede” hiç oturmamış gibi davranmanın kendisine bir alan açacağını hesapladı. Fakat tutmadı hesabı. Şimdi son derece küskün biri olarak “rotasız bir seyyah”a dönüşmüş durumda. Hesabını Allah’la yapmış gibi davranmayı da gram ihmal etmiyor. Geldiği mahalleye, eski yol arkadaşlarına, Türkiye’deki Müslüman vasata falan sallıyor baba sallıyor.

Örnek çok. “Türkiye’nin tek filozofu benim” deyip geldiği noktada kulağında küpesiyle beşinci sınıf aforizmalar savuranını mı ararsın; yeni Necip Fazıl olmak için yola çıkıp Necip Fazıl olmanın ilk yolunun Türkçe bilmek olduğunu hesaba katmadığı için tökezleyenini mi ararsın; Doğu Perinçek’e “abi” çekenini mi ararsın; kapitalizme karşıyım diyerek çıktığı yolda elinde pos cihazı kitap satanını mı ararsın?

Ülkemizin mümbit topraklarında her türlüsü yetişti bunların.

Bu örneklerin tamamını ortaklaştıran şey içinse başa dönelim: “Kendi küçük hikâyelerini birdenbire büyütmek.”

Bu, burada bir dursun.

Arkasında tren kabartması olan ve “demiryolu saati” olarak bilinen Serkisof cep saatlerinin 100 yaşında ve kusursuz performansta olanını 1.500 liraya rahatlıkla alabilirsiniz. Ama şimdi yazıyı okumaya bir ara verip internette insanların bu saatler için istediği fiyatlara bir göz atın. “Dedemin dedesinin saati” diyerek 5 milyon liradan ilana çıkan var cep saatleri sınıfında bile kategorik olarak değersiz bu saati.

Bu “aşırı değerlemeyi” yaptıran mekanizmanın adı “yaşanmışlık” biliyorsunuz. İnsan, kendisini bir kez dev aynasında görmeye başlayıp kibrinin, egosunun esiri haline gelince kendisinin değerinin 1.500 değil, 5 milyon olduğunu düşünmeye başlıyor ve tabiri caizse ufak ufak sıyırıyor baskı balatayı.

Sıyırsın sıyıracaksa da, bizim konuştuğumuz bağlamdaki bazı aktörler dev aynalarındaki yansımalarının karşılığını alamayınca suçu Allah’a ve kullarına atmaya meyyaller. Onu diyorum.

Yunus’un “halka zahmetli oldular” dediği hocaların da, şimdi İslamcılardan tiksiniyor numarası yapan bazı eski İslamcıların da, siyaseten istediği olmayınca muhalif kesilen bazı abilerimizin de hikâyesi bundan ibaret. Meseleyi “yapısal bir dönüşüm” gibi pazarlamaya çabalamaları da o dev aynası illüzyonu yüzünden. Bu abiler, onları öldürsen “bu mahallede istediğim olmadı da o yüzden bu hale geldim” demezler. İnsan zaten bunu kolaylıkla diyebilecek bir varlık değil.

Yine başa döneyim. Diledikleri numarayı çekebilir, diledikleri işe girişebilirler tabii ki de hesaplarını Allah’la yapmış gibi davranmalarının onları kabak gibi açığa düşürdüğünü, kula kızıp Allah’a savaş açmaya çabaladıklarının görüldüğünü falan fark etseler ne güzel olur.

Güzel olur zira bu abilerle aramızda hiç değilse “ekmek-tuz hakkı” var.

Ne diyordu Judy Garland: “Kendini gizlemeye çabalaman başkaları tarafından görülmediğin anlamına gelmez hacı abim.”

İsmail Kılıçarslan, Yenişafak