1990’dan, yâni Duvar’ın yıkılmasından başlayarak şekillenen dünyâda “Açık Toplum” kavram ve tasavvuru büyük bir alâkaya mazhar olmaya başladı. Karl Popper’ın iki ciltlik meşhûr kitabı bunda en büyük kılavuz vazifesini görüyordu. II. Genel Savaş sonrası kurulan ve “devlet-ulus- sermâye” üçlüsü arasındaki dengelere oturan dünyânın derinlemesine bir eleştirisini yapabilmek mümkündü. Hızla gelişen bir literatür çeşitli boyutlarıyla “devlet” ve “ulusu” teşrih masasına yatırdı. “Ulus devlet” olarak târif edilen kapalı ve küt yapılardı bunlar. Sicilleri bozuktu. Dahası, yüksek vergiler ve transfer harcamaları rejimi üzerinden sermâyeye hükmediyorlardı. Sermâye “özgürleştirilmeli”, onu baskılayan “ulus devlet” kapanının dışına çıkarılmalıydı. Popper’a; Hayek, Mises gibi liberâl düşünceyi yeniden yorumlayanların, Friedman gibi monetarist ekonomistlerin, ekonomiyi dokunulmaz ve ayrıcalıklı kılanların tezleri eklemleniyordu. Hantal devletler küçültülmeli, ulusların kararttığı “sivil toplum”, tekmil kültürel dinamikleriyle açığa çıkarılmalıydı. Entelektüel halkaya Foucaultcu veyâ ona benzer eleştiriler eklemleniyordu. Sosyal-siyâsal düşünce ve akademik paradigma da hızla dönüşmekteydi. Bu dalganın dışında kalmak hayli zordu.

Tespitleri îtibârıyla bu değerlendirmeler haksız da sayılmazdı. Ama bir tespitin doğruluğu, oradan yapılacak çıkarsamaların da eş derecede doğru olacağının garantisini sağlamaz. Diyalektik olarak pek çok yanlışın sağlam doğruların içinden geldiğini biliyoruz. Aslında yaşanan bir dönüşümdü. Ekonomik akıl bilhassa finansal ve teknolojik aygıtları çalıştırmak ve geliştirmek sûretiyle bağımsızlaşıyor, ulus ve devleti kuşatan merkeziyetçi siyâsal aklın kotalarını kırıyordu. Bunu da geniş çaplı borçlandırmalar üzerinden yapıyordu. Sürecin ulus üzerindeki tesiri başdöndürücü; sarhoş ediciydi. İstihdam disiplini dağılan uluslar paraya boğuluyor ve homofaber hızla homoconsumens’e evriliyordu. Kamusal alanlar artık sıkıcı, boğucu, disiplinli üretim zincirinin aynası olmaktan çıkmakta, kültürlerin farklılıklara açık kamusallaşması üzerinden şenleniyordu. Teşhirci ve meydan okumacı bir süreçti. Baskılananların açığa çıktığı olağanüstü dışbükeyci tecrübelerdi bunlar. Özgürlüğün, açık toplum olmanın reel karşılıkları da buradan türüyordu. Olduğu gibi olmak, sâhicilik, şeffaflık tutkuları tutkulu bir şekilde birbirleriyle eşlendiriliyordu. Süreç kısa zaman zarfında siyâsallaştı da. Kamusal hayattaki kültürlenmeler iki tür üzerinden şekillendi. Bir tarafta etnik, dinsel ve cinsel çeşitlenmeler üzerinden yaşanan derin farklılık esriklikliği vardı. Siyâsallaşan da bunlardı. Berâberinde uzlaşmaz kültür savaşlarını, post modern Bedevî dalaşlarını getiriyordu. Sürecin ikinci ayağında ise karşıt olarak tüketim üzerinden derin bir aynılaşma yaşanıyordu.

Mesele özel ve kamusal alanları birbirinden cetvelle ayrıştıran ve tecrit eden bir ayırımdaydı. Sermâye-devlet ve ulus arasındaki dengeyi sağlayan da bu ayırımdı. Bunu püritan burjuva ahlâkı temellendiriyordu. Birey, en fazla da çekirdek âile üzerinden şekillenen özel alanlar, bahsedilen “dengede” baskılanıyor; kamusal alan ise ekonomipolitik düzeyde bir disiplin üzerinden yürütülüyordu. Açık toplum, liberâlleşme dalgası ve kültürel dosyaların deldiği , içini boşaltarak ortaya döktüğü de bunlardı. Kokuşma… Ortaya çıkanlar Sheakespeare’ın Hamlet’de Danimarka Krallığı için söylediği o unutulmaz cümlelerini hatıra getiriyordu. “Kokan bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda”….Mâdem ki pislikler açığa çıkıyordu, o hâlde temizlik şarttı. Burjuva dünyânın temel ayırımlarından birisi de “temiz ve kirli” arasına çektiği duvar; reflekslerinden birisi de “temizlik” tutkusu değil miydi? Açık Toplum tasavvuruna eşlik etmeyen bir “Temiz Toplum” operasyonu var mı?

Yazının devamı için: Süleyman Seyfi Öğün