Ruh nedir?

İnsanın şuuru, insanın organizmasının insana "yetmediğini" kesin olarak ortaya koymaktadır. İlmi araştırmalarla anlaşılmıştır ki, organizma gibi, "duyu organlarımız" da sınırlıdır. Derimizin, burnumuzun, kulaklarımızın ve gözlerimizin "duyum sahası", alt ve üst idrak sınırları ile -beşer yapısına göre daha önceden tayin edilmiş bulunmaktadır. İnsanın duyu organları, bu sınırların altında ve üstünde kalan sahada iş görememektedir.

İnsanoğlu, kendinin "bir ten kafesine" kapatıldığını ve "sınırlı bir idrake" mahkum edildiğini, sahip kılındığı "otokritik kaabiliyeti" ile anlamaktadır. Biz, insanın bu kaabiliyetine "şuur" adını veriyoruz. İmam-ı Gazalî Hazretlerine göre, bu, "İnsanın iç gözü"dür. Görülüyor ki, insanın organizmasına hâkim, keyfiyet halinde bulunan öyle bir değer vardır ki, yalnız organizmayı aşmakla kalmamakta, onu kontrol ve kritik de edebilmektedir. İslâm dünyasında, bu "kalitatif değerin" adı "ruh"tur. Şuur ise, sanki, bu "ruhun" insan idrakine açılmış penceresi veya organizmayı kontrol ve kritik eden bir "iç göz"dür.

İmam-ı Gazali Hazretlerinin buyurduğu gibi "İnsan dış gözü ile bakar, fakat iç gözü ile görür". Bu, insan, zihninin çalışma şekildir. Nitekim İslâmiyet, "diyalektiğini", bu mekanizma üzerine oturtmuştur. Bu mekanizmaya göre, insan, "mahluka bakarak Hâlık'ı", "fâni olana bakarak Bakî olanı", "sınırlıya bakarak sonsuzluğu", "kesrete bakarak tevhidi", "esarete bakarak hürriyeti", "İlliyete bakarak yaratmayı"... düşünebilmelidir. Esasen, insan, buna kabiliyetli yaratılmıştır. Fransız filozofu, H. Bergson, insanda, böyle bir kaabiliyetin bulunduğunu görmüş, insanda "duyulardan" ayrı olarak bir de "doğrudan doğruya şuurun verilerinin" mevcut olduğunu açıklamıştır. İslâm'da "ruh" kavramının hususî bir mânâsı bulunduğunu, daha önceden de bildirmiştik. Kur'an-ı Kerim'de, bu konuda, şöyle buyurulur: "Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki, ruh "râbbimin emrindendir." (Bkz. İsra Sûresi, Ayet: 85).

İslâm'a göre, ruh, materyalistlerin sandığı gibi, "organizmanın fonksiyonları" ve "dimağın ürünü" değil, "Rabbani ve İlâhî emirler" cümlesindendir. İslâm mütefekkirleri "varlık âlemini", üç bölümde incelemişlerdir. Bunlar, "halk", "emr" ve "Zât" âlemleridir. "Alemi halk" yaratılmış üç boyutlu kemmiyet âlemini, "âlem-i emr", tamamen keyfiyet halinde bulunan, ölçüye ve tartıya gelmeyen "ruh âlemini" ifade ettiği halde, "Âlem-i Zât" ezeli ve ebedi olan yüce Allah'ın zât ve sıfatlarını ifade eden "Mutlak Varlık âlemidir".

Gerek "âlem-i halk" ve gerek "âlem-i emr" olsun, ikisi de yaratılmış olup Cenâb-ı Hakk'ın mülkü durumundadırlar. Bu konuda yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Biliniz ki, halk ve emir O'nundur". (Bkz. El-A'raf Sûresi, Ayet: 7).

Bütün bunlarla birlikte bilmekte tayda vardır ki, "Âlem-i emr", âlem-i halk ile Âlem-i Zât arasında bir "geçit" gibidir. Bu sebepten İslâm dünyasında, bu fâni âlemden göçtükten sonra, insanın "âlem-i berzaha" geçtiği kabul edilir. Böyle olunca ölüm, ruhun, bedenden ayrılıp kendi âlemine geçişini ifade etmektedir. İslâm'da ruh, "Rabbani emirler cümlesinden" olduğundan, organizma ölüp bir kül yığınına dönse bile, ruhun varlığı, "İlâhî iradeye" bağlı olarak devam eder. Dinimize göre ruh bizzatihi ve ebedi bir varlık olmayıp "varlığını" ve "devamını" tamamen ilâhı iradeye borçludur. Allah dilerse, o, "âlem-i ervahtan" inerek "cisimlere taalluk eder" ve ayrılır, sonra kendi âlemine yönelir; istidadı varsa ve Allah'ın yardımına mazhar olabilmişse yücelir de yücelir.

Ruh ve keyfiyet alemi

"Ruh", insan düşünce tarihinin, en zor konularından biridir. İnsanın "duyu organları", müşahhas değerleri ve varlıkları kavrayacak biçimde yaratıldığından "keyfiyetlerden" çok "kemmiyetleri" anlayabilmekte ve mücerret konularda yetersiz kalmaktadır.

Bu, "duyu organlarımızın" önemli bir kusurudur. Felsefi mânâda "doğmatikler" hariç, hemen hemen bütün fikir adamları, "duyu organlarımızın" yetersizliğinden şikâyet etmişler ve bunlara fazla güvenmemek gerektiğini ortaya koymuşlardır. İmam-ı Gazali Hazretleri "duyu organları" karşısındaki şüphesini şu biçimde dile getirmektedir: "İçim diyordu ki, duyulara nasıl güvenilebilir? (Düşünün) bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Bu hasse (duyu), gölgeye bakar, onu, sâbit, hareketsiz görür, onda hareket olmadığına hükmeder.

Bir müddet sonra, tecrübe ve müşahade ile anlar ki, o, hareket ediyor. Ancak, o hareket, birden bire olmayıp tedric ile zerre zerre oluyor, onda sâbit olmak durumu görülüyor. Kezalik, göz, yıldıza bakıyor, onu, bir altın lira büyüklüğünde görüyor. Halbuki, hendesi (ilmi ve geometrik) deliller, onun üzerinde bulunduğumuz kürreden daha büyük olduğunu gösteriyor." (Bkz. İmamı Gazali, El-Munkızu Min-AdDalâl, H. Güngör, 2. Baskı, sf: 18).

Bereket ki, insanda "duyuları aşan" bir kabiliyet var da, onunla "duyularını" tenkid edebilmekte, onların hata ve kusurlarını düzeltebilmektedir. Bu bakımdan, insanda bulunan zekâ, şuur ve akıl büyük birer ni'mettir. Hiç şüphesiz, insanoğlu, bunların "verileri" etrafında da şüpheye düşebilir. Zekânın, şuurun ve aklın da yetersizliğine inanabilir. Bu mümkündür. Ancak, hemen itiraf etmek gerekir ki, insanın bu duruma düşmesi, onun bilgi edinme imkânını ortadan kaldırır ve "safsata" bataklığına yuvarlar. Bu sebepten, insanoğlu, ister istemez, bilgi edinirken bir taraftan "duyu organlarına", diğer taraftan da "aklın kriterlerine ve kanunlarına" bağlanmak ve dayanmak zorundadır. Böylece, edindiği bilgi, "mutlak" değil "İzafî" bir karakter içinde teşekkül edecektir.

İnsanın "ruh" konusundaki bilgileri, çok daha "itibarî ve İzafîdir" ve yetersizdir. Çünkü, bu konuda insanın "duyu organları" çok yetersiz kalmakla, ağırlık, daha çok mücerret ve aklî yorumlamalara düşmektedir. Gerçi, "duyularımız", insandaki "ruhî tezahürleri" inkâr edememektedir; lâkin hemen itiraf edelim ki, bu tezahürlerin "mahiyetini de anlayamamaktadır. Bu sebepten, bütün çırpınmalarına rağmen insanlık, "ruh konusunda" çok az bilgiden öteye geçememektedir. Hemen belirtelim ki, bu husus, yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim'de de açıklanmaktadır. Yüce kitabımızda buyuruluyor ki: "Sana ruhu sorarlar. De ki, ruh Rabbimin emri (cümlesi)ndendir. (Zâten) size az bir ilimden başka (bir şey) de verilmemiştir." (Bkz. El-İsra Sûresi, Âyet: 85).

Son üç asırdan (18,19 ve 20. asırlardan) beri, tâlim ve terbiyede "beş duyunun" rolüne, büyük ağırlık verilmiş bulunmaktadır. Gerçekten de "maddeyi" ve "maddî tezahürleri", tanımada, anlamada ve yorumlamada "beş duyunun" rolünü kimse küçümseyemez. Ancak, unutmamak gerekir ki, "beş duyu", belli sahalarda, belli ölçüler içinde "beşer idrakine" yardım edebilir. Sahası dışında işe yaramaz. Bilfarz, göz, görme işinde fonksiyoneldir de "koku" almada işe yaramaz. Yine "kulak", sesleri işitir de renkleri duyamaz. Tıpkı bunun gibi, "beş duyu", maddenin ve maddî tezahürlerin idrakine yardım edebilir de, "ruhu tanımada" âciz kalır. Çünkü, ruh, maddeden "türeme" değildir. O, Allah'ın yarattığı ve "beş duyudan gizlediği" bir keyfiyettir. "Beş duyu", keyfiyet âlemini inkâr edemediği gibi, müşahhas olarak yakalayamaz da...

Ahmet Arvasi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz